Şehirde keyifli ve unutulmaz anlarımıza ortak olan bir +1 furyası var. Bizler de Fil’m Hafızası ekibi olarak rengârenk gecelerimizin sohbetlerine, lezzet dolu sofralarımıza, sporun kalp atışlarımızı hızlandıran heyecanına, sanatın insan zihnini yatıştıran şifasına +1 olmak niyetiyle başlayan bu furyadan ilham aldık ve keyfimiz katlanarak artsın, +1 anlarımız çoğalsın diyerek sizleri sinemanın büyülü dünyasına davet ettik. Bu dünyayı bir kez keşfetmenin tadına varınca hayal gücümüz artık daha canlı, sevdiğimiz bir filmi dostlarımızla paylaşmanın keyfi kaçınılmazdır. Paylaştıkça çoğalan anlar bizi bazen dopdolu bir salonu paylaşan festival seyircilerinin arasında, bazen sinema çıkışı kalabalık bir arkadaş buluşmasında izlediğimiz filmi saatlerce tartışırken yakalar. Filmini beyaz perdeye yansıtmayı başarabilmiş pek çok farklı coğrafyadan yönetmenin tek bir ortak amacı vardır artık: Seyircisine dokunarak yedinci sanata değer katmak… Filmleriyle sinemanın evrensel hafızasına katkı sağlayan; “21. Yüzyılda Sinemaya +1 Değer Katan Yönetmenler” içerisinden hazırladığımız özel seçkiyi okuyucularımıza sunmaktan mutluluk duyuyoruz, +1 anlarınız hayatınızdan hiç eksilmesin. Keyifli okumalar dileriz!
Toplumsal Meselelerin Özüne İncelikli Bir Bakış: Emin Alper Sineması
Sinemasının merkezine toplumsal meseleleri yerleştiren Emin Alper’in ilk filmi Tepenin Ardı alegorik bir anlatıya sahiptir. Film yaşlı Faik’in, keçilerini arazisine sokarak ekinlerini talan eden Yörükler ’e duyduğu nefretin zamanla tüm ailesini saran bir trajediye dönüşmesini konu alır ve Türkiye’nin sosyolojik sorunlarına ışık tutan bir perspektifin yansımalarını içerir. Öyle ki film boyunca, suçlu ilan edilen Yörükler ’in böyle bir girişimde bulunduklarına dair somut bir delil yoktur. Yaşadığı felaketin suçlusu olarak gördüğü komşularıyla, aynı toprakları paylaşmayı şiddetle reddeden Faik’in zihnindeki “öteki” algısı, onu eylemlerinde giderek daha acımasız davranan bir otorite figürü hâline getirecek ve Tepenin Ardı, fethedilmeye çalışılan bir düşman kalesi gibi büyük bir kuşatma altına girecektir.
İkinci filmi Abluka ile seyirciyi bir gecekondu mahallesinde yaşanan keşmekeşin kucağına bırakan Alper, son filmi Kız Kardeşler ile Anadolu’daki “besleme” geleneğini masaya yatırarak, taşranın soğuk gerçekliğini beyaz perdeye yansıtmıştır. Emin Alper, çoğumuzun görmezden geldiği dışlanmış ve sindirilmiş toplumsal kesimlerin hayatlarını ustalıkla sinemaya taşıdığı filmleriyle Türk sinemasına yeni bir soluk getirmiştir.
Norveç Sokaklarında Depresif Bir Gezinti: Joachim Trier Sineması
İskandinav coğrafyasının son dönemde yetiştirdiği en başarılı yönetmenlerden biri Joachim Trier’dir. Yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi Reprise (2006), yazar olmak isteyen Phillip ve Erik’in çalkantılı ilişkisine odaklanır. Tutkuyla sarılı kararların ve inatçı yenilgilerin bozuk bir plak gibi tekrara düştüğü film, yönetmenin edebiyat ve felsefeyle kurduğu bağı seyirciye gösteren ilk iş olması açısından büyük önem taşır. Zira Oslo, August 31st, (2011) ve Thelma (2017) ile bu bağın farklı odaklarına yoğunlaşan Trier’in sineması, üslubunu ünlü yazar, şair ve felsefecilerden aldığı referanslar çerçevesinde oluşturur.
