Anna Gavalda aynı adla sinemaya uyarlanan ve Türkçeye Bir Aradayız Hepsi Bu adıyla çevrilen romanında şöyle yazar :
“Kanadı kırıklar ailesinde bundan böyle bir büyük annemiz vardı ve kalabalık aile tamamlanmamış bile olsa, zaten asla da tamamlanmayacaktı, yıkılmaya hiç niyetleri yoktu.
Yedili ailede sıkıntıda mıydılar? Gelin pokerden konuşalım! Kâğıtlar dağıtıldığında buna kare deniyordu. Güzel, kare as, belki de değil… Her anlamda bir kare olabilmek için fazla kambur, çok fazla yara, çok fazla engel ama… Hey! Bir kare!
Ne yazık ki iyi oyuncu değillerdi…
Tümüyle oyuna yoğunlaşmış olsalar bile. Bir kez olsun eli tutmaya karar vermiş olsalar bile, bu silahsız bir kralcıdan, kırılgan bir periden, boyun eğerek yetişmiş bir gençten, blöf yapmayı beceremeyen yaşlı bir kadından nasıl beklenebilirdi?
İmkânsız.
Eee… ne yapalım… Ortaya sürülen küçük bir para ve gülünç kazançlar her zaman iflas etmekten daha iyiydi…”
Zamanın ve mekânın ötesinde tesadüflerin bir araya getirdiği yaralı ve aidiyetsiz ve tuhaf karakterler, onların bir arada ve hayatta kalma mücadelesi sinema tarihinde her dönemin en samimi hikâyeleri ola geldi denebilir. Aralarında hem çok bilinen kültlerin hem de arada kaybolup gitmişlerin olduğu bu film seçkisini hazırlarken ben kişisel tarihimde bana en çok dokunanlarını bir araya getirmeye çalıştım.
Breakfast Club (yön. John Hughes, 1985)
Andrew: Ebeveynlerimiz gibi mi olacağız?
Claire: Ben olmayacağım. Asla!
Allison: Kaçınılmaz son bu. Her zaman olur
Claire: Ne olur?
Allison: Büyüdüğünde kalbin ölür
John: Kimin umurunda?
Allison: Benim umurumda.
Tipik bir Amerikan lisesinde öğrenim gören, ayrımcı eğitim politikalarından mustarip beş öğrenci aldıkları disiplin cezası nedeniyle tüm cumartesi günü boyunca, despot öğretmenlerinden birinin gözetiminde okulun kütüphanesinde kalıp birer kompozisyon yazmaya zorlanır. Birbirlerini hiç tanımayan, aileleri ve arkadaşları dâhil olmak üzere bambaşka hayatlara sahip Claire, Andrew, John, Brian ve Allison, günün başında konuşacak ve paylaşacak tek bir ortak nokta bulamazken, günün sonunda hem kendileri hem de birbirleriyle yüzleştikleri kavgaları sırasında bu hayati diyaloğa sürüklenir.
80ler kültürüne ait ikonik figürler eşliğinde anlatılan hikâye, aslında hayatla ve gelecekle ilgili kaygı duyan her genç için zamanın ve mekânın ötesinde ortaklaşan kimlik bunalımları ve ortak sorular üzerine yoğunlaşıyor.
Ensemble, c’est tout (yön. Claude Berri, 2007)
Anna Gavalda’nın aynı adlı romanından uyarlanan film birbirinden hem yaş hem kültür olarak çok farklı dört yalnız Fransız’ın Paris’te eski bir ev etrafında bir araya gelmesini konu alıyor. Gizemli bir geçmişe sahip temizlikçi ve aynı zamanda ressam Camille; kalabalık ve bol çocuklu bir ailenin yalnız oğlu olarak büyümüş olan ve konuşma bozukluğundan mustarip kartpostal satıcısı Phillibert; aşçılıktan artan tüm vakitlerinde kendisini büyüten ve çok sevdiği büyükannesine bakmak zorunda kalan Fanck ve elbette her daim banliyödeki evini, bahçesini ve hayvanlarını özleyen büyükanne Paulette. Var olmanın ve hayatta kalmanın zorluğuyla, Paris’te eski bir taş binanın büyükçe bir dairesinde hep birlikte mücadeleye ve birbirine tutunan bu dörtlünün tatlı ve huzurlu hikâyesi, çoğu edebiyat uyarlamasının aksine sıcaklığından hiçbir şey kaybetmeden filme uyarlanmış.
A Bigger Splash (yön. Luca Guadagnino, 2015)
Call Me By Your Name’den tanıdığımız Luca Guadagnino’nun 2015 yılında yönetmeliğini yaptığı film huzurlu atmosferine rağmen kara komik ve gizemli bir hikâye üzerine kurulu. Efsanevi rock yıldızı Marianne Lane ve sevgilisi Paul, bakir bir Akdeniz adasında gözlerden uzak bir sahile kapanmış dinlenirken eski ve ortak arkadaşlarından Harry ve genç kızı Penelope yanlarında bitiverir. Pek de istenmeyen türden bir misafir olan bu eski arkadaş, kendi kızı da dâhil tüm ev halkı için can sıkıcı bir baş belasına dönüşür. Harry’nin gürültülü kişiliğinden sakınmak için etrafa kaçışmaya başlayan ev halkı, hem Harry, hem kendileri hem de birbirleriyle kaçınılmaz bir çatışmaya girer.
