Vicdan ve ahlâk kavramlarının doğuştan gelen kişisel birer dürtü olarak mı yoksa toplumsal normlara göre şekillenen ve doğumuyla beraber bireylere dikte edilen çerçeveler olarak mı nitelendirileceği, süregelen bir tartışmadır. Her iki kavramın da kuşattığı sınırlar, bu sınırların içinde sergilenen davranışları ve ortaya çıkan durumları yargılayan kıstaslar, şüphesiz ki toplumlara göre değişkenlik gösterir. Bu bağlamda kimilerine göre cinayet olarak tanımlanan bir eylem, başkalarının nezdinde adalete dönüşür; insanlık suçu kabul edilen bir infaz, bile isteye yapılan bir fedakârlık olabilir. Değer yargıları toplumdan topluma, insandan insana bu denli değişken ve farklıyken mutlak olan tek şey, toplum içindeki varlığının farkında olan her bireyin, kendine ait iyilere ve kötülere göre hareket ettiğidir. Amerikalı yönetmen ve senarist Billy Bob Thornton’un yazdığı, yönettiği ve başrolünde rol aldığı Oscar ödüllü yapım Sling Blade (1996), bireye özgü bu iki kavramı naif bir zihinde yeniden yorumlar.
Karl Childers, görece zekâ geriliği gösterdiği için ailesi tarafından istenmeyen bir çocuk olarak büyütülür. Hareketleri yavaş, kendine has konuşmasıyla normal insanlardan farklıdır ancak hassas bir duygusal zekâya sahip olan Karl, bunun sonucu olarak muhafazakâr bir mizaç edinir. Annesinin verdiği İncil öğretileri ve ahlâk derslerine sıkı sıkıya tutunur; bu öğretiler üzerinden kendine iyiler ve kötülerden, doğrular ve yanlışlardan oluşan bir norm çerçevesi çizerek hayatını bunun üzerine şekillendirir. Her ahlâk ediniminde doğal şekilde gerçekleşen bu süreçte Karl’ı farklı kılan, bu çerçeveyi değişmez bir mutlaklık olarak kabul etmesidir. Ona göre yargılar, durumlara ve bakış açılarına göre yeniden konumlandırılmayan, tek taraflı, bir bakıma siyah ya da beyaz değerlerdir. İncil, siyah olanı ortadan kaldırıp beyaz nuru yaymayı öğütler. Bu edinimlerden hareketle Karl, bir gün annesini “yasak” ve “doğru olmayan” bir durumda bulur: Ev işlerine yardımcı olarak kaldıkları evin sahibi, annesine cinsel istismarda bulunmaktadır. Bu durumda Karl için tek bir seçenek görünür: siyah olanı ortadan kaldırmak. Bunun üzerine Karl ilk cinayetini, büyük bir soğukkanlılıkla ve ahlâk görevi bilinciyle işler. Ne var ki annesi, onu kurtardığı için memnuniyet duymaktansa beklediğinin aksine Karl’a suçlayıcı bir tutumla bunu neden yaptığını sorar. Zira uğradığı istismar aslında tek taraflı bir tatmin değildir. Bunun farkına varan Karl için artık ortada ikinci bir siyah daha vardır. Bu, annesi dahi olsa nihai amacın yani beyazı mutlak ve tek kılmanın, önünde engel teşkil edemez ve böylece bir sonraki kurban annesi olur.
Henüz on iki yaşındaki Karl’ın tam yirmi beş yıl akıl hastanesinde sürecek olan hikâyesi böyle başlar. O, sebepsizce cinayet işleyen bir saldırgan değildir. Bu nedenle tamamen iyileştiğine ve bir daha herhangi bir öldürme eğilimi göstermediğine tamamen kanaat getirildiğinde hastaneden taburcu edilir. Aynı gün, bir okul dergisi için verdiği röportajda hayat hikâyesinden söz ederken ona yöneltilen soruya verdiği yanıt aslında filmin geri kalanında izleyiciyi neyin beklediğinin habercisidir:
-Peki, bir daha birilerini öldürecek misin Karl?
-Hayır. Sanıyorum bunun için bir nedenim yok.
