31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Yarışması seçkisini izleyip değerlendirdiğimiz günlüklerin üçüncüsüyle karşınızdayız. Festivalin beşinci günü seyirciyle buluşan Bizim İsmail, Sürgün Asla Bitmez ve Üçüncü Gurbet ile ilgili izlenimler sizlerle.
Bizim İsmail (Yön. Fatin Kanat ve Önder İnce, 2024)
Kanat ve İnce ikilisi hali hazırda birçok kişinin bildiği, hakkında daha önce belgeseller çekilmiş, kitaplar yazılmış, hayatı dilden dile aktarılmış bir isme; Türkiye’nin en önemli sosyologlarından İsmail Beşikçi’ye odaklanıyor. İlk görev yeri Bitlis’te yaşayan Kürt halkını ve askerlik yıllarında dağlarda yaşayan göçmen Kürtleri gözlemleme şansı bulan Beşikçi, kısa zaman sonra Kürtlerle ilgili yazdığı kitaplar nedeniyle toplamda on yedi yıl süren bir mahkûmiyet hayatına başlar.
27 Mayıs 1960 yıllarında açılan belgesel, ülkenin siyasal ortamını seyirciye aktarır. Devletin resmi politikasının Kürtleri yok saymak olduğu bir dönemdir. Beşikçi, bu dönemde Türk-Sünni bir ailenin çocuğu olarak hayatı boyunca kendisine eşlik edecek bir gerçekliği fark eder. Kürtler vardır ve Kürtler, Kürtçe konuşmaktadır. Bunu fark ederek kaleme sarılan Beşikçi, henüz ilk eserinde tutsak edilir. Ve hayatı boyunca defalarca hapishaneye girer, birçok farklı dava ile boğuşur, neredeyse ülkedeki tüm hapishaneleri gezer.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk askeri darbesi olan 60 darbesi ile başlayan belgesel, 70 ve 80 darbeleri ile devam etmektedir. Beşikçi bir yandan belgesel boyunca tüm yaşadıklarını her detayıyla anlatırken bir yandan da döneme ait video görüntüleri, çeşitli gazete-dergi küpürleri ve fotoğraflar perdede boy gösterir. Ayrıca şimdi müze olmuş bazı hapishaneleri birlikte dolaşırlar. Beşikçi, yıllar sonra hayatının büyük bir kısmını geçirdiği koğuşlarda, koridorlarda dolaşarak hafızasını tazeler. Unutamadığı anılarını aynı mekânda yâd ederek geçmişe bir pencere aralar.
Kamera karşısında hatıralarını aktaran Beşikçi’nin tüm yaşanan travmalarını gülümseyerek aktarması belgesele makul bir ton katmaktadır. Lakin belgeselin hiçbir anında İsmail Beşikçi’nin tam olarak siyasi görüşü yansıtılmamaktadır. Daha çok Beşikçi’nin yaşadıkları ve ülkenin özellikle hapishanelerde uyguladığı sert politikalara odaklanılmaktadır. Oysaki Beşikçi, silahlı gerilla mücadelesini savunan, Abdullah Öcalan tutuklanana kadar PKK politikalarını sonuna kadar savunan bir sosyologdur. Bu anlamda belgeselin bazı şeylere değinmekten özellikle kaçındığı da söylemeden geçemeyeceğim.
Üçüncü Gurbet (Yön. Mediha Güzelgün, 2024)
16-26 Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta Alevi toplumuna karşı gerçekleştirilen etnik-mezhepsel katliam, özellikle de yapılan belgeseller sayesinde hafızalarda dipdiri durmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin yüz karası olaylarından bir diğeridir Maraş Katliamı. Göz göre göre evler işaretlenmiş, insanlar öldürülmüş, kadınlara tecavüz edilmiş, içinde çoluk çocuk var demeden evler ateşe verilmiş, insanlar diri diri yakılmış, bir toplum bir şehirden silinmek istenmiştir. Yüzyıllar önce Kahramanmaraş’a sürgün edilen bu insanlar, bir kez daha zorunlu olarak göç ettirilmiştir. Maraş Katliamı sonrası katliamdan sağ kurtulanlar şehri veya temelli olarak ülkeyi terk-i diyar eylemiştir.
Güzelgün, daha önce defalarca anlatılan, belgelenen katliamı, tekrar anlatmak niyetiyle geçmiyor kamera arkasına. Geçmişte kan bağı olan kadınların yaşadığı korkuyu, öfkeyi, tedirginliği genetik olarak damarlarında taşıdığına inanan Güzelgün; kamerasını başta kendi ailesinin kadınları olmak üzere katliamdan sonra İngiltere’ye göç eden ve halen Kahramanmaraş’ta yaşayan kadınlara çeviriyor. Katliam yaşandığında küçücük çocuk veya genç kız olan kadınların ağzından dinliyoruz katliamı. Rüya görmekten korktuğu için uyuyamayan, doğup büyüdüğü şehirden artık nefret eden, nereye gömülmek istediğini dahi bilemeyen, geçmişi arkasında bırakamayan ve en önemlisi asla affetmeyen kadınlar anlatıyor. Kadınlar; tüm samimiyetleriyle, gözyaşlarıyla anlatıyorlar tüm hatırladıklarını. Hatırlamak bir yandan onlara zül oluyor ama bir yandan da hatırlamak var oldukları ve hep de var olacakları anlamına geliyor.