Reprise’da anlatılan hikâye seyirciyi bazen Heidegger’in varlık felsefesine bazen Baudelaire’in kasvetli dizelerine doğru melankolik bir gezintiye çıkarır. Trier’in sinemasını özel kılan unsurlardan biri de filmlerindeki karakterlerin benzer ruhsal hâllere sahip olmaları, yaşadıkları karanlık coğrafyanın depresyonunu yakalarına bir rozet gibi iliştirmeleri ve paralel evrenlerde birbirlerinin hayatlarına sessizce dokunan hayalet suretlere bürünmeleridir. Bireyin yalnızlığını bu kadar başarılı bir gerçeklikle beyaz perdeye aktarması, Joachim Trier’in özgün bakışını bir kez daha gözler önüne sermiş olur.
Elif Düşova
Doğu Ve Batı Arasında: Florian Henckel Von Donnersmarck Sineması
1973 yılında Batı Almanya’da doğan ve felsefe, ekonomi, işletme ve Rus edebiyatı alanlarında diplomaları bulunan Donnersmarck, 2006 yılında kendisini hiç unutturmayacak ilk uzun metrajlı filmini çeker: The Lives of Others.
Toplamda yetmiş sekiz ödülü ve otuz dokuz adaylığı bulunan film bizi Donnersmarck’ın içine doğduğu politik gerilim atmosferine götürür; ancak duvarın öteki tarafına: Doğu Almanya’ya. Filmde 1984 yılında Marksist-Leninist sosyalist bir cumhuriyet olan Doğu Almanya’daki devlet istihbarat teşkilatlanmasının ortasında, sosyalist bir yazarın tam zamanlı gözetlenme altına alınışını izleme imkânı buluruz. Donnersmarck bu heyecanlı hikâyede özellikle “gözetleme” eyleminin doğasına bir derinlik kazandırarak biz izleyicileri de noktasallaştırır. Senaryoda sürekli olarak “saatlere” yaptığı vurguyla fark ettirir ki; aslında modern insan, bir saman kâğıda daktilo ile dikte edilmiş “eylem ve eylemin yapıldığı saat raporu”ndan fazlası değildir. Film her ne kadar keskin bir yargıda bulunmasa da, Almanya’nın seksenli yıllarda Berlin Duvarı’nın yıkılışının öncesi ve sonrası içinde bulunduğu sosyopolitik atmosferi markajına alan az sayıda filmden biri olma özelliği taşır.
Gündelik Olanın Yükü: Nadine Labaki Sineması
1974 Lübnan doğumlu Nadine Labaki, 2000’li yılların başındaki oyuncu performanslarıyla bilinse de, 2007’de çektiği ilk uzun metraj filmi Caramel ile yönetmen kimliğini de ön plana çıkarmaya başlamıştır. Hayatında aktivizmin önemli bir yer tuttuğu Labaki, filmlerinde Orta Doğu’nun ve insanlığın evrensel problemlerine değinmekten asla gocunmamıştır. Altı ödül ve on adaylık kucaklayan Caramel, beş Lübnanlı kadının “kadınlara” özgü olarak niteleyebileceğimiz gündelik sıkıntılarla boğuşma hikâyesini ele alır.
Tutucu gelenek, yasak aşk, bastırılmış cinsellik ve arzu-ödev çatışması gibi temaları eleştirel bir bakışla ele alırken, bu hicvin anlatısını masallaştıran mizah ögelerine de yer verir. Film adını kadınların yaygın olarak kullandığı şeker, su ve limonun ısıtılmasıyla elde edilen bir epilasyon tekniğinden alır. Filmde anlatılan toplumsal ilişkiler ne kadar “tatlı” olsa da, bir o kadar “yapışkan”dır. Filmi özel ancak eleştiriye açık olan bir özelliği de Beyrut’u mezhepsel örgüt çatışmaları altındaki bir Orta Doğu şehri olarak değil, sıcak ve samimi bir kültür merkezi olarak yansıtmasıdır. Ancak daha sonra gelecek olan filmleri Where Do We Go Now? (2011) ve Capernaum (2018) ile Labaki bu coğrafyanın belirgin politik sorunlarını ve toplum üzerindeki yıkıcı yansımalarını da ele alır.