The Party (yön. Sally Potter, 2017)
Sally Potter’ın yazıp yönettiği film daha ilk andan izleyiciye gerçek anlamda silah doğrultuyor.
Gerçek zamanlı, tek mekânlı ve siyah-beyaz teatral bir kara komedi. Her biri farklı dünya görüşüne ve farklı inançlara sahip, orta sınıf bir aydın topluluğu olan yedi arkadaş, Janet’ın politik terfiini kutlamak için evinde verdiği partide bir araya gelir. Herkesin ya duyurmak istediği yeni ve büyük bir haberi ya da artık açıklamak istediği büyük bir sırrı vardır.
Ortaya çıkanlarla yavaş yavaş gerilen parti, tüm değerler ve inançların, tüm ilişki ve tercihlerin sorgulandığı, her köşede ayrı bir tartışmanın sürdüğü, bol çatışmalı bir otama dönüşür.
Adore (yön. Anne Fontaine, 2013)
Çocukluklarından beri hem komşu hem en yakın arkadaş olan Roz ve Lil, olgun birer kadın olup kendi ailelerini kurduklarında da birbirlerinden kopamazlar. Avustralya’nın bakir bir sayfiye koyunda mütevazı hayatlarını yine birlikte ve yan yana sürdürmeye devam ederler. Dışardan bakıldığında ikisinin de mükemmel birer evi, ailesi ve işi olsa da yıllarca etraflarına ördükleri mükemmel kabuğun tuhaflığını fark ederler. Ya mükemmelen ördükleri kabuğu yıkacaklar ya da ağları sıklaştırıp daha mükemmelini öreceklerdir. Ufak bir sorgulama ve farklılıkla her şey çatırdamaya başlasa da ileri gitmekten de kendilerini alamazlar. Hayatları boyunca sahip oldukları her şeyi paylaşmış olan bu iki kadın ve en yakınlarının alışılmadık ilişkisini anlatan film izleyeni de “hayat gerçekten çarpık mı yoksa biz mi her şeyi olduğundan daha karmaşık hale getiriyoruz” sorusuna gark ediyor. Etik kavramı ve onu nasıl algıladığımız gibi soruları, adından hiç bahsetmeden son derece hafif bir atmosferle bize yönelten film aynı zamanda bir roman uyarlaması.
Perks of Being a Wallflower (yön. Stephen Chbosky, 2012)
“Uyumsuz Oyuncaklar Adası’na hoş geldin.” Charlie’nin gittiği ilk partide evinde gibi hissetmesi için herkes ona kadeh kaldırdığında Sam de böyle söyler. Üst üste gelen hem çocukluk hem de ergenlik travmaları Charlie’yi iyice aidiyetsiz ve sessiz bir birey olmaya itmiştir. İsimsiz arkadaşına yazdığı ve göndermediği mektuplar haricinde kimseyle konuşmaz, giderek kendi kabuğuna çekilir. Fakat lisenin ilk yılında kendisi gibi yaralı çocuklukların, tipik ayrımcı Amerikan eğitim sistemine rağmen alışılmadık şekilde kurmayı başardıkları eşsiz komüniteyle tanıştıktan sonra, Sam, Patrick ve diğerleri sayesinde büyümekten ve ait hissetmekten korkmayan, -tünelleri ve şarkıları artık daha çok seven- genç bir yazara dönüşür. Yine bir edebiyat uyarlaması olan filmin senarist ve yönetmeni, aynı zamanda kitabın da yazarı, Stephen Chbosky.
The Wristcutters: A Love Story (yön. Goran Dukic, 2006)
Kız arkadaşı tarafından terk edilen Zia intihar eder ve kendini sadece intihar edenlerin gittiği bir yerde bulur. Zamanla alışmaya çalışsa da, dünyadan farkı olmayan yalnızca biraz daha kötü olan bu yerde herkes gibi o da mutsuz hissetmektedir. Zia eski bir arkadaşıyla karşılaşıp kız arkadaşının da kendisinden bir ay sonra intihar ettiğini öğrenince onu bulmak için bir yolculuğa çıkmaya karar verir. Bu yolculukta elbette yalnız olmayacaktır. Kendisi gibi intihar eden Rus göçmeni tüm ailesiyle birlikte yaşayan Eugene, buraya kazara geldiğine inandığı için yöneticilerle görüşmek üzere yola çıkan otostopçu Mikal, ve Zia; ön yolcu koltuğunun altında bir kara delik olan arabayla her yerde Zia’nın sevgilisi Desiree’yi aramaya koyulurlar. Mecburen mola vermek üzere durdukları bir kamp alanında hikâye olduğundan da absürt bir hal alır.
Irmak Göksu