Neden kendimizin en iyi versiyonu olmak zorunda hissederiz? Demi Moore’un unutulmaz performansıyla hayat verdiği Elisabeth Sparkle, şöhretinin solmaya yüz tuttuğu dönemde, gençlik cazibesini yeniden kazanma umuduyla karanlık bir çıkışsızlığa sürüklenir. Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülüyle taçlandırılan The Substance (2024), kadın bedenine, yaşlanmanın kaçınılmazlığına ve güzellik mitine dair derin bir eleştiri sunar. Hem anlatımı hem görselliğiyle izleyiciyi sınırlarını zorlamaya davet eder.
Elisabeth Sparkle, televizyon dünyasının yıllarca yücelttiği ama bir gün basit bir doğum günüyle dışladığı kadınların özetidir. Uzun yıllar süren kariyeri, toplumun güzellik ve gençlik takıntısının kurbanı haline gelir. Elisabeth, yaşlanmanın yalnızca biyolojik değil, sosyal bir ölüm olduğunu acımasız bir şekilde deneyimler. “The Substance” adlı serumla doğan Sue (Margaret Qualley), Elisabeth’in gençlik fantezisinden doğmuş sahte bir gerçekliktir. Elisabeth’in “kendisi olmayan ama kendisinden daha fazla beğenilen” Sue formu, kapitalizmin mükemmellik vaadini ve bireyin buna hizmet eden bir metaya dönüşümünü işaret eden güçlü bir metafordur. Peki, bireyi sürekli daha genç, daha güzel ve daha başarılı olmaya zorlayan bu düzen neye dayanır? Film, açıklayıcı bir zemini gösterir: Hollywood Bulvarı.
Hollywood Bulvarı, yalnızca bir sokak değil, modern dünyanın şöhret tapınağıdır. Yıldızların kaldırımlara gömülü isimleri, milyonlarca insanın hayalini süsleyen ölümsüzlük mitini temsil eder. Ancak, bu mitin arkasında çelişkilerle dolu bir tarih yatar. 20. yüzyılın başlarında şekillenen Hollywood, gençliğin, güzelliğin ve parlaklığın yüceltildiği bir endüstri kurdu. Bu yücelti, özellikle kadın yıldızlar için acımasız bir düzen getirdi: Gençlikleriyle parlayan kadınlar, yaşlandıklarında “harcanabilir” hâle geldi. Greta Garbo’nun erken emekliliği, Marilyn Monroe’nun trajik sonu veya Joan Crawford’un kariyerinin sonlarında maruz kaldığı alaycı eleştiriler, bu düzenin çarpıcı örnekleri. Hollywood, bir yandan ikonlar yaratırken, diğer yandan bu ikonların çürümesini hızlandıran bir sistem inşa etti. Elisabeth’in yüzünün Hollywood yıldız kaldırımında eriyerek kan gölüne dönüşmesi ve ardından bir paspasla temizlenmesi, şöhretin acımasız ve geçici doğasını unutulmaz bir görsellikle özetler.
Demi Moore’un Elisabeth Sparkle rolüne hayat vermesi, filmi derinleştiren ve katmanlandıran bir seçimdir. Moore, kariyeri boyunca Hollywood’un güzellik ve gençlik standartlarının yükünü taşımış bir figürdür. Diğer yandan Moore’un bu standartları sorgulayan ve eleştiren bir filmde yer alması, filmi eleştirel bir yapıt olmaktan öteye taşır ve Hollywood’un kendisiyle yüzleşmesini sağlar.
The Substance, soğuk ve steril bir estetikle şekillenmiş bir atmosfere sahiptir. Bu durum, filmde işlenen temaların mekanikleşmiş ve insansızlaşmış doğasına dikkat çeker. En duygusal sahnesi ise Elisabeth’in, Fred’le buluşmak istemesidir. Bu istek, kendisini olduğu gibi kabul eden birine duyduğu ihtiyacı ortaya çıkarır. O anlar, insanın kalbine dokunan bir çağrı gibidir. Ancak yan odada Sue’nun bedenini gördüğünde, Elisabeth’in kendi bedenine duyduğu nefret körüklenir. Bu nefret, toplumun dayattığı güzellik mitlerinin bireyin iç sesine dönüşmesinin bir sonucudur. Elisabeth’in trajedisi tam da burada yatar. Toplum, kadın bedenini gençlik ve kusursuzluk gibi dar kalıplar üzerinden tanımlayarak Elisabeth gibi bireylerin kendi bedenlerini bir düşman olarak görmelerine yol açar.
