“Dışarı bakan hayal görür, içeri bakansa uyanır,” der Jung. Dışarının “gerçeklik” addettiğimiz yüzünde, kulağımıza çalınan hayaller işlerken yalnızca bizimle can bulan iç dünyamızdan başka gerçekliğimiz yoktur aslında. Peki, bu dünyaya nasıl uyanabiliriz? Dünya gündemini tümden etkileyen pandemi sürecinde evde kalmak, fiziksel olduğu kadar içsel bir karantina hâline girmek; dış dünyaya karşı bir körlük, iç dünyaların sonsuzluğuna açılan bir kapı olarak görülmeli bugünlerde. Fakat kabul etmeli ki, belki epeydir çalmaya cesaret edemediğimiz, yahut vakitsizlik bahanesinin ardına sığınarak yüzleşmekten kaçtığımız bu kapı, eninde sonunda tek geçit yolu artık. Ve Portekizli yazar José Saramago’nun kitabından uyarlanan ve yönetmen koltuğunda Fernando Merelles’in yer aldığı, insanın iç yüzüne dair gerçeklikleri en çıplak hâliyle gözler önüne seren film, adıyla içimize, uyanmaya dair yönelttiğimiz soruya verilen en şiirsel cevap belki de: Körlük- Blindness (2008).
Bu isim çerçevesinde her yeni bölümle birlikte yeni bir tanım bulan ve bambaşka bir anlama bürünen film, Saramago’nun felsefesini ve eleştirisini aslında tek bir kelimede özetler. Dolayısıyla tek bir anlamı yoktur körlüğün; gözlere inen perde sayısı kadar çoğalır. Körlük, böylece isimsiz bir şehrin isimsiz insanları arasında sokaklarca, satırlarca, sayfalarca yayılırken her biri, farklı bir uyanışı deneyimlemeye başlar.
Her şey, trafikte ansızın bir perde çekilmişçesine her tarafı bembeyaz gören bir adamla ortaya çıkar. Farklı yerlerde, fakat benzer şekilde görme yetilerini kaybederek onu takip eden altı kişi, açıklanamayan bir salgının taşıyıcıları ilan edilerek kent yönetimi tarafından karantinaya alınır. Bunun için, eskiden akıl hastanesi olarak kullanılan bir bina seçilmiştir. Nitekim kurguda toplumsal bir kaosun başlangıcı olarak böyle bir binanın kullanılması boşa değildir; fiziksel olarak kaybettikleri görme yetileri dışında ruhsal ve zihinsel açıdan sağlıklı yedi insan, zamanla Jung’un ifadesinde olduğu gibi dış dünyaya karşı körleşmişken duvarların iç yüzünü görmeye başladıkça delilik sınırına sürüklenir. Dolayısıyla deneyimledikleri körlük, esasen bir uyanış ve ikiyüzlülük, hırsızlık, istismar, yolsuzluk, ahlâksızlık, onursuzluk gibi toplumun iliklerine dek işlemiş, fakat örtbas edilmeye, hatta görmezden gelinmeye çalışılan gerçekliklere tutulmuş bir aynadır. Bu aynada kendini ilk defa çırılçıplak gören insanlar, erdemleri ve ahlâkî değerleri de sorgulamaya başlar. Yönetmenimiz, burada “görme” olgusunu bir ölçek olarak öne çıkarır: Evrensel kabul edilen erdemler insanın özünde mi yer alır, yoksa toplumsal düzeni sağlamak adına davranışları çevreleyen birer dış etken midir? Bu soruyu doğuran, karantinaya alınan insanların, onları gözetleyen/gören birinin olmadığı varsayımına sığınarak zamanla tuvalet ve banyo tertibi olmak üzere kişisel bakımlarından başlayarak suç kabul edilen her türlü davranışa karşı duyarsızlaşmaları, hatta çekinmeksizin bu suçların faili konumuna gelmeleridir. Dolayısıyla körlüğün yüzü de iki yönlüdür: Bir taraftan medya yoluyla yahut kanunlar, hukuki düzenlemeler adı altında topluma sunulan, ardındaki gerçekliği gizlemek üzere ideolojik albenilerle süslenmiş bir vitrin bulunmaktadır. Kör olan herkes, karantinaya alınmasıyla birlikte vitrinin ardına yerleştirilir ve iç tarafta kurulan acımasız düzenle tanışır, gerçeği görmeye başlar. Öte yandan insanî yaşayış düzeninin, nezaket ve görgü kurallarının, özden gelip gelmediği sorgulanır. Kör olduktan sonra nezaket kurallarını, kişisel yaşam alanına saygıyı, hijyeni bir kenara bırakan insanlar, yazılı olmayan bu kurallara karşı körleşirler. Bu durum da insanların, aslında sürekli gözetleyen “öteki” bakışlar altında hissettikleri baskı sonucu, yine onlara yönelik bir vitrin oluşturma çabası içinde olduklarını anlatır. Ne ki Saramago böylesi bir durumda insanlığın alacağı vaziyeti yalnızca göstermekle kalmaz, bu gidişatın yoluna bir de soru işareti koyar: Özden gelmediği hâlde toplumsal kabullerle düzen oluşturan bu kurallar, toplum sağlığını korumak için gerekli midir?
