İnsan, doğanın kontrol edilemeyen işleyişine karşı, kusursuz âhengin peşine düştü. Ölümlü yaradılışına bir teselli, hislerine ise tercüman aradı. Bu çabanın sonucunda, sanatın huzur veren büyülü dünyasına sığındı. Ve güzelliğine hayran Narkisos gibi, kendi yansımasına kapılıp beyhude bir aşka düştü. Kutsal suretini yansıtan her yüzeyi mükemmel bir şekilde işledi ve kendini geleceğe taşıdı. Sanat ve teknolojiyi aynı potada eriterek ışık, harmoni ve estetikle zenginleştirdiği sinemayı yarattı.
Büyülü Fenerden Işıklı Pandomimlere
Sinemanın geçmişini Platon’a ve onun mağara alegorisine kadar götürmek mümkün; ancak çok daha gerilere, belki de insanın yaratılışına kadar uzanmak gerekir. Çünkü onu bu kadar büyüleyici yapan şey, insan gözünün dış dünyayı görme biçiminde yatar. İçinde heyecanı, aşkı ve hüznü görebildiğimiz sinemanın hareket illüzyonu yaratan aslında göze ait bir kusurdur. XIX. yüzyılda keşfedilen ve insan gözünün fizyolojik yapısından kaynaklanan bu noksana “görme ısrarı” denir. Bu yanılsama olgusu, art arda gelen görüntünün belirli bir süre gözün ağ tabakasında tutulma eğilimi olarak tanımlanır. Yani harekete ait kritik parçalar, belirli bir hızda ve peş peşe gösterildiğinde, beyin bu görüntüleri bir araya getirerek algılar. Bu durağan resimlerden oluşan yanılsama “phi fenomeni“[1] denilen olguyu meydana getirir. İlk optik oyuncakların bu temel prensip üzerine yapıldığı düşünülürse, bu hoş özrün, sinemaya giden ışıklı yolun temel taşı olduğu söylenebilir.
Sinema gibi melez ve çok katmanlı imkânlara sahip bir sanattın ortaya çıkmasını sağlayacak teknolojik koşullar, iki bin beş yüz yıllık bir sürece yayılır. Bu üstün niteliklere sahip sanat formunun ilk hali ise aslında bir ışık feneridir. Güneş ve kandiller yardımı ile saydam resimleri yansıtabilen “Büyülü Fenerler”, XVII. Yüzyıla kadar bir sır olarak kalır. Avrupa’da geliştirilen ve en ilkel halinde bile harika işler yapan icat, resimler arasında erimeli geçişler oluşturarak basit hareket yanılsamaları yaratmak için kullanılır. Bu yeni teknolojinin çekiciliğine kapılan insanlar, onu izleyebilecekleri yerlere akın eder; bu işle uğraşan kişilere de hatır sayılır bir şöhret kazandırırlar. Cihazın yaygınlaşması sayesinde, günümüz sinema salonlarında birlikte eğlenen kalabalıklar, ilk provasını da büyülü fenerler karşısında gerçekleştirir.
Phi algısı oluşturan ilk oyuncakların -mucize dönüş ve yaşam tekerleğinin- ortaya çıkmasıyla birlikte, başta bilim adamları olmak üzere, birçok kesimden insan bu hipnotik cihazlara ilgi duymaya başlar. 1853’te “Projektor”[2], 1882’de “Praksinoskop”[3] makinesinin icat edilmesiyle, ilk kez ardışık görüntülerden hareket izlenimi yaratılır. Bu yeni optik teknoloji, müzikli gösteriler haline dönüşerek Avrupa’nın birçok şehrinde sergilenir. Işığın etkisine kapılan ve gösterileri izlemeye gelen meraklı kitle, beyaz perdenin yarattığı bu eğlence ortamını o kadar sever ki, ışıklı pandomim gösterilerinin yapıldığı sekiz yıllık süreçte beş yüz binden fazla insan, tiyatro salonlarına akın eder.
Ağ tabaka izlenimine dayanan hareket algısının optik bir gösteriden büyüleyici filmlere dönüşebilmesi için üç temel koşulun daha hayata geçirilmesi gerekir. Bunlar: ışığı belirli aralıklarla kapayan bir örtücü, sabit bir hızda dönebilen bir görüntü diski ve selüloit tabanlı filmdir. Sanayi devriminin başladığı yıllarda J. N. Niepce’nin özel bir plaka üzerine sekiz saatte objektife aldığı ilk manzara fotoğrafının ardından, görüntüyü sabitlemenin önündeki en önemli sorunlarından biri de aşılmış olur. Tabaka filmler yerini “Düğmeye basın, gerisini bize bırakın” sloganıyla satışa sunulan selüloit tabanlı filmlere [4] bırakmasıyla gerçek dünyaya ait hareketin an ve an belgelenebildiği bir döneme girilir. İngiliz peyzaj sanatçısı E. Muybridge’in saniyede 24 kareden oluşan hareket görüntüleri ve E. J. Marey’in –günümüz kameralarının temel yapısını ve çalışma prensibini oluşturan- saniyede yüz görüntü çekebilen fotoğraf tüfeğini icat edişi ile hareketin kaydına dair tüm problemler de ortadan kalkmış olur. (1882)
Mehmet Neşet Turgut
[1] Max Wertheimer tarafından 1912 yılında tanımlanan bu olgudur. Sinemada art arda gösterilen karelerin veya yanıp sönen ışıklı panolardaki yazıların hareket ediyormuş izlenimi uyandırmasıdır.
[2] Baron Franz Von Uchaitus
[3] Charles-Émile Reynaud
[4] George Eastman tarafından 1870 de keşfedilmiştir. Sentetik plastik bir malzemeden üretilmiş filmdir.