43. İstanbul Film Festivali dünya sinemasının en yeni örnekleri, kült yapıtlar, usta yönetmenler ve genç yeteneklerin son filmlerinin de aralarında olduğu 132 uzun metrajlı ve 12 kısa filmden oluşan zengin bir program sunuyor. Festival, 12 gün boyunca, film gösterimlerinin yanı sıra konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla yapılacak söyleşiler, özel gösterimler ve etkinliklerle sinema dolu günler yaşatacak. Fil’m Hafızası ekibi olarak sizler için festivali takip edip filmler hakkında görüşlerimize yer vereceğimiz 43. İstanbul Film Festivali Günlüklerinin dördüncüsüyle karşınızdayız. Keyifli okumalar.
Geçiş / Crossing (Yön. Levan Akin, 2024)
Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümünün açılışını yapan Geçiş, Levan Akin’ın Ve Sonra Dans Ettik’ten (And Then We Danced, 2019) sonra üzerine çevrilen beklenti dolu bakışları yine fazlasıyla tatmin ediyor. Her filminde her ne kadar mevzuyu tam anlamıyla onun üzerine kurmasa da ısrarla ve hevesle tutunduğu LGBTİQ+ meselesini bir kez daha ustalıkla kaşıyor. Üstelik bir önceki filminden farklı olarak bu kez hikâyeyi Gürcistan’dan Türkiye’ye taşımayı tercih etmiş. Türkiye ile yakın bir bağının olduğunu bildiğimiz Akin, adeta İstanbul’a hayranlığını bu film ile belgelemek istemiş. Zira Akin, İstanbul’a anlaşılan o kadar büyük bir aşk ile bağlı ki yer yer otantizm tuzağına düşmekten kurtulamıyor. Açıkçası özellikle filmin ilk yarısında biraz peşin hükümlü davranarak huysuzlandığımı itiraf etmeliyim. Film, neredeyse İstanbul’a özel çekilmiş bir tanıtım filmi havası veren birçok sahneye sahip. Fakat filmin ikinci yarısından sonra hikâyenin daha da derinleşmesiyle İstanbul; altmışlarında yapayalnız kalmış emekli tarih öğretmeni Lia ile hayatının baharında ama işsiz güçsüz, sevgisiz, beş parasız olan Achi’nin ellerinden kaybolup giden hayatlarına arka fon görevine geçmektedir. Tabii Lia ile Achi’yi beraber İstanbul’a sürükleyen Tekla’nın hayali ile bir trans birey olan Tekla’nın hayatının olumlu bir alternatifini yaşayan Evrim’i de unutmamak gerek.
Akin’in genellikle müzik kullanımında da kendini hiç frenleyemediği aşikâr olsa da yine de İstanbul’un genellikle yüz çevrilen mekânlarında, ötekileştirilen bireylerin arasında filmini var eden ve bunu çok da güzel kotaran Akin’a bir kez daha hayran olmamak elde değil. Achi ile Lia’nın birbirine zamanla yaklaşıp birbirlerinden güç alarak hayata tutunması; Evrim’in pırıl pırıl parlayan hayatına eşlik eden kendiyle barışık ve ne istediğini bilen halleri ve daha nicesiyle Geçiş, bazılarımız için kesinlikle tutkuya dönüşecek bir film.
Filmi bugün 21.30’da Cinewam City’s 7’de veya 27 Nisan Cumartesi 21.30’da Beyoğlu Sineması’nda izleyebilirsiniz.
