Ne zaman bir Camus eseri okusam Sartre, ne zaman bir Sartre eseri okusam başkarakter olarak Camus canlanır zihnimde. Canlanır; ama birbirleriyle bir çeşit savaş içinde olduklarını bilmeden, sanki ikisi birbirine doğuştan bağlıymış gibi. Camus, varoluşçuluğun içerisinde anılsa da alabildiğince uzağında, Sartre’sa tam bunun ortasındadır. Peki, Camus nasıl varoluşçuluğun içerisinde anılırken aynı zamanda dışında kalabilir? Çünkü aralarında oldukça ince, ama fazlasıyla derin bir çizgi vardır. O çizginin önemli nedenlerinden biri de Yabancı‘dır. Varoluşçuluğu son derece yeren ve Camus’nun kendi tabiriyle varoluşçuluğu absürtleştiren bir eserdir Yabancı. Zeki Demirkubuz’un da vakti zamanında Yabancı‘dan esinlenerek Karanlık Üstüne Öyküler serisinin ilk filmi Yazgı‘yı (2001) çekmesi, eseri anlamaya değil de anlamlandırmaya, sorgulamaya, araştırmaya itiyor bizi. Anlayabilmek, başarabileceğimiz son meselemiz olabilir.
Yabancı olmak, topluma yabancılaşmak kavramlarının varlığı Marx ile başlasa da Taylorizm, Fordizm, Post-Fordizm derken 1900’lü yılların başlarında yoğunlaşır. Bu ve bunun gibi işçi-tüketici, üretici-tüketici ve daha da önemlisi işçi-patron ilişkilerini düzenleyen tüm sistemlerin insanın kendi doğasına yabancılaşmasıyla çok yakından ilgisi bulunmaktadır. Peki, topluma ve kendisine yabancılaşan bireyde midir suç, yoksa onu yabancılaştıran sistemlerde mi? Malum, bu sistemlere ayak uydurmayıp döngüye hizmet etmek istemeyenler için de ötekileştirici cezalar mevcut. Gerek toplumsal baskı, yani soyut baskı; gerek devlet eliyle baskı, yani somut baskı omuzlara tonlarca yük bindiriyor. Bilinç akışı etkisiz hâle getirilip, düşünmesi, yaşaması veya en basiti, kendi varlığını kanıtlaması önemsizleştirilip tek önemli işlevinin üretim-tüketim dengesini bozmaması olan işçi ve tüketicileri bu hâle getirenler zaten suçlu. Ama buna izin veren, sesini çıkarmadan oturan, korkan ve sonunda varlığı etkisiz elemandan farksız olan bireyler de suçlu. Kendisini düşünmeyen ve tıpkı şu meşhur, içinde bulunduğu su yavaş yavaş kaynatıldığı için yandığının farkına varamayan kurbağa gibi tepkisiz olan herkes suçlu. Marx ile hem bir, hem ayrı olduğu bilinen Engels’in de dediği gibi devletin çıkarıyla toplumun özgürlüğü asla uzlaşamaz. Engels, tıpkı olması gerektiği gibi eyleme geçmenin gücüne inanır. Yani hepimize ta ne zamandan beri diyor ki, “Konuşup duracağınıza harekete geçin.”
Meşhur Frankfurt Okulu üyelerinden Horkheimer, Adorno, Fromm, Pollock, Marcuse ve Benjamin gibi isimlerin birbirlerinden ayrıldıkları noktalardan çok birleştikleri nokta önemlidir: kültür endüstrisi. Bireylerin eğlence sektörü yoluyla uyutulup üretim-tüketim dengesini bozmalarının engellenmesi olarak açıklanabilir bu kavram. Örneğin Marcuse’a göre, teknoloji insanları denetimi altına alır. Yani teknoloji kimin elindeyse bireyler de onun elinde oyuncaktır. Size bir yerden tanıdık geldi mi?
