GELECEK GÜNLER /THINGS TO COME (2016)
“Gümüş Ayı En İyi Yönetmen” ve “ABD Ulusal Film Eleştirmenleri Derneği En İyi Kadın Oyuncu” ödülleriyle dönen Mia Hansen love’ın 2016 yılında çektiği film, en yalın haliyle bir kadının geç elde ettiği özgürlüğünü anlatır. Son zamanlarda çektiği filmlerle dikkat çeken Mia Hensen-Love, samimi anlatımıyla izleyen tüm seyircinin ilgi alanına girmeyi başarır. Başrolde Isabelle Hupert’i gördüğümüz film, başarılı oyuncunun performansıyla da adından söz ettirmeyi başarır.
“ İnsanın kendini başkasının yerine koyması mümkün müdür?”
Bir not defterine alınmış bu notla açılan film, ilk dakikalarından itibaren hem filmin duygusunu hem de düşünsel yapısını yansıtır. Bir otobüs yolculuğunda gördüğümüz bu not, metrobüste, metroda, otobüste düşüncelere gömülen bizleri de içine çeker. Evlilik, iş, aile ve kendimiz arasında sıkışmış son derece normal olan hayatımız istediğimiz bir hayat mıdır? Hayatımızı oluşturan bu olgular çok sevmemize, bizi yansıtmasına rağmen gerçekten bu şekilde mi hayatımızda yer almalı? Başkahramanımız olan Natalie (Isabelle Hupert), bir bakıma yaşının da getirmiş olduğu olgunlukla hayatını yaşar. Felsefe öğretmeni olan Natalie filmde defalarca bizi de düşündüren felsefi konu başlıklarıyla hayatının gidişatının ters paralelinde olduğunu hissettirir. Felsefeyle ilgili kimseler için kesinlikle dikkat çekici bir film olma özelliğini taşır. Kendisi karakter olarak defalarca bize şöyle yansır: Natalie sadece bir felsefe öğretmeni değildir, aynı zamanda felsefeyi çok seven ve gerçekten bu konuda bilgi sahibi olmaya açık ve aç bir kadındır. Buraya Natalie ile ilgili şöyle bir dipnot düşmekte fayda var: Karakter Love’ın annesi örnek alarak oluşturulmuştur. Bu sebeple kısmen otobiyografik olma özelliğini taşımasıyla beraber yine filmdeki başka bir anekdot bize Natalie hakkında farklı bir ipucu verir. Abbas Kiyarüstemi’nin Aslı Gibidir filmine tek başına giren Natalie aslında karakter olarak Elle’e de benzer. Film içinde film ile yapılan gönderme seyirciyi heyecanlandıran detaylardır. Tam aksine eşi Heinz ( Andre Marcon) karakter olarak bilgili bir adam olmasına rağmen hayatının tekdüzeliğine alışmış, artık sorgulamaya açık bir hayattan ziyade sadece “yaşayan” bir karakterdir. Çocuklarıyla ve annesiyle de artık mesafeli bir ilişkisi olan Natalie, aslında kendi hayatında yalnız bir kadındır. Tüm bunların boşluğunu dolduracak biriyle iletişim kurmanın, her şeyden önce biri tarafından anlaşılmanın varlığımız için yegâne kuralı olması hepimiz için bir gerçek. Natalie de bu boşluğu kendisi gibi felsefe okuyan eski bir öğrencisiyle doldurur. Aralarında öğretmen-öğrenci ilişkisinden ziyade birbirini anlayan iki arkadaş ilişkisi vardır. Bir aile yemeğine konuk ettiği ve kendisinden yaşça küçük olan Fabien (Roman Kolinka), belki de hayalini kurduğu bir evlat ya da eşin yansıması gibi durur.