Güzelgün, bu hiç usanmadan defalarca yeniden yeniden anlatılması gereken ve böylece hafızalarda hep diri tutulması gereken katliamı perdeye yansıtırken ne yazık ki konuşan kafalar diyebileceğimiz biçimden sıyrılamıyor. Mesele ne kadar önemli, konuşan kadınlar ne kadar içten ve samimi olursa olsun belgesel anlatımlarında artık daha özgün yolların denenmesi gerektiği kanaatindeyim. Araya serpiştirilen birkaç gazete küpürü, bir deste siyah-beyaz fotoğraf ve birkaç tanıklığın kaydından ibaret bir belgesel çok amatörce. Biçimin basitliği, meselenin büyüklüğü karşısında görmezden gelinmemeli aksine daha da büyük sorun olarak değerlendirilmelidir.
Sürgün Asla Bitmez (Yön. Bahar Bektaş, 2024)
Bir sosyal pedagog olan Bahar Bektaş’ın, kendi aile hikâyesini anlatmak amacıyla kamera arkasına ve karşısına geçtiği Sürgün Asla Bitmez, Türkiye’den Almanya’ya, Almanya’dan Türkiye’ye, İzmir’den Dersim’e uzanan ve yıllara yayılan acıklı bir hikâyeye sahip. Aslında belgeselin başlarında Bahar Bektaş’ın Almanya’da hapishanede olan ve serbest kalmak için Türkiye’ye sınır dışı edilmeyi bekleyen erkek kardeşi Taner’in öyküsünün anlatılacağı düşünülüyor. Fakat zamanla Bektaş ailesinin; otuz yılı aşan sürgün, hapishane, işkence, özlem, pişmanlıklar gibi hatırlanması da anlatılması da oldukça zorlu konular etrafında çevrelenen bir hikâye kuruluyor. Bektaş ailesindenin her bir adımı, bir sonraki yaşanmışlıklarına adeta domino taşı etkisi yapıyor.
Bektaş ailesinin ebeveynleri, geçmişte kendi doğup büyüdükleri Dersim’de yaşarken baskılara, işkencelere, tehditlere, hapishane zulmüne dayanamayıp göç ederler. Fakat kendi ülkesinden kötü muamele gördüğü için kaçan Bektaşlar; Almanya’da da göçmen oldukları için horlanmış, yıpratılmışlardır. Almanya’ya ilk geldikleri sırada devlet tarafından onlara verilen ve genelde göçmenlerin olduğu bölgeye ırkçı saldırılar gerçekleşir. Neonazi oluşumlar, çok iyi bilindiği üzere Türkiye’den çalışmak için gelen “misafir işçilere” defalarca saldırmış, cinayet işlemişlerdir. Bektaş ailesi bu kez bir eve taşınarak bu saldırılardan kurtulmak ister. Fakat yaşadıkları ülkede horlanmaya, aşağılanmaya devam ederler. Ailenin büyük çocuğu Taner’in hapishaneye girmesiyle iyice tükenirler. Tüm bu zorlu süreç, Taner’in tutukluluğu sebebiyle tekrar tersine bir yolculuğa sebep olur.
Bahar Bektaş, tüm bunları anlatmak için sadece kamerayı annesi, babası ve diğer kardeşi Onur’a çeviriyor. Onlara çok basit sorular sorarak geçmişi, şu anı, kısacası tüm yaşananları öğrenmeye çalışıyor. Üstelik tüm bunları yaparken kendini kameranın arkasına değil karşısına alıyor. Aile bireylerini de konuşan kafalar belgeseli gibi bir koltuğa oturtup didaktik sorularla konuşturmuyor. Ailesini hayatın içinde, günlük rutinlerinde kayda alıp dinliyor. Bektaş’ın kamerası Almanya’dan İzimir’e oradan Dersim’e oradan tekrar İzmir’e sürekli bir yolculuk halinde. Değişen mekânlar farklı yaşanmışlıkları, farklı anıları ortaya seriyor. Hafıza; bazen yeni yaşanmış bir olayla bazen de mekânlarla tazeleniyor. Taner’in durumu aileyi daha da birbirine kenetleyip iyileştiriyor. Bahar Bektaş, acıyı kanırtmadan oldukça özgün bir iş ortaya koymayı başarıyor.