“Kıyamet denen şey insanların yok oluşlarına karşı bir boyun eğme mi yoksa bilim ışığında hayatta kalma mücadelesinin verildiği gün mü demektir?”
İnsanlar yüzyıllar öncesinden bugüne ulaşan tüm donanımlarını, bilgi, birikim ve tecrübelerini kullanarak hayatını inşa etmiş, belirli kültürler ve normlar çerçevesinde yaşamaya devam etmektedir. Din, dil, ırk ve daha nice kavramlar üzerinden eşitlik, eşitsizlik, farklılık gibi kuramlarla beraber inanan ve inanmayan, ortada kalanlar olarak ayrılmışlar, bir arada yaşayabilmenin yollarını aramaya çalışmışlardır. Tüm bunlar doğrultusunda insanların büyük çoğunluğunun inandığı ortak bir korku ve inanç vardır: kıyamet günü.
Hemen hemen herkes inanan ya da inanmayan kesim olarak bir gün dünyanın büyük bir yıkımla birlikte yok olup gideceğine inanmışlardır. Özellikle dini ögelerin ve inançların baskın geldiği dünyada bu yok oluşun bir çaresinin bulunmayacağına, herkesin bir gün kendi kaderine razı olarak yok olacağını varsayarlar. Tüm bunlar çerçevesinde insanların bu yok oluşu bilerek yaşaması kadercilik olarak nitelendirilmektedir.
Her inanç ve din farklı söylemlerle birlikte, kıyamet günüyle ilgili pek çok anlayış geliştirmiştir. Kimileri bu yok oluşa surun üflendiği ve haber verildiği, meleklerin yeryüzüne inerek dünyayı cezalandırdığı bir gün, kimileri ise bilmediğimiz enerjinin ve gücün bir şekilde kendi kendini Big Bang teorisinde olduğu gibi var ederken diğer taraftan da hızla yok edeceğine gönderme yapar.
Tüm bunlar doğrultusunda bu zamana kadar çekilmiş tüm kıyamet temalı filmlerde gördüğümüz hayatta kalma mücadelesi, gelişmiş efektlerle etkileyici ancak aynı zamanda da klasik diyalogların aksine 2012 (2009) filmini de kıyamet temalı bir film olarak değerlendirmenin ötesini görebilirsek bambaşka sonuçlara doğru yöneltebiliriz kendimizi.
Film, kadim medeniyetlerden birisi olan Maya’ların kullandıkları takvime göre dünyanın son bulacağı yani kıyamet günü olarak kabul edilen 21 Aralık 2012 tarihinin hemen öncesinde ABD’de yaşananları ele alır.
Tüm dinlerin ortak paydalarından bir tanesi olan 2012 yılının kış gündönümünde dünyanın sona ereceği inancı tüm dünyada bir hayli yankı uyandırmıştır. Bununla beraber gelen haber doğrultusunda halkın en aşağı kademesinden en üst kademesine kadar insanların bu durumla başa çıkabilme yöntemleri esasında filmin ana konusunu oluşturur.
Filmdeki kötü efektlerden, inanılmaz sahnelerin etkileyiciliğini ve inandırıcılığını yitirmesinin ardında, ‘Pozitivist Bilim Öngörüsü’ başlığı altında inceleyeceğimiz yorumlara bir bakalım.
Pozitivist Bilim Öngörüsü
Pozitivizmin kısaca ne olduğunu bilirsek belki filmi de o çerçevede daha geniş ve doğru bir kapsamda ele alabiliriz. İnsanlık tarihinin ya da insan zekasının gelişim aşamasının son evresi olarak akıl yoluyla elde ettiği ve verilere dayanan bilimsel bilgidir, pozitivizm. Buradan yola çıkarak dünyanın sonunun yaklaştığına dair elde edilen bilimsel veriler doğrultusunda bir kaçış yolu ve hayatta kalabilme özgürlüğü kaderin getirdiği tüm duyguyu alaşağı eder. Öyle ki, tanrının tüm insanlığı yok etmek amacıyla oluşturduğu bu kıyamet kurgusu bilimin altında kalır. İnsanların boyun eğen ya da karşı çıkan olarak ikiye ayrıldığı bu anlayışta da dolayısıyla bu kıyametten kurtulacak kişiler de ‘seçilmiş kişiler’ olarak adlandırılır. Olayların akışına yön vermek bizim elimizdeyse, o hâlde kıyamet denen şey teorik ve dinle ilişkili bir olgu mudur?
“İnsanlığa Katkı Sağlayabilecek İnsanlar Hayatta Kalmalıdır.”
Film, ilerleyen sahnelerde dünyanın çatısı kabul edilen Himalaya Dağlarının tepesinde yapacakları ve “Nuh’un Gemileri” adını verdikleri on beş devasa büyüklükteki gemiyle az sayıda insanı kurtarmaya ve insan ırkının devamını sağlamaya karar verilmesiyle devam eder.
Dolayısıyla bilim ışığında ilerlemeyi tercih eden ve kadercilik anlayışının aksine bir şeyleri değiştirebilme bilgisine ve tecrübesine dayanan kişiler seçilir. Bu noktada, “Genç bir bilim insanı yirmi yaşlı politikacıya bedeldir.” diyalogu Darwinist evrim kuramının temelini teşkil eden “doğal ayıklanma”yı hatırlatır.
İşlevselciliğin temeli sayılan Herbert Spencer’in sosyolojiye kazandırdığı “sosyal darwinizm”in insan sayıltısı olan, topluma katkısı olmayan ya da topluma yük olarak kabul edilen insanların toplum dışında kalması -darwinist bir evrimsellikte olduğu gibi doğal olarak ayıklanması yaklaşımına vurgu yapar. Dolayısıyla bunca yıldır sığınak olarak tercih ettiğimiz dua etmek gibi anlamsız bir eylemden çıkarak seyirciyi bambaşka bir olguya doğru yaklaştırır.
Nihayetinde gemiye binerek kurtulabilenler, aklını ve iradesini kullanarak her türlü zorlukla baş edebileceğini kanıtlarlar.
Bizlere bu zamana kadar öğretilen ve tüm dinlerde sıkça karşımıza çıkan kıyametin büyük bir çaresizlikle beklenmesinin aksine imkânsız kabul edilen bir yok oluştan bile kurtulmanın mümkün olduğunu ispat etmiş olmanın mutluluğu, esasında Ümit Burnu’na da gönderme yapar. Bu zamana kadar her daim ismini sıkça duyduğumuz Ümit Burnu’ndaki kurtuluş öyküsü, Mayaların yıllar öncesinde tahmin ettiği kıyametin bir kurtuluşu olacağının da göndermesidir.
Yani film, metaforik olarak insanı pasifize etmekten başka bir şeye yaramayan tüm dinlerin/inançların bir bir çökmesi ve böylesi bir doğa olayı karşısında çaresiz kalmasının karşısında bilim, insanlığın kurtuluş öyküsünün bir aracı olarak yorumlanabilir.
*Filmin yorumu, duygu ve aklı harmanlayarak yorumlatabilen ve bu açıdan birlikte izleyebilme, bakış açını genişletebilme şansını veren değerli insanlar için…