500 Days of Summer (Yön. Marc Webb, 2009)
İnsanların, ilişkilerin nasıl başarısızlığa uğradığını hatırlamaları üzerine hem sizi gülümsetecek, hem kendi yaşamınızı ve ilişkilerinizi sorgulamaya yöneltecek olan film, o ilk görüşte aşkın yaşandığı noktadan başlar. Evet, gerçek aşka inanmayan bir kız ve buna rağmen onun kalbini kazanmaya çalışan bir erkektir söz konusu. Ancak film, başından itibaren bunun sıradan bir aşk hikâyesi olmadığı konusunda izleyiciyi uyarır. Filmin başkahramanı Tom (Joseph Gordon- Levitt), Summer’la (Zooey Deschanel) yaşadığı aşkın ilk gününden 249. gününe kadar yaşadıklarını hatırlar. Hatıralarında bazı özel mutluluk ve tutku anlarına dönüşler yapan Tom, aslında bir yandan da en yürek burkan, acı sonu da inşa etmiş olur. Bu kurgu içinde izleyici, Tom’u anlamaya başladıkça Tom da kendini yeniden tanır. Yakın arkadaşları ve ailelerinin tavsiyeleriyle şekillenen ilişki, Tom’un vermek zorunda olduğu kararlarla ya “sonsuza kadar mutlu” bir geleceğe doğru ilerleyecek ya da defterin kapağı, en güzel anılardan biri olarak kapanacaktır. Bu karar aşamasında muhtemel senaryoların da aynı anda yaşanma olasılığı, klasik doğrusal zaman anlayışını değiştirir.
The Prestige (Yön. Christopher Nolan, 2006)
Kurgunun içine büyü ve sihirbazlık girdiğinde zamanla oynamak daha kolaydır; ancak ödüllü yönetmen Nolan, bunun en güzel örneklerinden birini, orijinal bir kurguyla ortaya koymuştur. XIX. yüzyıl İngiltere’sinde sihirbaz Robert Angier, karısı ve arkadaşı, bir sihirbaz grubu kurarlar. Bir gösteri sırasında Robert’ın karısı Julia’nın kaza geçirip hayatını kaybetmesinden Robert, grubun diğer üyesi olan Alfred’i sorumlu tutar. Bu andan sonra iki arkadaş, birbirlerinin baş düşmanı hâline gelir. Yollarını ayırsalar da zamanla her ikisi de ünlü ve başarılı birer sihirbaz olan Robert ve Alfred, birbirlerinin gösterilerinde kullandıkları hileler üzerine çıkan kıskançlığın, bir takıntıya dönüşmesiyle kendilerini sihirli bir çatışma içinde bulur. Filmin başında anlamsız gelen olaylar, geriye dönüşler ve sonra tekrar ilerleyişlerle taşları yerine oturtur. Mekânlar kaybolur, zaman birbirine karışır, gerçek ve sihir ayırt edilemez hâle gelir ve böylece ortaya, zekice kurgusuyla harika bir yapım çıkar.
Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Yön. Michel Gondry, 2004)
Başlığıyla bile İngiliz Edebiyatı’nın temel taşlarından Alexander Pope’un satırlarına güzel bir gönderme yapan film, bu başlıkla zamanın sonsuzluğunu, zihnin berraklığını, ama bir o kadar da bilinmez karmaşasını tek seferde anlatır. Alışık olmadığımız kurguda, ilişkileri iyiye gitmeyen Josh (Jim Carrey) ve Clementine (Kate Winslet), hafızalarını tıbbi bir müdahaleyle sildirmeye karar verir ve ilk defa karşılaştıkları, ancak henüz birbirlerini tanımadıkları güne geri döner. Hem zihnen hem de zamansal olarak ilerleyen bu geri dönüş sırasında ikilinin nasıl bir araya geldiğini, ilişkinin nasıl çatlamaya başladığını ve bu ilginç sonun nasıl kurgulandığını izleriz. Bu sıra dışı, başarılı yapımıyla sinema dünyasında sesini duyuran Michel Gondry, izleyiciye dramatik sahneler izletmektense acı bir ayrılığı, zaman parçalarını bir araya getirerek kurgulamamızı ister. Bu süreçte olaylar kadar duygular da tersine doğru yaşanır ve filmin sonunda izleyici, kendini mutlu bir aşkın yeniden ve yeniden başlangıcında bulur. Ayrıca Jim Carrey, Kate Winslet, Elijah Woods gibi isimlerden oluşan güçlü bir kadroya sahip olan film, oyunculuklarıyla da ilginç ve hayranlık uyandıran bir seyir sunar.
Identity (Yön. James Mangold, 2003)
Fırtınalı bir gecede birbirini tanımayan on yabancı, Nevada’nın ıssız bir bölgesinde yağmurdan kaçmak için bir motele sığınır. Fakat gece ilerledikçe yabancılar, birer birer öldürülmeye başladıklarını fark eder. Bunun sorumlusu içlerinden biri midir, yoksa bilmedikleri bu yerde gizemli bir katil tarafından tuzağa mı düşürülmüşlerdir? Filmin yalnızca ilk birkaç sekansında geriye doğru ilerleme tekniği kullanılsa da John Cusack’ın, gizem-gerilim türü içerisinde oldukça başarılı bir yapım ortaya koyduğunu söylemek gerekir. Yönetmen James Mangold ve senarist Mchael Cooney ‘in asıl yapmak istediği, yapımın uyarlandığı orijinal kitaptaki hikâyeyi biraz değiştirerek izleyici için şaşırtıcı bir bulmaca yaratmaktır. Dolayısıyla izlerken sahnelerde hangi ayrıntın önemli, hangisinin doğrudan olaylarla ilgili olduğunu çözebilmemiz için zaman zaman geriye dönmemiz gerekir. Baştaki ilk iki sahnenin ardından gelen üçüncü sahne için bir ipucu: iki ileri, bir geri!