59. Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Uzun Metraj seçkisinin son filmlerini görüyoruz artık. Beklentileri düşüren bir başlangıçla başlayıp Kurak Günler ile zirve yapan yarışma filmlerinde bugün Kaan Müjdeci’nin yıllardır beklenen İguana Tokyo‘suna ve Toronto’dan dönen bir ilk film olan Selcen Ergun’ün Kar ve Ayı‘sını izledik. Her ne kadar Kurak Günler bir anda seyircide toplu bir yükselme hali yaratmış olsa da genel itibariyle Antalya seyircisi seçkiye bir vasatlığın hakim olduğunu düşünüyor. Festivalden önce kağıt üstünde farklı bir sene sunma ihtimal yüksek görülen 59. Antalya Altın Portakal Film Fstivali’nde yarın izleyeceğimiz iki film ile seçkiyi kapatıyor olacağız. Ödüllere dair favorilerin de konuşulmaya başlandığını belirterek bu noktada Özcan Alper’in filminin belirleyici olabileceğini söylemek gerekiyor. Afrika sıcaklıklarının Konyaaltını’nı terk etmiş olması en güzel haberlerdenken film sırasında çalan telefonların zil sesinin İsmail YK’ya kadar ulaşmış olması Kurak Günler‘in yükselttiği gerilimin sinema salonlarında sürmesini sağlıyor…
Iguana Tokyo
Sivas ile 2014 yılında Venedik’e uzanan bir yolculuğa çıkan ve Türkiye sinemasının parmakla gösterilen filmlerinden birine imza atmış Kaan Müjdeci’nin ikinci uzun metraj filminin ne olacağı yıllardır merak konusuydu. Bu süreçte Kapalı Gişe: Türkiye’de Tekelleşen Film Dağıtımı gibi sektörün çarpık ekonomisini gözler önüne seren bir belgesele ve geçtiğimiz yıl yayınlanan ve modern Shakespeare uyarlaması Hamlet‘e imzalarını atan Müjdeci’nin ikinci uzun metrajının İguana Tokyo olduğunu bir süredir biliyorduk aslında. Fakat yer yer basında da geçen filme dair yapım ve dağıtım sorunlarının yanında pandemi gibi etkenler filmin seyirci ile buluşmasının önünde engeller oluşturmuştu. Fakat bu bekleyişin ardından ismiyle bile merak unsuruna dönüşen İguana Tokyo‘ya Altın Portakal’da kavuştuk.
Film yakın gelecekte, her köşesinin M² isimli bir sanal gerçeklik oyununun büyüsü altında olduğu Tokyo’da geçiyor. Görsel hafızamıza hakim olan bir Tokyo bakışı sunan Müjdeci, bu neonlarla bezeli şehirde evlerin içine odaklanıyor. M² oyunu ise bu evlere, ailelerin arasına, hatta daha da derinliklere girebilmemiz için bir anahtar görevi görüyor. Oyunun kazananın evdeki kişisel alanı büyürken daha büyük M²’ye sahip olan evi de yönetir. Bu sayede gerçeğe doğrudan müdahalesi olan bir fantazya kurar M². Odağımızdaki ailenin ise bu oyunu en iyi oynayan ferdi 14 yaşındaki Tokyo’dur. Neredeyse bu oyunun gerçekliğinin içine doğan Tokyo zamanla bu oyunun aile fertleri için tehlikeli bir hal almasına sebep olur. Oyunun açtığı alan ile çeşitli arzular, güdüler ve düşüncüler oyunun dünyasına fışkırır. Fakat bu fışkırma oyunun dünyasını aşar, gerçek dünyaya bulaşır. Bir noktadan sonra iki gerçeklik birbiriyle kesişmeye başlarken her sınır yavaş yavaş muğlaklaşır.