Annesiyle arasındaki ilişkiyle kuşak çatışmasını ve hayatının çıkmazlarından birini daha veren Love, aile ilişkilerimizin hayatımızı nasıl etkilediğini de gösterir. Bir zamanlar manken olan annesi her ne kadar kızıyla gurur duysa da hep daha farklı bir hayatı olmasını ister. Kendisinin aksine çok daha çılgın olan ve aynı zamanda bunak, bakıma muhtaç annesinin hali Natalie’nin ebeveynlerimize benzemenin, onların istediği insan olma düşüncesine başkaldıran bir duruş sergiler. Love, Natalie’nin annesiyle olan ilişkiyi öyle bir örmüştür ki Nathalie’nin hayatında sembolik bir süreç gibi durur. Annesinin yaşlılığı ve bunaklığı Nathalie’nin kendi içindeki olgun kadının gün yüzüne çıkmasına sebep olur. Annesine karşı olan sorumluluğuyla harmanlanan hayatı, onun başına buyruk bir hayat yaşamasındaki engellerden biridir. Her daim tetikte, aklı başında ve kontrollü olmak zorundadır.
Filmde kırılma noktası bu olguların aynı anda yıkılmasıyla verilir. Kocası tarafından aldatılan Natalie büyük bir hayal kırıklığı yaşar. İşinden olan ve aynı zamanlamalarla annesini de kaybeden Natalie, artık sadece duygusal olarak değil somut olarak da yalnızlığı hisseder. Hepimiz aslında yalnızlık duygusuyla zaman zaman karşılaşırız; ama dış etkenler, bu düşüncenin psikolojik olarak hepten bizi sarması hayatımızdaki bu olguların durumuna bağlı olarak değişkenlik gösterir ya da çoğumuz yalnızlık düşüncesini bu şekilde görmezden gelebiliriz. Natalie’nin durumunda olacak sıradan bir insanın hali hazırda kırılgan olmasından kaynaklı histerik ve isyankâr olmasını bekleyebiliriz. Ama Natalie bizi bu noktadan itibaren şaşırtır. Çünkü yalnızlığıyla özgürlüğünün kapısının aralandığını hisseder. Sorumluluklarının azaldığı, yalnız hissetmesine sebep olacak insanların o istemese de bir şekilde hayatından çıkdığı bu yeni yaşamına alışması gerekir. Belki de uzun zaman sonra ilk defa bunları yenilik olarak görür. Yeni olanlar, Natalie için gelişi bakımından istenmeyen ve can sıkıcı olsa da bir fırsat olur. Love burada yalnızlığı önce sezdirir sonra somut bir hale getirir. Yalnızlık duygusu da izleyenlere sakince geçer. Ayrıca Love, bu filmde izleyiciye sadece yalnızlık da değil diğer duygu ve düşünceleri de sakince geçirir. Öyle ki yeni hayatını fırsat olarak görmek isteyen Natalie’nin buhranını da histeri ya da ajitasyona başvurmadan doğal olarak verir. Bu haliyle filmin aslında ne denli gerçekçi olduğu kanısına da varabiliriz. Bu doğallık, sakinlik kendimizi kolayca Natalie’nin yerine koymamızı sağlar. Yönetmen tıpkı filmin başındaki not gibi, insanın kendisini bir başkasının yerine koyma durumunu filmle dener.
