“500 yıl önce İspanya korku ve hurafeler ulusuydu. Hükümdar ve Engizisyon mahkemesi hayal kurmaya cesaret eden herkesi cezalandırıyordu. Tanrı şanı için onur ve altın arayan yalnız bir adam bilinmeyen bir denizden geçerek bu güce başkaldırdı.”
1492 Cennetin Keşfi (Conquest of Paradise), 2009 ABD yapımı bir Ridley Scott filmi. Gerard Depardieu’nun başrolde olduğu filmde Armand Assante, Sigourney Weaver, Arnold Vosloo ve Frank Langella gibi isimleri görmek mümkün. Film müzikleri ise Vangelis’e ait.
Film kıtanın keşfine dair yapılmış kırmızı alan üzerine siyah kalem çizimleri eşliğinde Vangelis işi harika bir müzikle başlıyor ve daha ilk dakikada sizi ağır atmosferine sokuyor. Klasik bir anlatıya sahip, olay örgüsünün tek bir karakter etrafında döndüğü bu geleneksel filmin özellikle insanların tutkularının, hırslarının ve öfkelerinin yansıtıldığı yakın çekim sahnelerinden etkilendiğimi söyleyebilirim. Filmde önce Colombus’un “yeni dünya”nın varlığını ispatlamak ve oraya gitmek için sarf ettiği çabaya tanıklık ediyoruz. Daha sonra 12 Ekim 1492 yılında ana kıtaya yakın Guanahani adlı adaya demir atması ve orada “vahşi”leri eğiterek İspanya’ya bağlı bir koloni kurmaya çalışmasını izliyoruz. Son olarak da film ana kıtanın başka bir İtalyan tarafından (Amerigo Vespucci) keşfedilmesi ve Guanahani adasının yönetiminin elinden alınarak Colombus’un İspanya’da bir kalede tutsak kalması ve hapis hayatından çıkınca oğlu tarafından kaleme alınacak biyografisinin yazılmaya başlamasıyla bitiyor.
Ridley Scott’un yönetmenliğini, Depardieu’nun da oyunculuğunu konuşturduğu aşikâr. Ancak altın aramak için yola çıkan beyaz adamların bir adada yerliler yüzünden çektikleri “dramı” izlemek pek hoşuma gitmedi. Zavallıcıklar elleri yerli kadınların popolarında elde ettikleri altınları sayma hayali kurarken karşılarında ağızlarından köpükler çıkan vahşi adamları buldular! Ayrıca filmde tutkulu, hırslı ve “girişimci” bir ruha sahip Colombus “iyi polis” rolüyle yerlilere iyi davranarak ve eşit bir muameleyi emrederek beyaz adamın karizmasını kurtarıyor. Tabii bu sizin için ne kadar inandırıcıysa… Bunun ötesinde filmde hoşuma gitmeyen bir şey daha var, kadın unsurunun işleniş tarzı. Kadın üzerine kurulan otorite filmde yönetici erklerin egemenliğini destekleyici bir simge olarak kullanılmış. Fakat filmin seyri içerisinde bu durum fazlasıyla sırıtmış ve çok rahatsız edici olmuş.
Krallığın yönetimi kraliçede ve kraliçe iktidar sahibi olmasına rağmen güçlü değil, bağımlı. Zengin bir tüccara borçlu ve bu erkek onun makamında, ona yön veriyor, kararlarını denetliyor. Zaten Colombus’un keşif için gönderilmesini de onun adadaki yönetiminden alınmasını da o istiyor ve yaptırıyor. Colombus’un karısı, sadık bir kadın. Erkeğine hizmet ediyor, çocukları yetiştiriyor ve uzun deniz yolculuklarında, evinde Colombus’u bekliyor. İyi ve sadık bir hizmetçi, ne ideal bir kadın! Filmde yer alan diğer bir ” kadın” ise Guanahani adası.
Ada imgesi genel olarak kadın formunda kullanılır ve ele geçirilen, tabi olan, boyun eğendir. Krallıkta iktidarın ülkenin erkeklerince paylaşıldığı ve yeniden üretildiği bir ortamda, bir erkek krallığın içinde olduğu yetersizlik halinden kurtulmanın yolu olarak “ada”yı gösteriyor. Ada üzerinde kurulacak hâkimiyet hem erkekliğin ispatı, hem de iktidarın meşruluğunun devamını sağlayacaktır.
Guanahani adası bir özlem ve arzunun mekânı olarak görülebilir. Ona tutkuyla sahip olmak, namevcut olana yer açmak, görünmeyeni görmek, men edileni deneyimlemek arzusu… Colombus adadaki yerlileri ehlileştirerek orada bir medeniyet kurmak istiyor. Beyaz adamlara orada altın ve cennet vadediyor. Bu yeni dünya İspanya’nın içinde bulunduğu buhrandan çıkmanın, Asya’nın zenginliğine ulaşmanın bir yolu. Ancak Colombus kilise ve krallık iktidarı önünde kendi erkekliğini ispatlasa da, öğrenilmiş yönetimi adada sürdürerek burada başarısız oluyor. Karşı çıktığı bağnazlığı zamanla bu adada kendisi yaratıyor. Tıpkı hiyerarşi ilişkileri arasında ezilen bir erkeğin evde de kendisini en üst noktaya konumlandırarak aile bireyleriyle kurduğu ilişki biçimi gibi.
Sonuç olarak satır aralarında büyük boşluklar bırakılarak yazılmış bir senaryo, Ridley Scott’un kamerası ve Vangelis in müzikleriyle “eh idare eder” denilebilecek bir hal almış. Tabi Amerika kıtasının anısına yapılmış ısmarlama bir film olduğunu da hesaba katarak değerlendirmek gerek.