Sinemamızda neredeyse hiç görmediğimiz bir tema üzerinden filmi kurmak elbette ki seyirci olarak filme karşı henüz baştan bir sempati ile yaklaşmanıza sebep oluyor. Kaldı ki Altın Portakal’ın perdesine uzun yıllardır sarı, kahverengi ve turuncu gibi renklerin hakim olduğunu düşünülünürse Aspendos salonunda böyle bir film deneyimlemek her anlamda bir tuhaf hissiyat bırakıyor. Film bu beklentilinin ne kadar altını doldurabiliyor ise birçoklarına göre şüpheli. Hiçbir noktada anlatısına dair her detayı aktarma derdine düşmeyen, karakterlerine dair sadece olay örgüsünde karşımıza çıkan bilgilere sahip olduğumuz ve klasik anlatı yapısnı bir kenara bırakan film sanki kısa bir Japon öyküsü tadı arıyor. Kurduğu yapıyla büyük sözler üretmeye çalışmadan filmi deneyimleme noktasına da yatırım yapan Müjdeci, çeşitli türlerin en alışkın olduğumuz unsurlarını da filmine yedirmekten geri durmuyor. Anlatısındaki belirsizliğin ve ekonomik hikaye anlatıcılığına dair denemelerinin en güçlü yönleri olduğunu düşündüğüm filmin bu noktalardan genel seyirciye ulaşmada sıkıntı da yarattığını söyleyebiliriz. Öte taraftan, Müjdeci, Türkiye gibi bir ülkede rahatlıkla aykırı durabilecek çeşitli unsurları da doğrudan seyirciye sunuyor. Oedipus kompleksinin bir tepe taklak halinin doğrudan kamera önünde cereyan ettiği film tehlikeli sularda dolaşırken bu kısımları birer korku-gerilim ögesi olarak kullanmaktan da imtina etmiyor. Bu noktada filmin ilerleyen süreçte çokça eleştirilebileceğini belirterek kişisel olarak bu tarz unsurların filmin kurduğu bu uçukluk deryasında yeri olabileceğini düşünüyorum.
Filmi ilginç ve izlemeye değer kılan bu gibi detayların yanında bir parantez de meseleyi eleş alış biçimine açmak gerektiğini düşünüyorum. Futuristik bir öyküyü Tokyo gibi bir yerde sanal oyunlar üzerinden kurmanın kendisi bu türde akla ilk gelecek yapılardan biri. Fakat bu yapıyı nasıl anlattığınınız, sıkça tüketilen ve neredeyse sündürülmüş bu mevzuya bakışınız ele aldığınız klişelerin de başka bir şey ifade etmesine sebep olabilir. Fakat Kaan Müjdeci bu yapıyı paket halinde alıp Türkiyeli bir aileye entegre ederken pakete dahil olan şablondan da vazgeçmiyor. Aile meselesine dair evrensel bir hikaye anlatmak için yola çıkarken belki istemeyerek ve tür anlatısının gereği olarak olsa da aileye büyük bir kutsiyet atfediyor. Geleceğe dair bir yapı kurup içine artık kutsallıkları tartışılan mevzualara dair muhafazakar sözler üretince ister istemez bir Black Mirror vari bir ideoloji kurmuş oluyorsunuz. Filme dair en büyük itirazım bu noktadan. Öte yandan yapım noktasında değişen yolların filmin bütçesini de etkilediği hissediliyor. Yaratılan dünya bir şekilde filmi sonuna kadar taşımaya yetse de hiçbir şekilde kendinizi kaptıracağınız bir görsellik yok karşınızda. Kaan Müjdeci sanki görsel dünyadan bu desteği alamayınca sanki meselesini iyice aileye indirgiyor. Belki de bahsettiğim muhafazkar cümleler bu sebeple çıkıyor ağzından. Son olarak filmin oyunculuk noktasında kalburüstü durduğunu söylemek gerekiyor. Özellikle çocuk oyuncu Deniz Ülkü korku ve gerilim unsuru olarak karakterinin çalışmasının en büyük etkeni. Sivas‘ı da düşününce Kaan Müjdeci’nin çocuk oyuncular ile çalışma noktasında iyi sınavlar verdiğini söyleyebiliriz. Ezcümle, İguana Tokyo türünün klişeleriyle bir dünya kurarken bazı sosyal meselelere dair eski söylemler üretiyor. Fakat deneyim noktasına alan açan bir yönetmenlik tarzı ve ekonomik hikaye anlatıcılığıyla bir şekilde diken üstünde seyircisini sonuna kadar taşıyabilmeyi başarıyor.
