Tabiat pasif ve sabit bir şablon değildir; üzerinde yaşanan ve yaşatılan acıların hepsini özünde taşır ve aynı zamanda da bu acıları toprağını yürüyenlere taşıttırır. Doğanın bir belleği vardır. Bu bellek, insanların toplumsal hafızasını doğrudan etkileyerek yaşamlarının temelini oluşturur. Ekolojik ve toplumsal bellek, Amazon ormanlarında yaşayan yerli kabileler için temel taşı sözde “medeniyet” olan büyükşehir insanlarından çok daha farklı bir yere sahiptir. Kolombiyalı yönetmen Ciro Guerra’nın Amazon’da iç içe geçmiş iki yolcuğu anlattığı El abrazo de la serpiente (2015) de tam olarak ekolojik hasarın kaçınılmaz olarak neden olduğu kişisel kaybı ele alır. Doğa çöktükçe insan kaybeder; insan kaybettikçe doğadan hıncını çıkarır: ebedi ve merhametsiz bir döngü.
Doğanın kalbine yolculuk beyaz adamı delirtir; ama yerliyi yavaş yavaş yok eder. Belki de Guerra’nın Apocalypse Now (1979) ve Fitzcarraldo (1982) gibi beyaz adamın karanlığın yüreğine yolculuğunu anlatan filmleri altüst ettiği hikâyesinde vurgulanan en önemli fikir de budur. El abrazo de la serpiente’yi; sadece bahsi geçen, yerlilerin değil sömürgecilerin bakış açısından yapılmış filmlerin bir çürütmesi olarak görmek, başyapıta saygısızlık olur. Ama şüphesiz bu yapım, saf doğaya yolculuk konseptini kusursuz ve farklı bir şekilde işleyerek aynı konuyu ele alan filmleri sorgulatır. Amazon ormanlarında çekilen bir filmi siyah beyaz olarak ekranlara koyma fikrinin altında yatan neden, aslında emperyalizmin yol açtığı onarılamaz yıkımın altını çizmektir. Belki de dünyadaki en canlı renklerle dolu bir yerde çekilen filmden tüm rengi atmaya karar vermek kolay bir seçim değildir; fakat Amazon’un artık eskisi gibi olmadığının, tüm kaynaklarından beyaz adam tarafından boşaltıldığının, artık kendine ve içinde barındırdığı canlılara yetişemediğinin ekran üzerinden yansıtılmasıdır.
Tüm doğanın içine yolculuk temalı filmlerin ve edebiyatın kökeni olan, Apocalyse Now’ın da kaynağı olan, Joseph Conrad’ın kitabı Heart of Darkness (1899)’ta Albay Kurtz, “Ne dehşet! Ne dehşet!” diye bağırarak can verir. Kongo’nun beyaz tanrısı olamamıştır, delirmiştir ve acı içinde can vermiştir. Yaşamı gibi ölümü de son derece dramatiktir. Aynı şekilde, Guerra’nın filminde de kendini İsa sanan, yerlileri iyileştirebildiğini düşünen beyaz bir adam, sonunda kendine tapan yerlilere kendisini yemelerini emrederek can verir. Kurtz gibi İsa bozuntusu bu adamın düşüşü de dramatik ve hızlıdır. Buna karşın, filmin en önemli karakteri Amazonlu şaman Karamakate’nin düşüşü çok daha farklıdır. Soyunun son kişisi olan Karamakate, paralel olarak iki zaman diliminde gösterilir ve ikisinde de beyaz bir gezgine sihirli yakruna bitkisini bulmaları için yardım eder. İlk zaman diliminde gençtir ve soykırıma uğrayan halkının tüm geleneklerini ve bilgi birikimlerini sonraki jenerasyonlara aktarmaya kararlıdır; fakat ikinci zaman diliminde artık yaşlı bir adamdır ve hafızası gittikçe zayıflamaktadır. Bu çöküş, Amazon’un ekolojisinin çöküşü bağlamında ekrana yansır. Toplumsal belleğin hepsi bir kişideyken, o belleğin sürdürülmesi imkânsızdır. İnsan, doğanın ekolojisinin dışında var olmaz ve olamaz. Ekoloji, doğadaki tüm canlıların birbirine bağı ve bu bağın sürdürülmesidir; eğer bu ekoloji dışarıdan bir darbe alırsa tüm sistem çökmeye başlar. Karamakate’nin Alman yolcusuna “Sen sadece bir beyazsın,” diye çıkışmasının altında kuşkusuz olarak bu farkındalık yatar.
Genç Karamakate, iyileştirici gücü olduğu söylenen bitkiyi Alman kâşif Theo’ya vermektense son yakruna ağacını kendi elleriyle yakar ve yıllar sonra yaşlı Karamakate, belki de toplumunun belleğinin kökünü yok ettiği için kendinin ve halkının geçmişini unutmaya başlar. İstese de yeni yolcusuna yardım edemez, geleneksel yemeklerini hazırlayamaz; tüm kimliğini belki de o yangında kaybetmiştir. Parçası olduğu ekolojiyi yeniden beyaz adamın eline bırakmak yerine yok etmeyi seçmesi; yaşam alanının yetkisini geri kazanmaya kalkışmasıdır aslında.
Karamakate, yaşlanınca kendinden chullachaqui olarak bahsetmeye başlar. Bir Amazon efsanesi olan bu terim, her insanın kendine tıpatıp benzeyen fakat ruhu olmayan bir yaratık kopyası olduğunu söyler. Ekolojik ve toplumsal belleğini kaybetmeye başladığı zaman bunu bir hafıza problemi olarak değil, bir devralma olarak görür. Amazon ormanlarında yıllar boyu süregelen ekolojik yıkım ve ormanın tüm özünün emperyalistler tarafından boşaltılmasının ardından, Karamakate de artık bu yoksunluğu hissetmeye başlamıştır. Chullachaqui olan sadece kendisi değil, aynı zamanda da Amazon’dur.
Deneyimsel yetilerini kaybetmiş olsa da Karamakate, içgüdüleriyle yeni yolcu Evan’ı dünya üzerindeki son yakruna’ya götürmeyi başarır. Her şeye rağmen doğanın dilini hala konuşabiliyor olması Karamakate ve ormanın ekolojisinin ayrılmazlığının bir kez daha altını çizer. Yolcunun yakruna’yı bitkinin iyileştirici ve güçlendirici güçleri için değil, ülkesine götürüp onun deyimiyle “silahlaştırmak” için kullanacağını öğrenince bitkiyi almasına izin vermez. Son yakruna’yı Evan’a içki yapıp içirdikten sonra ortadan yok olur; yani, halkının son parçası tüketildiğinde kendisi de hiç var olmamış gibi neredeyse dünyadan izsiz bir şekilde ayrılır. Onun ayrılışı beyaz adamınki gibi dramatik, hızlı veya delirerek olmaz. Karamakate, parçası olduğu doğayla birlikte yavaş yavaş düşer, düşüşünde de doğanın içine kaybolur. Doğa ona delirttiği beyaz adamlar gibi saldırmaz; fakat yine de sindirir. Bu bir intikam değildir; ama gelişi de kaçınılmazdır.
“Sen bir değilsin. Sen, iki adamsın.”
Gerçekten çok güzel olmuş başarılarının devamını dilerim