Belleğin görselleştirilmesi ve gerçeklerin kadraja sığdırılmasıyla, günümüze kadar hayat bulmuş en yegâne türlerden biridir belgesel sinema. Bir derdi anlatmanın, fikri savunmanın, belki de hayalleri gerçeğe dönüştürmenin ilk adımlarıdır. Nasılsa gözler her şeyi göremez, fark etmek için algılamak gerekir; aynı gerekçelerle belgesel filmleri de hissetmek gerek. Belgesel; tür sinemasının en keşfedilmeyi bekleyen kategorisini oluşturur. Kurgusal düzlemin dışında şahit olabileceğimiz gerçek insan öykülerini keşfetme şansı verir. Yaygın olarak, Üçüncü Dünya ülkelerinin kendini ifade etme kanalı olarak kullanılmıştır. Çünkü insan anlaşılmak ve fark edilmek ister. Belgeseller, bazen kuzey ışıklarına bazen de doğuda bir manastırda gözlerimizi açma şansı verir bize. Tüm ruhumuzu sarar, masallar kentine uçurur bazen de bizi alır yerden yere vurur. Çünkü izlediklerimiz belgelenmiş gerçeklerin oluşturduğu görsellerin uyumudur.
Festival veya vizyon gösteriminden sonra filmlere ikinci bir hayat vermek için kurulan Balkanlar menşeli VoD platformu Cinesquare bünyesinde kendini gerçekleştiren kahramanların gücünden esinlenerek oluşturduğumuz belgeseller listemizde; aile kavramının, etnik kökenin, farklı gelişim gösteren çocukluk evrelerinin ve anarşizmin sorgulandığı belgeselleri sizler için derledik. Listemizdeki filmler, estetik dokunuşlarla harmanlanmış sarsıcı gerçeklerin sinematografik bütünüdür.
Namrud: Troublemaker (Yön. Fernando Romero Forsthuber, 2017)
“Kimliği olmayan bir insan olmak istiyorum. Partisiz, dinsiz ve milliyetsiz. Onlara anlattım; ben bir insanım. İstediğim her yerde yaşayabilirim. Sınırları istemiyorum, özgür olmak istiyorum.”
İsrail devleti Filistin sınırları içerisinde 1948 yılında kurulduğunda, hatırı sayılır bir kitleyi asimile ederek kendi topraklarına katmıştı. Bugün İsrail’de konuşlanmakta olan birçok Filistin vatandaşı, hâlâ kendi kültürlerini yaşatmak için mücadele ederken, diğer bir kesim ise kimlik arayışlarını yetenekleri sayesinde; sanatın terapisine teslim olarak gerçekleştirmektedir. Jowan Safadi’nin hayatının bir kesitine tanıklık ettiğimiz Namrud: Troublemaker (2017) Arap kökenli bir müzisyenin, İsrail sınırlardan muaf, dünya vatandaşı olmak için verdiği mücadeleyi ve bağımsızlık savaşını konu ediniyor.
Henüz orta yetişkinlik döneminde olan Jowan, ergenlik çağında bir erkek evlat babası, insan hakları aktivisti ve aynı zamanda ünü yaşadığı toprakları aşmış çağdaş bir müzisyendir. Besteleri, hayat görüşü ve muhalif yapısıyla, sağ kesimin tepkisini çekmiş; “Poor Infidels: Zavallı Kafirler” adlı bestesiyle sansüre uğramış, Ürdün dâhil olmak üzere, birçok yerde eserleri yasaklanmıştır. Sert bir şekilde dini politikaların ve diyanetin eleştirildiği şarkıların ilham kaynağı ezilmişlik duygusu ve öç almak değil, küllerinden doğan bir özgürlük hayalinin hasretiyle kendisini takip eden sanatseverlerin umut ışığı olmasıdır. Jowan Safadi’nin hümanist karakterine, dünya barışına, eşitlik ve kardeşlik kavramlarına odaklanmak istenen belgesel, hedefini kurgusal düzlemi başarılı bir şekilde kullanarak diyalektik bir yöntemle gerçekleştirir. Çünkü; film boyunca yaşanan olaylar görsel birer belge niteliği taşırken içinde bulunulan durumun ispatı için daha fazla bir şey görmeye gerek yoktur. Farklı coğrafyalardan insan manzaralarına şahit olduğumuz yapımda, her iki kesim için de katı kuralların ihlal edildiği evrensel bir barış ortamı talep edilir. Vaat edilen topraklar kutsal olanlar değil, insanların üzerinde eşit şartlarda yaşayabildikleri herhangi bir yer olmalıdır. Ancak yetkililer oraya İsrail demeyi tercih etmişlerdir. Yıllardır süregelen bu asimilasyon politikasına birçok insan canıyla karşılık verirken Jowan ise müziğini siper ederek hayatta kalmıştır. Çünkü bilir ki mücadelesinin herkese ulaşabilecek evrensel bir dili vardır; şarkılarıdır.