Fabien, filmin bu noktasından sonra daha çok gördüğümüz bir karakter olur. Natalie kendi hayatında bu yıkımları yaşarken, Fabien kendini şehir hayatından uzaklaştırır ve bir dağ evine yerleşir. Felsefeyle ilgili çalışmalarına ve okumalarına burada devam eder. Fabien filmde Natalie’nin hayatında nerede durduğu tam olarak oturmayan bir ama Natalie’yi anlamamızda en büyük etkisi olan karakter. Fabien herhangi gerçek bir karakterin yansıması da olabilir fakat burada daha çok Natalie’nin gençliğinin ukde kalmış tarafı olduğu aşikârdır. Bu olayların kabininde daha etkili bir karakter olan Fabien, Natalie’nin dışarı çıkmak için adeta fırsat kollayan tarafında ortaya çıkarak yine Natalie’nin duygu durumunu daha net anlamamızı sağlar. Hayatımızda özgür olmak için bir yaş ya da zaman var mıdır? Bizi heyecanlandıran düşüncelerimiz hep içimizde bir yerlerde var olsa da o şimdiki bize uyum sağlar mı? Fabien’le ve dağ evinde geçirdiği zamanlar bize bu soruları düşündürür. Bir yerden sonra Fabien’le belki de sevgili olabileceğini düşündüğümüz zamanlarda Natalie’nin yaş faktörü yine ortaya çıkar. Yaşı Natalie için bir engel gibi durur. Ama Natalie o yaşa birden gelmemiştir ve bu durumun bir olay değil olgu olma hâlini bize çok olgun bir kabullenişle anlatır. Paralelinde şu çıkarımı da yapabiliriz: Natalie kendi gençliğine ve özgürlüğüne geç kalmış, kendinden uzaklaşmış bir kadındır. Üstelik zamanla düşünce olarak yakalayamadığı Fabien’le olan tartışmaları içimizdeki kuşak çatışmasının, büyümenin ve de içimizde kendimizle yüzleşmenin güzel bir beyaz perde örneği olur. Buradaki karşılaşma Borges’in “Öteki” hikâyesinde kendi gençliğiyle karşılaştığı ana benzer. Natalie de kısmen kendi gençliğiyle karşılaşmıştır.
Fabien neden kadın değil de erkek peki? Bu sorunun cevabı filmin yalınlığını ve tutarlılığını kanıtlar. Öncelikle Fabien kadın olsaydı başta yazdığım gibi aile içinde kişilerin yarattığı boşluk belki biraz daha havada kalırdı. Bir diğer çıkarım Natalie’nin Fabien’e olan duygusal yaklaşımı ve arkasından gelen yaşlılık hissi daha net verilemez ve konu daha farklı yerlere giderdi.
Natalie’nin bu süreçte sembolik olarak yanında duran bir kedi de vardır. Bu kedi annesiyle beraber yaşayan ve annesi ölünce bakmak zorunda kaldığı bir kedidir. Natalie başlarda bu kediden nefret etse de diğer materyaller ve duygular gibi çabuk ve sakin bir şekilde bu kediyi de kabullenir. Bu kedi Natalie’nin bastırılmış duyguları ve ona ailesinden miras kalan benliğinin bir timsalidir. Kedisi dağ evinde ormana kaçtığında telaşlanır ve Fabien ona kedinin içgüdülerine güvenmesi gerektiğini söyler. Kendi duygularını ve diğer benliğini de serbest bırakan Natalie’nin içsel yolculuğu ve keşfi de başlar. Bu sembol de kullanım olarak çok başarılıdır.
Filmin devamında Fabien’le olan durumunu ve paralelinde kendi durumunu da kabullenen Natalie, kediyi dağ evinde bırakır ve artık torununu sevmek üzere yıllardır içinde bulunduğu hayata tam bir kabullenişle geri döner. Filmin insani, gerçekçi ve hatırlatıcı olması özelliği onu izlemeye değer kılar. Bu filmi izlemek için herhangi bir yaşın üstünde olmaya gerek yoktur. Zaman geçer ve film de bunu anlatır. Kısaca her yaştan insanın empati kurmak ve kendi hayatında yaşadığı benzer durumlara tepkilerini ölçmek adına hoş bir öğretidir. Keza film hayatımızın sadece olaylar etrafında değil de verdiğimiz tepkilerle de şekillendiğini anlatır. Kabullenmek, gidenin gitmesine izin vermek, yaş almak, kaybolan özgürlüğün ve gençliğin telafisini başka yerlerde değil içinde bulunduğumuz hayatta aramak ve hepsinden önemlisi hayata devam etmek içimize ince bir sızıntıyla geçer. Tıpkı gece yatağında yaşadıklarının ağırlığıyla ağlayıp, sabah uyanınca hayatına yine devam eden Natalie gibi. Hepimiz gibi.
Pelin Büyüktaş