O günlerden bu günlere değişen tek şey, artık her şeyin farkında olup sesimizi çok daha az çıkarmamız. Küreselleşmeye uyum sağlamak zorunda bırakılmamız; kendi doğrularımızı kurmak yerine bize sunulan doğruları kabul etmemiz, tüm ekonomik kavramların bir araya gelip insanlığı alt etmesi sorunu… Günümüzde bireylerin bilinç akışının durmasına yol açan tekniklerin değişmesi ve daha güçlü hâle getirilmesi sorunu belirgin durumda. Bunların en güçlüsüyse medya. Medyanın dördüncü güç hâline gelmesini kullanan sermaye sahipleri ve bu duruma yine sesini çıkarmayan çalışanlar… Kamunun sesi olmak yerine kamuyu ezenlerin sesi olan, bireylerin zihinlerini körelten ve onları duyarsızlaştıran, bizi yalnızlaştıran, yabanileştiren medya. Ruhun dini anlamını bir kenara bırakıp bizi insanileştiren varlık olarak ele alırsak, ruhumuz bedenimizden ayrılmış gibi yaşıyoruz. Ruhumuz yine hissediyor hissetmesine, ama zihnimizden uzaklarda bir yerlerde olduğu için bütünleşemiyoruz sanki. Metropoller, betonlar bir girdap gibi yutuyor bizi, tıpkı Yazgı‘nın Musa’sı (Serdar Orçin) gibi. Musa aslında ne yaptığını, neye inanıp neye inanmadığını çok iyi biliyor. Her şeyin farkında. Sadece ölüm ile yaşam, sevgi ile nefret ya da özgürlük ile kölelik gibi arasında uçurumdan da öte fark olan kavramların, arasında aslında fark olmadığını düşünüyor. Sanki hayatının en başında kendi varlığına savaş açmış ve kendisini yok etmek istiyormuş gibi. Etrafındaki kimse de ona bir şey demiyor, sanki ona alışmışlar gibi, normal olan oymuş gibi. Annesi ölüyor, umursamıyor. Hakkında hiçbir şey bilmediği bir kadın olan iş arkadaşı Sinem’le (Zeynep Tokuş) evleniyor, ama evlenmesiyle evlenmemesi arasında bir fark olmadığından. Karısının onu aldattığını öğreniyor, umursamıyor; çünkü bunun da bir önemi yok. Bir aileyi katletme suçundan idam cezası alıyor, umursamıyor; çünkü en başından beri zaten yaşam ile ölüm arasında bir fark yoktu. Mahkemede kendisini savunmuyor bile, sanki idam edilecek olan kişi kendisi değilmiş gibi. Tıpkı bedeniyle ruhu birbirinden ayrı, ama birbirlerini izliyormuş gibi. Musa’ya göre yaptıklarının bir nedeni yok, sadece yapıyor. Onun hiçbir nedeninin olmaması ve buna bağlı olarak hiçbir şeyi bilinçli yapmaması, Musa’nın etrafında olaylar silsilesinin başlamasına neden oluyor. Zaman çizgisine müdahale etmemesinin de bir bedeli var çünkü. O çizgiye dokunmuyor, içerisinde hareket etmiyor olabilirsin, ama orada varsın ve en azından bulunduğun yerde iz bırakıyorsun. Yani Musa müdahale etmezse, zaman çizgisi ona müdahale eder. Ama sorun burada değildir. Sorun, Musa’nın somut olarak yaptığı şeylerin değil, soyut olarak düşündüğü şeylerin ona bedel ödetmesindedir. İnsanlar onun bir aileyi katletmesini normal olarak karşılar, ancak annesinin ölümüne sevinmesini kaldıramazlar. Katliam? Normal olmak? Bir dakika. Yoksa yabancılaşan kişi Musa değil de, toplumun kendisi miymiş? Aslında önemli olan şey ahlaki değerler değil miymiş? Sadece normallik ve anormallik mi önemliymiş; alışkın olduklarımızla olmadıklarımız mıymış? Bu durumda sınırları ve normları olan ahlaki kurallar yaratmak ve bu kuralları korumak mümkün mü? Toplum tüm bunlara rağmen her daim öteki olanı dışlayarak kendini müdafaa ediyor tüm haksızlığıyla. Yazgı da kanıtlıyor Marx amcanın haklılığını. İnsan kendi doğasına yabancılaşıyormuş bu garip düzen yüzünden.