Yol filmi olarak da anlamlandırılabilecek olan Namrud: Troublemaker, aslında tek tutkusu özgürce yaşayıp müziğini icra etmek olan bir sanatçının kendini ortadoğuda var edebilme çabasından başka bir şey değildir. Baba oğul öyküsüne ev sahipliği yaparken, aynı zamanda yetişkin bir adamın hayallerine ve kendinden sonraki neslin özgürlüğü tatması için verdiği savaşa şahit oluruz. Gün batımı, deniz kenarı ve bol bol müzik performanslarının büyük bir özveriyle harmanlandığı film, röportaj tekniğine başvurmadan güçlü fotografik anlatısıyla belgesel sinemayı yakından takip edenler için umut vadediyor, üstelik oryantalist motifler kullandığı şarkılarını mini bir konser edasıyla seyirciye sunması ve sürükleyici olay örgüsüyle de dikkat çekmektedir. Film 2018 yılında Avusturya Film Ödülleri’nde “En İyi Belgesel Ödülü’ne aday gösterilmiştir.
Meine keine Familie (Yön. Paul-Julien Robert, 2012)
Yönetmen Paul-Julien Robert bu belgeselinde geçmişinin ve çocukluğunun derinlerine inerek kendiyle, annesiyle ve aile kavramıyla yüzleşiyor. Viyana Aksiyonizm akımı sanatçısı Otto Muehl’in kurduğu Avusturya’daki Friedrichshof Komünü’nde 1979 yılında doğup on iki yaşına kadar orada büyüyen Robert, komün günlerinden gerçek metrajları, annesiyle ve eski komün üyeleriyle konuşmalarını birleştirerek neredeyse rahatsız edici bir anlatı ve aynı zamanda da son derece etkileyici bir üslup ortaya koyuyor. Çekirdek aile konseptine tamamen karşı çıkan bu komün, ortak mal ve serbest cinsellik ideallerini benimsiyor— komünde doğan çocuklar babalarını bilmiyor ve tüm topluluğun çocuğuymuşcasına yetiştiriliyorlar. Dışarıdaki çekirdek temalı, kontrol merkezci aile kavramını tehlikeli olarak düşünmeye yöneltiliyorlar. Bu belgesel ise, orada çoğunlukla mutlu anıları olan bir çocuğun, yani Robert’ın, travmalarını sonradan fark edip, komünün kendini sunduğu gibi kontrolsüz ve merhametli olmadığı gerçeğiyle yüzleşmesini ve annesini de bununla yüzleştirmeye çalışmasını konu alıyor. Komüne katılan kişiler orada ailevi kontrolden uzak, özgür ruhlu, korkusuz ve kompleksiz çocuklar yetiştirebileceklerini düşünürken, aslında çoğu çocuğun şimdiki zamanda kafaları karışık ve duygusal olarak zarar görmüş yetişkinler olarak var olmaya çalıştıklarını görüyoruz.
Tüm kişiler, çocuklar da dâhil, her gün “beden analizi” denen bir kendini açığa çıkarma ritüeline katılmak zorundalar. Bu, her kişinin yaklaşık iki yüz insan önünde çeşitli hareketlerle duygularını tüm çiğliğiyle ortaya koyması demek. Muehl, bunun yorum ve tercüme gerektirmeyen bir deneyim aktarımı olduğunu savunuyor; fakat Robert’ın anıları bu sözde faydalı geleceğe ihanet ediyor. O, iki yüz kişi önünde aşağılandığını ve yıpratıldığını hatırlıyor. Yetişkin Robert’ın vardığı sonuç ise şu: Muehl’in komünü aksiyonizm eğilimlerini test etmek ve deney yapıp pekiştirmek için kurmuş olması, hatta çocukları da sadece kendi kontrolü altında şekillendirerek bu deneyi bir adım daha ileriye götürmüş olması. Şüphesiz ki bu hem annesi hem Robert için acısı tarif edilemez ve yüzleşmesi zor bir gerçek. Otoriter ekonomik ve ailevi kontrolden uzaklaşarak gidilen bu komünün aslında bir diktatörün deney malzemesi olması ve yüzlerce, belki binlerce kişinin hayatını kendi emellerine göre şekillendirmiş olması çok kolay atlatılmasa gerek. Belki de kimseyi şaşırtmayacak bir şekilde Otto Muehl 1991’de reşit olmayan çocuklara cinsel saldırı suçundan içeri girer, ve komün de dağılır.