Sevgiler, Hilde / In Liebe, Eure Hilde (Yön. Andreas Dresen, 2024)
İkinci Dünya Savaşı ve Hitler’in dünya üzerine saldığı korku biteli neredeyse seksen yıl oluyor. Bu süre zarfında özellikle Nazi Soykırımı’nı merkezine alan sayısız film çekildi. Her yeni filmde “Daha anlatacak ne kaldı?” diye düşünüldü. Bazı filmler gerçekten de tekrara düştü. Fakat yıl 2024. Ve hâlâ Hitler’in başta kendi vatandaşları olmak üzere tüm dünyaya yaşattığı acıları anlatan filmler hızla çekilmeye devam ediyor. Ve çekilmeye de devam edecek gibi. Fakat özellikle bu yıl, bu tarz filmlerin anlatım tarzlarının farklılık yaratması dikkat çekiciydi. İlgi Alanı / The Zone of Interest (2023) zulme uğrayan, katledilen, yakılan Yahudileri hiç göstermeyip sadece katliam sesleri üzerinden yıkımı anlatmaya çalışmış ve gerçekten de olağanüstü bir işe imza atmıştı. Sevgiler, Hilde de anlatımda tercih ettiği birtakım tercihlerle biraz bu noktadan ilerliyor. Hitler’e bağlı olarak onun kurmaya çalıştığı sistemin neferleri, klasik Nazi Soykırımı filmlerindekilerden çok daha nazik ve anlayışlılar. Zira bu kez Nazi zulmüne uğrayanlar saf Almanlar. Gel gör ki Hitler’in sistemine karşı olan Kızıl Orkestra üyeleridir. Yani sisteme bir tehdit. Peki, Hilde’nin ve kocasının da içinde bulunduğu bu genç grup sisteme tehdit olacak eylemlerinde ne yapmıştır? Kamp ateşi etrafında sohbet etmek ve Sovyetlere birkaç selam içeren telgraf mesajı çekmek dışında? Hiç… Filmi izlerken aklıma 1995 yılında Manisa’da gözaltına alınıp ağır işkencelerden geçirilen gençler geldi. Faşizmin cezalandırması için çok mühim şeyler yapmaya gerek yoktur. İki yıl önce yine İstanbul Film Festivali’nde Rabiye Kurnaz George W Bush a Karşı (2022) filmiyle katılan Andreas Dresen, yine gerçek bir hikâyeden yola çıkıyor.
Gencecik, hayatlarının baharında olan bir grup arkadaş; oldukça masum birkaç girişimde bulunurlar ve kısa bir süre sonra da yakalanıp hapse atılırlar. Sonra da teker teker Hitler’in onlar için verdiği tartışılmaz kararın kurbanı olurlar. Filmde seyircinin odağında olan ise Hilde’dir. Hamile olarak girdiği hapishaneden ancak çocuğunu çıkarabilir. Hilde’nin hapishaneye girmesiyle başlayan süreç bir yandan da onun geçmiş, ışıl ışıl günleri yani geçen yazı hatırlamasıyla aralanır. Nazi hapishanelerindeki kasvetli hava, Hilde’nin hafızasındaki anılarla nefes alır adeta.
Filmi 22 Nisan Pazartesi 16.00’da Atlas 1948’de veya 28 Nisan Pazar 21.30’da Kadıköy Sineması’nda izleyebilirsiniz.
After Hours (Yön. Martin Scorsese, 1985)
Bir Scorsese klasiği olan olan After Hours restore edilmiş 4K versiyonuyla İstanbul film Festivalin’de gösterimini gerçekleştirdi. Film 1985 yılında yarattığı görkemi ve popülerliği hâlâ korumakta ve performansı gayet yerinde. Sinemanın evrenselliği, kayıt altında olması ve kitlelere ulaşabilirliği gibi önemli detayları onun birer kanıt oluşu açısından oldukçu önemli bir gerçekliktir. Film aradan geçen yıllara rağmen heyecanını korumayı başaran önemli yapımlardan biri olarak bir kez daha dikkat çekiyor. Martin Scorsese gibi bir efsaneden bahsetmek için kuşkusuz ne söylersek söyleyelim hep bir şeyler eksik kalacaktır. Bu hususta belki nostaljik After Hours’un her izlenildiğinde yarattığı farklı duygu geçişlerinden bahsetmeyi deneyebiliriz. After Hours çocukluğumuzdan kalan, hâlâ tadı damağımızda, güvenli anlarımıza şahitlik etmiş bir anı bir arkadaş gibi. Paul hâlâ eve dönmek için mücadele ediyor, hâlâ trene parası yetmediği için yetişemiyor ve hâlâ Henry Miller’ın Yengeç Dönencesi kitabını okuyor. Film boyunca yaratılan evrenin tekinsizliği tam bir Scorsese üslubuyla seyirciyi kıskacına alıyor ve nefeslerimizi kesiyor. Tam doksan yedi dakika boyunca saçma olan şeylerin büyüsüne kapılıyoruz. Bilinmeyenin, çözülmeyenin ve anlamlandırılamayan şeylerin çekiciliği filmin adeta bel kemiğini oluşturuyor. Bu kadarı da olmaz dediğimiz her yeni durum hemen ardından daha absürt bir çıkmaza evriliyor. Günlük hayatta çok sık karşılaşamayacağımız; ancak bir o kadarda sıradan insanların arasında geçmek bilmeyen saatler bir türlü sonuca varamıyor. Ve Paul evine asla dönemiyor.