Hücresinde volta atarken ezan sesi geliyor Musa’nın kulağına. Musa çaresizliğini reddediyor. Aslında çaresiz ve o hâldeyken ezana kulak verebilirdi her kapana kısılmış insan gibi. Ama eğer ki özgürlük ile kölelik arasında bir ayrım görmüyorsanız, çaresiz de hissetmezsiniz. O zaman umut etmeniz gereken bir şey de yoktur ki. O zaman sığınmanız gereken bir tanrı da yoktur. Musa’nın özgür kalabilmesinin nedeni de bana göre, kurgu bir karakter olmasından başka bir şey olamaz. Yazgı‘da, Musa’nın samimi ve dürüst olduğunu düşünmeleri üzerine dava yeniden açılıyor ve Musa kazanıyor, tabii buna kazanmak denilirse. Toplumun ötekileştirdiği Musa’ya kendi suçunu atan patronu Naim’in, duygular konusunda Musa’dan çok daha kötü olduğu gerçeği de var. En azından Musa, arasında uçurum olan duyguların aslında eşit olduğunu düşünüyor. Fakat gerçek katil o uçurumların farkında ve buna rağmen o bir katil. Filmde Musa bu durumdan sağ salim kurtuluyor, ama gerçekte bu kadar pembe gözlüklerle dünyaya bakabileceğimizi sanmıyorum. Kurtuluşun ölüm olması ve kişinin mevcudiyetinin evrenden yok edilmesi de kuvvetle muhtemel. Filmin en can alıcı noktalarından biri de Musa’nın tahliyesi sırasında savcıyla yaptığı sohbette gerçekleşiyor. Savcı ona tanrıya gerçekten inanıp inanmadığını, bunun üzerine iyice düşünüp düşünmediğini soruyor. Musa ise tanrı kavramının onun için üzerinde düşünmeye değer bir şey olmadığını söylüyor. Bu diyalogun ardından Musa’nın her konuya eşit mesafede yaklaştığını ve bu yaklaşımının inanılmazlığını fark ediyorsunuz. Neden bazı meseleler diğerlerinden daha büyük olsun? Neden tanrıya inanıp inanmadığımı düşünmekle, bugün dışarıya çöpü kimin çıkaracağını düşünmek arasında bir fark olsun? Bu farkı duygularımız yaratmıyor mu? Tanrı konusunda korkma hissinin etkili olduğunu biliyoruz sanırım. Ama Musa bunu hissetmiyor ki. O zaman ne anlamı var bu meseleyi diğer meselelerden üstün tutmanın? Musa, birlikte yaşadığı toplumla da ilgilenmiyor. Birlikte yaşadığı toplumla ilgilenmezse baskı da hissetmez. Kuş kadar hafiftir, özgürdür hatta. O zaman özgürlüğün sınırlarını, hatta daha önce düşünülmüş kavramların sınırlarını yok edip kendi başına yeniden mi belirliyor acaba Musa? Kaos mu yaratıyor yoksa? Eğer ki toplumdaki her birey onun gibi olsaydı, buna kaos denmezdi. Ama bir tek o böyle olduğu için toplum onu hor görür. Filmin neresinden tutarsak tutalım ötekileştirme meselesiyle karşı karşıyayız. Ama şunu söyleyebiliriz ki Musa, kendini her şeyden arındırmış ve birey olmayı indirgenebilecek kadar basite indirgemiş bir birey olarak ütopik ile distopik bir dünya arasındaki ince çizgide bulunuyor. Bu dünyanın neresinde konumlandığı çok önemli. Yalnızca bir milimetrelik farkla mükemmel bir birey de olabilir, kaotik bir birey de.
Yazıya başlarken ne zaman bir Camus eseri okusam gözümde Sartre, ne zaman Sartre okusam gözümde Camus’nun canlandığını söylemiştim. Yazgı‘dan sonra gözümde Musa canlanıyor artık.
Necati icin iki insana ates etmesini anlayamadim.
Çünkü ateş etmesinin ya da etmemesinin bı önemi yoktu, karşısındaki insanların da bı değeri yoktu.
filmin ifade etmeye çalıştığı yabancı kavramını Marx’ın yabancılaşma kavramına değinerek ele almış ve bunun haklılığından bahsetmişsiniz ancak bu doğru bir yaklaşım değil. Zira her iki durumda bahsedilen yabancılaşma birbirinden oldukça farklı olan iki ayrı yabancılaşmadır.