Bu derece kişisel ve acılarla döşenmiş bir yolculuğa bu kadar kararlılık ve cesaretle girmek gerçekten zor olsa gerek. Belgesel süresince Robert üç muhtemel babasını da araştırarak hangisinin biyolojik babası olduğunu bulmaya çalışıyor. Bu erkeklerden biri komünde yaşarken kendini bıçaklayarak hayatına son vermiş, hem de iki gün öncesinde beden analizinde dans ettikten sonra. Bu yüzden belgeselin çeşitli ödüller alıp bu kadar beğenilmesine şaşırmamak gerek, ki izlerken gözleri ekrandan ayırmak anlatı ilerledikçe zorlaşıyor. Robert, 57. BFI Londra Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü almış ve aynı zamanda da cesareti için jüriden özel bir teşekküre layık görülmüştür. Film aynı zamanda Avusturya Film Ödülü’nde ve Münih Uluslararası Belgesel Festivali’nde de en iyi belgesel ve yönetmen ödüllerini almıştır.
Kinders (Yön. Arash T. Riahi, Arman T. Riahi, 2016)
Yetişkinlik sınırına dayanıp yıllarca bize hep gizemli gelen o dünyaya bir kez adım attıktan sonra çoğunlukla bir daha geriye bakmayız. Kendi ayaklarının üzerinde durabilmenin tadı, çocukluğun bütün tabularına bir yanıt olur. Ve bu tadın, düşüncelerimize olduğu kadar tercihlerimize ve davranışlarımıza taktığı kanatlar, kısa sürede bizi çocukluğumuzdan uzaklaştırıverir. Gözlerimize yetişkin bakışı düştüğü andan itibaren de çocuksu bakışların görebildikleri görünmez olur bu kez. Bir zamanlar bizzat yollarından geçtiğimiz bu dünyayı yeniden anlayabilmek için bir başka objektiften bakmak gerekir o vakit. Avusturyalı yönetmen Arach T. Riati de bu amaçla objektifini çocukların dünyasına kurar. Yemek alışkanlıklarından okulda geçirdikleri vakitlere, kendi aralarında geçen muhabbetlere, herkesten saklamaya çalıştıkları gözyaşlarına kadar çocukluğu bu kez beyazperdenin masasına yatırır. Başkahramanı çocuklar olunca süslü başlıklara gerek duymaz, onlar kadar sade ve doğrudandır bu öykülerin adı: Kinders.
Rusya, Almanya, Türkiye, Viyana ve daha nice toprakta filizlenip serpilmeye başlamış çocuklarla başlar her şey. Soru cevaba dayalı klasik belgesel anlayışından ziyade çocukluğun bizzat kendisini kaydetmek ister Riati. Bu yüzden ekrana yansıyanların hepsi doğal akışında, anlık gelişen muhabbetler ve duygusal değişimlerdir. Ancak bunun yanı sıra belgeselin bir terapi işlevi görmesi de amaçlanmıştır. Bunun için de özellikle toplum tarafından dışlanmış, duygusal veya fiziksel travma geçirmiş, ya da dezavantajlı çocuklar ön planda tutulmuştur. Böylelikle dünyanın her yerinde kabul edilmiş, fakat göz ardı edilen “psikolojik şiddet” kavramı gündeme getirilmiştir.
Arkadaş ortamı içinde birbirleriyle konuşurken hayatlarına ilişkin imalarda bulunan çocuklar, kendi gözlerinde yetişkinlerin ve yaşıtlarının onlara karşı davranışlarını yeniden yorumlar. Annesinin para kazanmak için ondan bir yıl ayrı kalması, küçük Denizcan’ın kabul edebileceği bir durum değildir örneğin. Zarina, inançları ve kültürleri gereği güzel sesini daima bastırmak zorunda kalmış, içinde çalan ezgileri utangaç bakışlarına gizlemiştir. Denise’in bedeni ise küçük yaşta ciddi ameliyatlara göğüs germiştir. Ama canını esas yakan bunlar değil, kaybetmenin acısını yüreğinin derininde duyduğu babasıdır.
Çocuklar, içlerindeki fırtınayı kimi zaman sessiz bir gözyaşıyla, kimi zaman boş arazilere haykırarak, kimi zamansa hepsini ortak bir paydada buluşturan müzikle ifade ederler. Hepsinin başından bambaşka acılar ve bunalımlar geçmiş, ancak müziğin evrensel dilinde tesellilerini bulmuşlardır. Ritai’nin objektifi bu noktada çocuklardaki müthiş potansiyeli ortaya çıkaran müzik eğitimlerine odaklanır. Boğaziçi Üniversitesi dâhil dünya çapında çeşitli projelerle yürütülen, yetenekli çocuklar için müzik eğitimleri, kültürlerin ve benzersiz dünyaların bir araya gelmesini sağlamıştır.
Orijinal dili Almanca olan Kinders, çocukluğu yeniden anlamak için ezgilerin eşlik ettiği keyifli bir seyir sunuyor.