Ahmet Sert
Renklerin Diyaloğu: Xavier Dolan Sineması
Henüz on dokuz yaşındaki Dolan’a dizilen övgülerin sebebi I Killed My Mother (2009) filminde anne-oğul ilişkisi üzerinden işlediği temayı oldukça gerçek, bir o kadar da absürt bir hâle evirip kurgusu sayesinde de olanları hem anne hem de oğul üzerinden görmemizi sağlamasıdır. Üslubun anlam yaratmada önemli bir yer teşkil ettiği bu ilk film aslında yeşermekte olan özgün bir sinema anlayışının habercisi niteliğindedir. Dışavurumcu olarak nitelendirilebilecek Dolan sineması tabuları bir bir yıkarken bunu çoğu filminde işlediği iletişimsizlik teması ile yapar.
Çoğu filminde bilinçli olarak ikinci plana taşıdığı kimlik ve cinsel yönelim mevzularını Queer sineması perspektifiyle ana akım sinema arasında bir noktada tutması şüphesiz sinemasındaki bir başka yenilikçi taraftır. Ahlakçılığa gözünü kapatarak kurduğu ilişki düzlemini yansıtırken bu devrimciliğine renk, çerçeve, müzik gibi teknik unsurları da ortak eder. Tıpkı Mommy’yi (2014) sinema tarihinde neredeyse hiç kullanılmayan 1:1 ölçek ile çerçevelemesi gibi… Otuz bir yaşına sekiz film ve yetmiş üç ödül sığdıran Dolan; kimlik, ilişkiler ve sinemanın araçsallığı gibi konulara getirdiği bakış açısıyla bu yüzyıla değer katan ve muhtemelen katmaya devam edecek olan yönetmenlerden biridir.
Bir Silah Olarak Yalnızlık: Andrea Arnold Sineması
1961 İngiltere doğumlu Arnold, biri Oscar’lı üç kısa filmin ardından 2006 yılında ilk uzun metrajı Red Road ile karşımıza çıkar. Cannes gösteriminin ardından büyük övgü toplayan film Jüri Özel ödülüne layık görülür. Red Road’da kamerasını Glasgow’u izleyen güvenlik ekibindeki bir kadına çeviren Arnold, daha sonraki filmlerinin başkahramanları olan yalnızlaştırılmış kadın tasvirinin temellerini atar.
Film sistemin erk unsurlarına çarpıcı bir bakış atarken, boğucu atmosferiyle izleyicinin bu çarklardan nasibini almasını sağlar. Taciz, adaletsizlik ve “ahlak” aracılığıyla çember dışında bırakılmaya çalışılan bir kadın olan Jackie öylesine dışlanmıştır ki olup biteni ancak izlemekle görevlendirilmiş bir “röntgenci” hâlini almıştır. Bu durum sistemde en büyük pay sahibi beyaz hetero erkeği onun silahlarıyla vurmasına olanak tanır. Fish Tank’te (2009) gecekondu hayatında sevgiden yoksun yaşayan genç bir kızın durumunu akvaryumda çırpınan balığa benzetirken son filmi American Honey’de (2016) ise benzer koşullarda yaşayan genç bir kızın hikâyesi üzerinden Amerikan rüyasını yerle bir eder. Doğal üslubu, sözünü esirgemeyen hikâyeleriyle hem kökleşmiş hem güncel sorunlara karşı kılıç kuşanan Andrea Arnold, 21. yüzyılın dikenli güllerinden.
Civan Serhat Çevik