Ayman, Cengizhan, Carolin, Ferhan, Hasan, Jamie, İlknur… Eğer filmi izleyip bu yazıyı okumaya koyulduysanız, isimleri okurken hissettiklerinizi ben ve bu serüvene kendini kaptıran herkesin hissettiğini sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu kişiler karakterleriyle, replikleriyle ve tüm varoluşlarıyla hafızalarımızda daimi yerler edinecek imge-insanlar. Filmi izleyen her insanın ortak arkadaşları bu çocuklar. Hayatlarına dahil olduğumuzu sandığımız fakat onların bizim hayatlarımıza dahil olduğunu fark etiğimiz geleceğin medeniyeti… Ve belki de tüm bu isimlerin tek bir bedene bürünmüş hali Dieter Bachmann.
“Bachmann bu gençlere nasıl becerilerini, güzelliklerini ve onurlarını geliştirme fırsatı veriyorsa ben de onlara iki yüz on yedi dakika boyunca bu filmin yıldızları olma fırsatını veriyorum”. Filmi bu sözlerle tanımlayan yönetmen Maria Speth, Berlin Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülüyle dönen filminde bizlere dokunaklı bir yolculuğun kapısını açıyor. Bu hem tanışmayı, hem bütünleşmeyi, hem de vurucu bir ayrılığı içene alan bir yolculuk. Almanya’nın orta bölgelerinde yer alan Stadtallendorf isimli bir kasabadayız. Yirmi bin nüfuslu olmasına rağmen Nazi kamplarından ağır işçi fabrikalarına tarihinde birçok sömürüye ev sahipliği yapmış “şirin” bir yerleşke burası. Nüfusunun büyük bir çoğunluğunu göçmenlerin oluşturduğu; ırkların, dillerin ve dinlerin birbirine girdiği bir kültür mozaiği… Türk kökenli bir Bulgar’ın dükkânından Brezilyalı bir çocuğun börek aldığı bir gerçeküstü kent. Kameralarımız ise bu kentin göbeğinde yer alan Georg Büchner Okulu’nun 6-B sınıfının içine açılıyor. Öğretmenin Herr. Bachmann olduğu bu sınıf neredeyse Dünya’nın dört bir tarafından öğrenciye ev sahipliği yapıyor. Türkiye’den Rusya’ya, Kazakistan’dan Brezilya’ya çok geniş bir yelpazede olan bu öğrenci profili kendi ülkelerindeki sorunlar sebebiyle “yüksek medeniyet”e taşınmış göçmenlerin çocukları. Savaştan, ekonomik krizden, sömürüden kaçan ailelerin yaşadığı kimlik sorunlarının tuğlalarını oluşturduğu, dil ve din problemlerinin çimentosu olduğu bu sınıfın duvarları bir taraftan ırkçılığın, homofobinin ve aşırı sağın plasentası. Bu evreni giriş mahiyetinde yad ettikten sonra bu serüvenin bize neleri nasıl anlattığına daha yakından bakalım.
Belgesel sinemada en çok tartışılan konulardan biri kameranın konumu ve gerçeklik arasındaki ilişkidir. Çünkü belgeseli kurmacadan ayıran belki de en önemli faktör, belgeselin tür olarak pür gerçekliği yansıttığını iddia etmesidir. İzleyici ile eser arasında bir gizli sözleşme imzalanır ve izleyici tüm anlatının gerçekliğine inanacağının altına imza atar. Fakat, hâlihazırda gerçekliğin kendisi bir tartışma konusuyken bir de bunu kamera gibi hayatı belirli bir çerçeve içine alan ve araç olarak sübjektifliğe hizmet eden bir unsurla yakalamak söz konusu bile değildir. Bu sebepten belgesel sinema işin özünde altı doldurulamayacak bir iddiada bulunur. Bu iddianın asıl işlevi ise seyirci üzerinde etkiyi artırmak olur. Çünkü gördüğü imajların gerçek hayatta da var olduğunu öğrenen seyirci kurmacadan çıkar ve sanki izlediği şeyleri kamera süzgecinden değil de gerçek hayatta, olayların yaşanıldığı yerde, kendi gözüyle görüyor izlenimine kapılır. Fakat gün sonunda her şey bir aldatmacadan ibarettir.
Şimdi tüm bunları Herr Bachmann und seine Klasse’ye bağlamak gerekirse filmin başından itibaren sınıfa yerleştirilmiş kameralarla bu dünyaya içine doğuyoruz. Üç saat otuz yedi dakika boyunca da bu insanların yaşamlarını adeta “röntgenliyoruz”. Fakat gündelik hayatlarını yaşamaktan hiçbir şekilde taviz vermediklerini anladığımız bu insanlar onları çeken bir kamera yokmuş gibi var olanı, gündelik olanı sürdürüyorlar. Burada akıllara gelen soru da tabi ki filmin nasıl çekildiğinden öte bir şey olmuyor. Hiçbirinin profesyonel bir tarafa oyuncu olmadığı, tek görevleri kendi hayatlarını oynamak olduğu bir grup çocuk ve orta yaş üstü bir bireye kamera nasıl unutturuldu? Muhtemelen çekildiği esnada sınıfın çeyreğini kaplayacak büyüklükte ekipmanlar nasıl oldu da günlük hayatın akışına etki etmedi? Ya da ettiyse ne kadar etti? Tüm bu soru işaretleri ışığında filme bakmak filmin her anına dair başka bir taraftan da düşündürürken sinema tarihi boyunca tartışılan bir konunun 2021 yılındaki karşılığına dair yeni alanlar açıyor. Filmin çekim sürecine dair tüm bu soru işaretleri bir tarafa, kamerayı hem seyirciye hem de karakterlere unutturma açısından elimizde bir yönetmenlik gösterisi var.