The Antifascists (Yön. Patrik Öberg, Emil Ramos, 2017)
‘’Biz savaşırken, hayatımız tehlike altındayken toplum bizi korumayacak. Biz kendimizi koruyacağız.’’
Dünyada tarih boyunca değişmeyen şeylerden bir tanesi de insanların savunmuş olduğu ve desteklediği ideolojilerin, fanatiklik boyutunda olduğu takdirde insanlığı böldüğü ve onlara zarar verdiği gerçeğidir. Radikal fikirler hiçbir zaman sıcaklığını kaybetmeyeceği gibi akabinde, desteklenen ideoloji, fanatiklik boyutuna vardığı sürece her daim kin ve nefret alevini daha da kızıştırarak tehlikeli boyutlara vardırabilmektedir. Günümüzde ırkçı ve faşist hareketler varlığını sürdürmekle birlikte aynı zamanda bu düşünceyi savunan birlikler gün geçtikçe daha da güçlenerek fikir boyutunun da dışında fiziksel boyutta tehlikeler yaratmaya devam etmektedir. Hitler döneminde faşizmin en berbat hâlini yaşamış Alman toplumunda, faşizmin tekrar yükselişe geçmesi anti-faşistleri de harekete geçirmiş, sınıf mücadelesinde ve özgürlükçü mücadelede bu topluluk faşistlere karşı bir direniş sürdürmeye karar vermiştir. Ülkenin birçok yerinde gerçekleşen ırkçı saldırıların hız kazandığı 2000 yıllarından bu yana, siyasal sağ normalleşmiş ve bu durum sonucunda sahada İsveçli radikal sağ direnişçiler kol gezmeye başlamıştır.
2013 yılında barışçıl bir gösteriye saldıran bir grup silahlı Naziler, Stockholm’de çok sayıda insanı yaralamıştır. Yunanistan’da bulunan Marksizm ve Neo-liberalizm karşıtı aşırı sağ görüşlü siyasi parti olan Altın Şafak, göçmenlere karşı yaptığı eylemlerle tanınmaktadır. Seçimleri kazanıp üçüncü büyük parti olarak başa gelen Altın Şafak, eylemlerini öldürücü boyutlara ulaştırmış ve aralarında ünlü isimlerin de bulunduğu anti-faşist kişiler bu eylemler sırasında öldürülmüştür. Anti-faşist rap şarkıcısı Pavlos Fyssas’ın Neo-Nazi partisinin üyesi tarafından 8 Eylül 2013 yılında öldürülmesi Yunanistan’ı ayağa kaldırmıştır. 8 Mart kadınlar gününde İsveçlilerin partisi Naziler tarafından Malmö’deki kamusal alanda insanlar bıçaklanmıştır.
Patrik Öberg ve Emil Ramos’un yönettiği Antifaşist (The Antifascists) 2017, faşizmin Avrupa’da kitleleşmesi ve Neo Nazilerin güç kazanmasını çarpıcı bir dille anti-faşist eylemcilerin dilinden anlatan bir belgeseldir. Anti-faşist eylemcilerin maskelerinin ardına gittiğimiz bu belgeselde günümüzü büyük oranda etkileyen bu gibi yıkıcı olayların perde arkasını anti-faşist aktivistlerin dilinden izleriz.
Özsavunma taktikleri öğrenen ve eylemler sırasında karşı tarafı etkisiz hâle getirmeye çalışan, kendilerinin deyimiyle barışçıl anti-faşistlerin hayatlarına yakından bakarız. Ancak bu belgeselde her ne kadar olaylar polislerin bir kısmının Altın Şafak’ı desteklemelerinden ve polislerin birçok eylemde insanların ölümüne sebep oldukları gibi söylemlerle anti-faşistlerin bakış açısıyla verilse de; herhangi bir görüşün karşısında durma ve faşistleri yavaşlatma amacı taşıyan anti-faşistlerin de kaosa neden olduğundan bahsedilerek objektif olarak her türlü eylemin sonucunun ölüm getirdiğinden bahsedilir. Öyle ki; belgeselin akışında anti-faşistlerin her ne kadar özsavunma taktikleri ile faşistlerin bıçağını alıp onları fiziksel olarak etkisiz hâle getirdikleri anlatılsa da, belgeselin ilerleyen bölümlerinde anti-faşist bir aktivistin eylemler sırasında faşist bir eylemciyi kendini savunmak adına bıçakladığını itiraf etmesi olayı farklı boyuta taşır. Bu noktada belgesel barışçıl ya da yıkıcı her türlü eylemin eninde sonunda kaosu ve ölümü getireceğinin altını çizmesiyle objektif bir anlatıma sürüklenir. Nitekim sokaktaki mücadele devam ettiği sürece ölümlerin soğuk etkisi ruhları esir almaya da devam edecektir.