After Hours döneminin klasik anlatısını bozan yenilikçi yapımlardan biri olarak oldukça ses getirmişti. Özellikle Taxi Driver (1976) ve Raging Bull (1980) filmlerinin hayranı olan bir kitle için After Hours filmi eril kodları karşılayan güçlü bir erkek vizyonu kapsamında ele alınmıyor. Belki de Scorsese’nin en deneysel filmlerinden biri diyebiliriz. Ancak tüm bu başarısına rağmen önceki filmleri kadar hak ettiği değeri gördüğünü düşünmüyorum. Öte yandan filmin yapımcıları arasında Paul karakterine hayat veren Griffin Dunne’un da bulunması Scorsese-Dunne ortaklığının samimiyetini her sahnede hissettiriyor. Hâl böyle olunca After Hours başarılı bir yönetmen ve oyuncu uyumu yakalıyor. Filmin hikâye bağlamı ve yönetmenlik başarısı oldukça güçlü bir motivasyona sahip. 1980’ler Amerika’sının kültürel kodlarını en ince detayına kadar işleyen Scorsese, sanat kavramını da eleştirmekten hiç çekinmiyor. Özellikle kavramsal sanat çalışmaları ve yaratılan eserler hakkında hatırı sayılır derecede iğneleme yapıldığını görüyoruz. Her türlü nesneyi sanat eserine dönüştüren Readymade akımının üzerine de görüşlerini bildiren Scorsese sisteme dair tüm sorunlarını Paul üzerinden filme aktarmayı başarır. Gay polislerin barda öpüşmesi, BDSM kıyafeti giyen partnerler, krem peynirli çörek şeklinde yapılmış kâğıt ağırlıkları filmin anlatısına hizmet eden önemli detaylar olarak karşımıza çıkıyor. Eğlenceli, karikatürize edilmiş bir modern insan buhranı izliyoruz.
Bir İstanbul Üçlemesi: Meze-Müzik-Muhabbet / Istanbul Trilogy: Meze-Music-Muhabbet (Yön: Ferzan Özpetek)
Yönetmen Ferzan Özpetek’in üç bağımsız kısa filmden oluşan Bir İstanbul Üçlemesi: Meze, Müzik, Muhabbet hayatı paylaşmayı seven; beraber sevinen, neşelenen veya hüzünlenen insanların bir arada olduğu rakı sofralarının köklü ve zengin geleneğini İstanbul’un güzelliğiyle birleştirerek seyirciye sunuyor.
Meze: Hayatta bazen en güzel günüm dediğiniz gün en büyük hayal kırıklığınız olabilir. Kendinizi berbat hissedebilirsiniz. Tam da bu noktada dostlar tutar omzunuzdan ve sizi kocaman lezzetli bir sofrada sarar sarmalar ve size bir kutlama hediye eder.
Müzik: Unuttuğumuz bir çocukluk anısı hem bizim hem de başkalarının kaderini, geleceğini nasıl etkileyebilir? Müzik aslında çok küçük görünen detayların insanların hayatında neler değiştirebileceğini, onların geleceğini nasıl değiştirebileceğini gösteriyor. Filmde bir minik küre ve coşkuyla söylenen bir şarkı hayatın tesadüflerle ne kadar güzelleşebileceğini gösteriyor.
Muhabbet: Özlemek hem lanettir hem lütufdur. Bir insanı, bir kenti, bir dostu, bir sevgiliyi özlemek kalbinde hep taşıdığın bir sızıdır. İçindeki o özlemi gidermek için her şeyi dener insan ama o duygu hiç bitmez ve sen onunla birlikte yaşamayı öğrenirsin. Muhabbet belki d üçlemenin en hüzünlü ve umutlu filmi.
Ferzan Özpetek, Bir İstanbul Üçlemesi: Meze-Müzik-Muhabbet’te izleyiciye kendi hayatından anıları ve duyguları hediye ediyor. İstanbul’un bütün güzelliğini; hikâyelerle, hüzünle, umutla ve sevgiyle bezeyerek şarkılarla süsleyerek sinemanın tüm lezzetini filmlerin üzerine serperek servis ediyor.
Üçlemeyi 21 Nisan Pazar 21.30’da Kadıköy Sineması’nda, 22 Nisan Pazartesi 19.00’da Cinewam City’s 7’de izleyebilirsiniz.