Kar ve Ayı
Yönetmenliğini Selcen Ergun’ün yaptığı Kar ve Ayı bu yıl Ulusal Yarışma’daki tek ilk filmdi. Geçtiğimiz yıl seçkinin neredeyse yarısının ilk filmlerden oluştuğunu düşününce bir hayli tuhaf bir durumla karşılaşıyoruz. Kaldı ki En İyi İlk Film Ödülü’nün verilecek olması da bu tuhaflığı bir hayli katmerlendiriyor. Çünkü genel kanıya da bakınca malesef elimizde böyle bir ödülün gözü kapalı verilebileceği bir film yok. Bu yıl Toronto Film Festivali’nin ana seçkisinde yer alan ve Eurimages dahil olmak üzere birçok ülkeden aldığı desteklere merak uyandıran Kar ve Ayı, altı pek çizilmese de Artvin’in Şavşat ilçesi olduğunu bildiğimiz, karlarla kaplı, uzak bir kasabada geçiyor. Kışın bitmek bilmediği ve bütün yolları kapattığı bir senede hemşire Aslı mecburi hizmet için bu köye gelir. Köy sıradan bir Anadolu köyünün bütün özelliklerine sahiptir. Dedikodular, söylentiler ve efsaneler köyün temel taşlarındandır. Gelir gelmez kendini bir kayıp vakasının ortasında bulan Aslı’nın çevresini ise erk ilişkiler, sır ortaklıkları ve kuşkular sarmaya başlar. Polisiye bir yapıda kurulurken gerilim ve merak unsurları yerleştirmeye çalışan filmde rahatlıkla tahmin edilebileceği gibi coğrafyanın kendisini de bir ana karakterdir. Ayıların insanlarla olan ilişkisi köyün süregelen çatışmasını oluştururken halkın ayıları kendi meselelerine nasıl yerleştirdiği, doğa insan ilişkisi üzerinden filmin işaret ettiği temel noktalardan.
Fakat film ne yazık ki hiçbir vaadini yerine getiremiyor. Bunun iki temel sinema unsurunda da büyük eksiklikleri olmasına bağlıyorum: senaryo ve görsel dil. Bir gerilim veya bir polisiye anlatısı kurma hedefiyle çıkıp oldukça bilindik, hepimizin sonunu ön görebildiği bir yapı kuruyor Selcen Ergun. Hikayeye sürekli eklemlendirilmeye çalışılan yan hikayeler de birbirini tekrar ediyor ve aynı çatışmalar farklı kişiler ile tekrar tekrar yineleniyor. Karakterin sıkışmışlık hissi de seyirciye geçirilemeyince bir süre sadece bir gözlemci olarak bakıyoruz filme. Bu süreçte herhangi bir özdeşlik kurulamıyor. Diyaloglar ise çoğu zaman sinemanın temel mevzularından göstermek yerine anlatmak için bir araç olarak kullanıyor. Çünkü malesef film kurduğu görsel dile de güvenemiyor. Bir dağ köyünde kış çekmek başlı başına etkileyebilecek görsel bir malzeme potansiyeline sahipken film burada kalıyor. Geçtiğimiz Okul Tıraşı’nda benzer bir coğrafyaya dair aktarılan duygunun yanından bile geçemiyor film. Sonu ile kurtarabilir diye düşünürken başından beri beklediğimiz sonu bir twist olarak sunması da filmin problemlerini iyice gün yüzüne seriyor. Bütün bu anlatıyı ters yüz edip, twist olarak sunduğu olayı hikayenin başında seyirciye sunmak ve ardından bu olayın köy halkı ve hemşire üzerindeki sonuçlarına odaklanmak fikir olarak hem daha ilgi çekici hem de yeni bir söz üretme potansiyeli olan bir anlatıya yol açabilirdi diye düşünmeden de geçemiyoruz.