Peki, kendini bir düşman gibi gören biri, bu savaşı sona erdirmek yerine neden yeni bir cephe açmayı seçer? Elisabeth’in emekliliği tercih etmek yerine yeni bir benlik yaratmayı seçmesi varoluşsal bir korkuyla hareket ettiğini gösterir. Hayatı boyunca varlığını işiyle tanımlamış bir birey olarak işine hizmet ettiği sürece kendisini değerli görür. Bu durum, modern insanın kimlik ve varoluş algısıyla doğrudan bağlantılıdır. Kendimizi sürekli en iyi versiyonumuza ulaşmaya zorunlu hissetmemizin temelinde, modern toplumun dayattığı beklentiler, kimlik algımız ve tüketim kültürü yer alır. Toplum, başarıyı ve sürekli gelişimi idealize ederek birey üzerinde rekabet baskısı yaratır. Modern insan genellikle değerlerini iş başarıları, sosyal statü veya görünüşleri üzerinden tanımladıkları için yeterince iyi olamama korkusu kişisel bir yetersizlik duygusuna yol açar. Elisabeth’in tercihi, modern toplumun bireyi tüketim ve üretim ekseninde nasıl şekillendirdiğini gösteren çarpıcı bir örnektir.
Elisabeth ile Sue’nun aynı kişi olmalarına rağmen yaşam biçimleri arasında keskin bir uçurum vardır. Sue, gençliğinin ve güzelliğinin sunduğu olanaklarla hayatı dolu dolu yaşarken Elisabeth, yaşlılık ve yeterince güzel olmadığı düşüncesiyle hayattan elini eteğini çeker; evden çıkmaz, televizyon karşısında vakit geçirir ve sağlıksız beslenerek bir tür kendini ihmâl sürecine girer. Bu anlatı, yaşlılığın yaşamdan keyif almanın önünde aşılmaz bir engelmiş gibi algılandığına dair düşündürücü bir mesaj taşır. Yönetmen ve senarist Coralie Fargeat, yaşın değil, algının sınır koyduğunu ustalıkla vurgular.
Elisabeth’in çaresizliği, öfkesi ve kendi bedeniyle olan nefret dolu savaşı, Moore’un incelikli oyunculuğuyla elle tutulur bir hâle gelir. Özellikle yüz ifadeleri ve duruşundaki detaylar, onun hem şöhretini hem de bedenini kaybetme korkusunu izleyiciye geçirir. Qualley’nin performansı da bir yandan izleyiciyi Sue’nun hedonist cazibesine çekerken diğer yandan karakterin tehlikeli doğasını yansıtmayı başarır. Sue’nun yükselişiyle Elisabeth’in çöküşü arasındaki karşıtlık, Qualley’nin Moore’a karşıt ama tamamlayıcı bir performans sergilemesiyle daha da derinleşir.
Film, insan bedeninin ve ruhunun deformasyonunu çarpıcı bir şekilde işlerken Stanley Kubrick’in başyapıtı The Shining’e (1980) zarif bir saygı duruşunda bulunur. Fargeat, korku türüne ustalıkla mizahi bir dil ekleyerek grotesk ve karanlık temalara taze bir perspektif kazandırmayı başarır. Bu yaklaşımı hem klasiklere göz kırpan hem de türün sınırlarını genişleten bir anlatı oluşturmasına yardmcı olur.
Filmin en zayıf yönü, anlatımında fazla doğrudan bir yol izlemesidir. Küçük imgelerle yavaş yavaş inşa etmek yerine, mesajını net bir şekilde ortaya koyar. Üstelik aynı mesajı tekrar eden sahnelerle defalarca izleyiciye hatırlatır.
Filmin yüzeyinde sürekli tekrarlanan mesaj, kadın bedenine dayatılan güzellik standartlarının bireyi çürüten bir baskıya dönüşmesidir. Bu baskı, Hollywood filmleri ve medya tarafından sürekli pekiştirilmektedir. The Substance yalnızca bu mesajla sınırlı kalmış olsaydı, yeni ya da şaşırtıcı bir eleştiri sunmaktan uzak olurdu. Ancak filmin daha derin alt katmanında, kadın bedenini gençlik, zarafet ve estetik normlarla değerlendirme eğilimimizin bu standartları beslediği vurgulanmaktadır. Film, izleyiciye şu soruyu yöneltir: “Bu standartları yalnızca dışsal bir dayatma olarak mı görüyoruz yoksa onları içselleştirip kendi bakış açımızın bir parçası hâline mi getiriyoruz?”. Bu sorgulama, izleyiciyi pasif bir gözlemci olmaktan çıkarıp kendi algı ve önyargılarıyla yüzleşmeye davet eder. Film, işte tam da bu içsel bakışı açığa çıkararak yalnızca sistemi değil, bireysel katkılarımızı da sorgulatır. Fargeat, The Substance ile iddialı bir hikâye anlatıcısı olarak öne çıkar. Görselliği ve müzikleriyle de bir bütün olarak izleyiciyi sarsarak uzun süre hafızalardan silinmeyecek bir yapım ortaya çıkarır.