Nitekim senaryo, üçüncü bir cinayet durumu için gerekli “neden”leri hazırlar. Buna benzer ima örneklerini, özellikle sonlara doğru olmak üzere filmin çeşitli yerlerinde bulmak mümkündür. Bu yönüyle biçimsel anlamda kurguyu, “tohum-hasat” ilişkisi ile nitelendirebiliriz: Thornton, en başından sonuna kadar her durumu sırasıyla temellendirmiş, tohumları beklenen noktalara yerleştirmiştir. Sonunda da yine bunların doğrultusunda ve tam da beklenen zamanda hasadını gerçekleştirmiş, nedenleri sonuçlara kavuşturmuştur. Bu anlamda sıra dışı bir öyküyü dile getiren filmin aslında hayret uyandırıcı ya da umulmadık bir sonla bittiği söylenemez. Aksine üçüncü cinayet, gerek Karl’ın cinayet günü çevresindekilere veda edişinde gerekse herkesi özellikle cinayet ortamından uzak tutmaya çalışmasında neredeyse alenen ilân edilmiştir. Böylesine açık ve sade bir senaryoya sahip olan filmi, buna rağmen sürükleyici ve izlenebilir kılansa Thornton’un masalsı üslubu ve Karl’ın sergilediği bilgece naifliktir. Bu da sıradan veya vasat kabul edilebilecek bir senaryonun, özgün bir üslupla perdeye yansıtıldığında nasıl bir başarı sağlanabildiğine örnek teşkil etmektedir.
Senaryo her ne kadar beklenenin dışında bir yere ulaşmasa da beklenmeyen durum, Karl’ın değer yargılarındaki değişmedir. Hayatı, durumları, olayları, iyi ve kötü, yanlış ve doğru gibi mutlak çerçevelerle algılayan Karl, hastaneden ayrıldıktan sonra çocukluğunun geçtiği kasabaya geri dönerek topluma yeniden karışmasıyla portrede aslında grinin de yer aldığını görecektir. Kasabada tanıştığı küçük Frank’le kısa sürede arkadaş olan Karl, çok geçmeden Frank ve annesi Linda’nın yanına yerleşir. Linda’nın iş yerindeki homoseksüel arkadaşı Vaughan, bu noktada Karl’ın hayata bakış açısına dair değiştirdiği ilk normlardan biridir. Nitekim sona doğru Frank ve Linda’yı herkesten önce ona emanet etmesi, ayrıca vedalaşırken, “İncil’de erkeklerin erkeklerle yatmaması gerektiği söylenir. Ama Tanrı’nın, senin gibi birini cehenneme göndereceğini sanmıyorum,” demesi, mutlak bir iyi ve kötü ayrımının olmadığını yani gri rengi kabul ettiğinin göstergesidir.
Ne var ki sondaki kaçınılmaz cinayet, “kabul etmek” ile “tamamen değişmek” arasında hâlâ ayrımsal bir çizgi olduğunu vurgular. Zira Karl, her ne kadar o zamana değin kötü ve siyahla ilişkilendirdiği bazı kavramların/durumların iyi ve beyaz yönleriyle tanışsa da şiddet, aşağılama ve hakaret, film boyunca siyah rengini korumuştur. Dolayısıyla Karl’ın bu kavramlara ilişkin değer yargıları değişmeden sabit kalmış, onu bir kez daha cinayete, yani siyah rengi ortadan kaldırmaya iten iç ses, tıpkı yıllar önce annesi ve ev sahibini öldürmesini söylediği gibi soğukkanlılıkla işlemiştir. Bu sese uyan Karl da Linda’nın, hem ona hem de Frank’e sürekli fiziksel ve psikolojik şiddet uygulayan, ayrıca çevresindeki herkesi aşağılayan ve onlara hakaret eden erkek arkadaşı Doyle’u ortadan kaldırır. Buradan ulaşılabilecek yargı, toplumsal -ve bireysel- anlamda cinsiyet, insanî ilişki, statü normları değişkenlik gösterebiliyorken, şiddetin ve ayrımcılığın her türlüsünün evrensel boyutta kabul edilemeyecek birer “siyah suç” olduğudur.
Türkçeye Bıçak Sırtı olarak geçen Sling Blade, bir taraftan adı üzerinde, kişisel tercihlere dayalı durumlarda iyi ve kötü arasındaki ayrımın bıçak sırtı kadar ince olduğunu vurgularken, diğer yandan söz konusu insan ve insanlık değeri olduğunda bundan asla taviz verilmeyeceğini gösterir. Ahlâk yargıları değişebilir, toplumun biçtiği roller, ilişkiler, dine, ideolojilere, tercihlere yönelik değerler değişebilir ancak insanın özüne ilişkin değerler değişmez ve her pahasına korunmalıdır. İşte bu, vicdanın kadim sesidir.
Harf sırasına göre izlediğim film oldu. Önceden izleyeceklerim hakkında herhangi bir araştırmaya girmiyorum. Yalnız izlerken değerlendiriyorum. Dedim ki bu film ödül almıştır. Oskar ödülüne de layık görülmüş. Sen de bu filmi güzel özetlemişsin…
Cumhur BEKLEYEN
Teşekkürler! Bizler de yorumlarınızla değerli katkılarınızı her daim bekleriz.