Herr. Bachmann kariyerinin son yıllarını yaşayan bir öğretmendir. Film boyunca hayatına dair ufak ufak bilgilerin verildiği bu renkli karakter yaşına rağmen kendisinin de dillendirdiği gibi çocuklarla yaşamaya, onların dünyalarında kaybolmaya gönül vermiş bir halk kahramanıdır adeta. Her öğrencisine farklı yaklaşan, her birinin bir birey olarak ele alan Bachmann ile öğrencileri arasında seyircilerin güçlükle fark edeceği köprüler oluşmuştur. Bu anlamda bu eğitim emekçisinin öğrencilerine karşı takındığı tavırlar yer yer bizlere pedagojik açıdan pek doğru gelmese de, tıpkı yönetmen Maria Speth’in dediği gibi “yalnızca bilgi aktarmakla kalmayan, tüm zayıflıkları ve güçlü yanlarıyla benliğini işe katan; tabuları olmayan ve öğrencilerini önyargısızca harekete geçiren; insanın kendine verdiği değeri artırmanın Pisagor teoreminden daha önemli olduğunu bilen” biridir Bay Bachmann. Onun amacı öğrencilerine eğitim sisteminin gerekli gördüğü şeyleri değil, insan olmanın gereklerini öğretmektir. İnsan haklarının bilincinde olan bir öğrenci onun için matematik sorusu çözebilen bir öğrenciden daha büyük bir kazanımdır. Her biri aile, çevre ve kimlik üçgeninde büyük sorunlarla boğuşan bu çocukların sorunlarını çözme yolunda ellerinden tutar ve onların kendilerini gerçekleştirme sürecinde el feneri görevi görür Bachmann.
Bachman’a dair bu çıkarımlar filmin merkezinde o varmış gibi bir yanılsamaya sebep olabilir. Fakat filmi izleyen herkesin hemfikir olabileceği gibi durum pek de öyle değildir. Aksine, karakterine dair en az çıkarım yapabildiğimiz karakter belki de odur. O, seyircinin çocuklarına ulaşması için bir araç, bir dönüştürücü kablo görevi görür. Çocukların dünyasını biz yetişkinlere aktaran bir kablo… Tıpkı filmin açılış sekansı gibidir tüm film. Bu sekans boyunca Bachmann’ı görmeyiz. Kadraj dışından öğrencilerle konuşur. Fakat kamera sırayla bütün öğrencileri tarar. Hatta film çocukların evrenine dahil olmamızı, onlarla özdeşlik kurmamızı öylesine ister ki yakın planlarla onların en ufak mimik değişimini dahi yakalamamızı sağlar. Bu anlamda, dakikalarca Bachmann’ın sadece sesini duymamız film boyunca onun gerçek konumuna dair ipucu verir. Bunun yanında, onun hayat hikâyesine dair birtakım detayları da öğrendikçe aslında öğrencilerle arasında adı konulmamış bir bağının olduğun keşfediyoruz. Onun da göçmen bir aileden gelmesi, tüm bu göçmen çocuklarıyla kurduğu ilişki de bir katman daha yaratıyor. II. Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın kalkınmasında belki de en büyük paylardan birine sahip olan bu göçmen ailelerin, hiçbir yere ait hissetmeme durumlarının nasıl çocuklarına kalıtımsal olarak aktarıldığını görmek için de son derece yalın bir anlatı sunuyor bu film. Günümüz Avrupa’sının ve Avrupalılaşmanın bir anatomisi olmasının yanı sıra geleceğe dair de akıl yürüten film, bu yaşta yaşanılan sorunların, yalnızlaşmanın, öteki hissetmenin gelecekte doğuracağı aşırı sağ fikirlere, ırkçılığa ve filmde de bir sahneyle altı çizildiği üzere homofobiye nasıl kapı açtığını da tüm çıplaklığıyla sunuyor.
Üç saat otuz yedi dakikalık süresinin yarım saat gibi hissedildiği bu “epik” serüven sonunda size birçok arkadaş kazandıran ve duygusal olarak kendi içinizde de birçok kapı açan türden bir yapıt. Her tarafından inanılmaz bir incelik fışkıran ve bu inceliğini hiçbir noktada göze sokmaması ise en büyük başarılarından biri. Kendinizi bir Tsai Ming-liang filmi izler gibi kaptırdığınız anlardan oluşan bu anlatı belgeselcilik adına çok konuşulacak dokunuşlar barındırırken sizleri de bu dokunuşlarla kurduğu atmosfere davet ediyor. Her yönüyle dört başı mamur bu belgeselin belki de tek olumsuz tarafı film bittikten sonra sırtımıza yüklediği duygular ve Herr. Bachmann ile 6-B sınıfını film bittikten sonra sürekli özlüyor ve onları tekrar görmek için can atıyor olmamız. Umarız ki bu kasabaya yolumuz düşer ve artık çok iyi bildiğimiz bu sınıfın duvarındaki gitarları çalar, bateri çalan Hasan’a eşlik eder, umutsuzca mutfakta bir şeylerle uğraşan Ferhan’ı izleyip Jamie ile dans edebiliriz. Filmin ruhunu bozmamak adına karakterlerin derinliklerine dalmaktan çekinilen bu izlenim yazısını filmde sık sık duyduğumuz ve bir ortaokul öğrencisinin ağzından dökülebilecek en güzel aşk mektubuyla tamamlayalım. “Seni çok seviyoruz Herr. Bachmann.”