Thomas Hobbes, devlet öncesi zaman ve durumu, Türkçede “doğa durumu” olarak ifade edebileceğimiz “state of nature” kavramıyla açıklamıştır. Buna göre doğa durumunda insan, bir üst otorite olmaksızın eylemlerinin hak ve özgürlük sınırlarını belirleyen yegâne öznedir. Düzensizlik üzerine kurulu bu durum, bireysel yaşam için bir alan oluştururken toplu yaşam biçimine yer bırakmaz; zira her topluluk, bir anlaşmanın eseridir. Anlaşmalar ise uyuşmayan, farklılık arz eden, yahut kimi noktada çatışan fikirlerin, birleşme olarak nitelendirilmese de “uzlaşma” (consensus) yoluyla belirli çıkarlara hizmet etmesidir. Bu uzlaşma, doğal olarak tarafların belli ilkelerden feragat etmeleri, karşıdakine göre yeniden şekil almaları, kendilerini konumlandırmaları gibi zaruretleri de beraberinde getirir. Şayet iki görüş için ortak bir taban sağlanmazsa anlaşmanın temelleri de atılamaz, ortaya çıkan güçler dengesi, bir tarafın mutlak hâkim olduğu despotizme doğru evrilir.
Filmde de karantina bağlamı kurgulanırken tamamen kendi hâllerine bırakılan insanlar üzerinden bir “doğal durum” oluşturulmuştur. Kör olmalarına karşın başta sosyal düzenlerini sürdürmeye çalışan, eski alışkanlıklarından ödün vermeyen küçük topluluktaki güç dengeleri, aralarına yeni kişiler katıldıkça değişmiştir. Eşitlikten uzaklaşarak güçlü-güçsüz ayrımına göre yeniden konumlanmak zorunda kalan insanlar, bu noktadan sonra hayatta kalma içgüdüsüyle hareket eder. Üstelik erkeklerden oluşan bir grubun, karantina bölgesinde asayişi sağlamakla görevli birtakım askerin silahını ele geçirmesi, gücü belirleyen unsuru da tanımlamış olur. “Koruma” adı altında el koydukları yiyecek ve tıbbî mühimmatın kontrolü, artık tamamen bu güce aittir ve bu en temel ihtiyaçları –daha doğrusu hakları- karşılama talebine, kendi kanunları ve koşulları ile cevap verirler. Yani kanunlar, güçlü tarafın dilinde yazılır bir bakıma; diğerlerininse hayatta kalabilmek için bu kurallara razı gelerek istismara göz yummaktan başka seçeneği kalmamıştır. Güçler dengesinden eşitsizliğe, otoritesizlikten despotizme evrilişin anlatıldığı bu süreç, doğal durumun kendi kendine nasıl bir otorite geliştirdiğine, dolayısıyla da sürdürülemeyen bir durum olduğuna dikkat çeker. Ancak Saramago, insanlığın alçakça öldürüldüğü böylesi bir durumdan nasıl çıkılabileceğine dair de bir aralık kapı bırakır: yeniden yıkım, yeniden anarşi!
Despotik bir düzene dönüşen baştaki anarşi durumu, gücü elinde tutan gruba karşı devrimsel bir isyan yoluyla grubu yok edip insanların ölümünü göze alma pahasına yeniden sağlanır. Tüm süreç boyunca birbirine tutunarak hayatta kalmaya çalışan ilk yedi kişi, sonunda şiddete karşı kendi tepkilerini ortaya koyarak mevcut düzene saldırır ve kaosu getirir. Kanunlar, otorite, kurulu düzenler tümden yıkılmıştır; ancak karşılığında zulmün, istismarın, yolsuzluğun başı da kesilmiştir. Tıpkı bir Anka kuşu gibi anarşinin küllerinden yeniden doğan insanlar, karantinaya alındıkları binanın duvarlarını da yıkarak yepyeni bir yapı için kollarını sıvarlar. Ne ki dışarı çıktıklarında körlüğün, duvarların ötesinde de kol gezerek tüm kenti kaplamış olduğu gerçeği beklemektedir onları. Ama onlar artık kör değildir; çünkü aralanan umut kapısını ardına kadar açma cesaretini göstermiş, kendilerini istismar eden mevcut düzene karşı canlarını ortaya koymuş ve etraflarına örülen her türlü duvarı yıkabilmişlerdir. Nitekim “aslında körlük, umudun tükendiği bir dünyada yaşamaktır”.
Her şey başladığı gibi ansızın sona erer. Önce trafikte birden gözlerine beyaz perde inen adam görmeye başlar. Ardından diğerleri de düzelir, beyaz dünyalarına yeniden renkler dolar. Farklı bakışlarla karşılaşıp kendi vaziyetlerinin yansımasını onların göz bebeklerinde gördükleri anda “utanma” duygusu da yeniden işlemeye başlar. Nitekim bu yüz kızarıklığı, Âdem ve Havva’dan bu yana insanın çehresinde silinmemiş bir renktir. Tıpkı bir yap-boz oyunu gibi her düzen, defalarca yıkılıp yeniden yapılandırılacak, kimi zaman tümden yok edilip baştan inşa edilecek; ama öyküdeki isimlerin, suçların, güçlerin, körlüklerin yerini başkaları da alsa tarih, tekerrür etmeye devam edecektir. Ve her öykü, bir körlüğü dile getirirken gerçeğe uyanmaya bir çağrıdır.
Peki, şimdi dönüp kendi beyaz dünyamızdan başka her şeye kör olmaya, böylelikle dünyayla yeniden tanışmaya hazır mıyız?