Kimi şehirler sanatın yerleşip kök salmasına izin veren; ve dahası, insanı sanata bir noktada mecbur bırakan iklimler taşır. İlham yağmurları yağar buraların göklerinden; sokaklarında kol kola yürüyüp söyleşenler, ezgi ve renklerin can bulmuş halleridir. Doğanın her köşesinden sanat devşirmek mümkünken bu şehirlerde farklı bir gizem de kol gezer. Ve Rönesans’ın kalbi İtalya, büyülü kentleriyle bunun en güzel örneklerini taşır.
1950’lerin Sicilya sokaklarında büyüyen Giuseppe Tornatore de kuşkusuz, ilk “sanat tozlarını” da bu sahnede yutmuştur. Henüz on altı yaşındayken sinema ve tiyatroya duyduğu ilgiye kulak vererek Luigi Pirantello ve Eduardo De Filippo gibi duayenlerle çalışma fırsatı bulmuştur. Gerek oyun teorileri, gerekse sahne teknikleri anlamında oldukça zengin geçirdiği bu öğrenim süreci, Tornatore’ye ilk belgesellerinin ilhamını vermiştir. Nitekim bu tecrübenin üzerine zekice kurguladığı gizemli yapımlar, onun imzası olarak sinema tarihine geçecektir.
1986 yılında bu kez uzun metraj alanına adım atan sanatçı, Il camorrista’yla başlangıcını yapar. Hemen ardından İtalyan sinemasının yanı sıra tüm dünya sinemasını sarsan Nuovo Cinema Paradiso (1988), Tornatore’yi kült yönetmenlerin arasına altın harflerle yerleştirir. Bu sağlam başlangıcın ardından İtalyan sokaklarının dokusunu insan yüreğinin evrenselliğiyle birleştiren yönetmen, günümüze dek pek çok değerli yapıtın altına imzasını koymuştur.
Bu listemizde de sizler için en başından sonuna dek, Tornatore filmografisinin unutulmaz yapımlarını derledik. Her birini hüzünlü bir tebessümle izlerken, sinemaya nasıl bir tutkuyla bağlı olduğunu daha iyi anlamak için Tornatore’nin şu sözlerini hatırlamak gerekir:
“Ne yaparsanız yapın, sonunda eserinizi sevin.”
Scrittori siciliani e cinema (1984)
Giovanni Verga, Luigi Pirandello, Vitalino Brancati ve Leonardo Sciascia; drama ve sahne sanatlarının fikir temellerine imza atan, birbirinden değerli dört isim. Tornatore, sinemaya ilk adımlarını attığı gençlik yıllarında bu yazar ve yönetmenlerle çalışma olanağı bulmuştur. Dolayısıyla onun sineması, salt görsel teknik anlamında değil, aynı zamanda sahne, uyarlama ve kurgu teorileri bakımından da titizlikle çalışılmış yapıtlardır. Bu bilgi birikimini, kıymetli hocalarına bir borç bilen Tornatore de ilk yapımını onlara adayarak her birini anlattığı bir belgesel dizisi hazırlamıştır. Bu dizide Verga’nın kalem hikâyesinden Pirandello’nun Nobel’li oyunlarına, Brancati’nin akademik görüşlerinden Scianscia’nın radikal siyasetçiliğine kadar yazarların, Tornatore üzerindeki etkilerini görmek mümkündür. Bu anlamda belgesel, Tornatore filmografisinin nasıl başladığını bir “ilk yapım”la ortaya koyar.
Il camorrista (1984)
Belgeselin hemen ardından aynı Tornatore ilk’lerini yaşamaya devam eder. Bu kez karşımıza uzun metraj bir filmle çıkar ve sonra da kariyerine bu koltukta devam eder. Polisiye-suç türünde olan film, İtalya tarihine suç dosyasıyla damga vuran “patron” lakaplı Raffaele Cutolo’nun gerçek yaşam öyküsüne dayanır. Kız kardeşi Rosaria’yı taciz eden bir adamı öldürmesi üzerine Cutolo, meşhur Poggioreale hapishanesinde on yıl yatmakla cezalandırılır. Ancak hapishane duvarlarında gelişen dünya, dışarıdaki suç dünyasını aratmayacak nitelikte olaylar zincirine döner. Sonunda hapishane hücresinden kaçış yolu bulan Cutolo, hemen ardından bir suç şebekesi olan Nuova Camorra Organizzata’yı kurar. İtalya tarihinde derin yaralara neden olan bu şebeke, zamanla ülkeyi iç savaşa sürükler.
Kurgusunun sırtını tarihe yaslayan Tornatore, böylelikle güvenli ve bir o kadar da zor bir ilk adım atmıştır. Sonraki yapımları da uzun bir süre tarihi belgesel niteliğinde izler taşıyacaktır.
Nuovo Cinema Paradiso (1988)
Bir İtalyan ve dünya klasiği hâline gelen yapım, adı üzerinde “sinema cennetini” anlatır adeta. Küçük bir çocuğun gözlerinden başlayan sinema yolculuğu, anlatıma içten ve doğal bir üslup kazandırmıştır. 1980’lerin Roma’sında başlayan filmde ünlü yönetmen Salvatore Di Vita, bir gün Alfredo adlı eski bir arkadaşının ölüm haberini alır. Bu haber, yönetmeni çok derinden sarmıştır; çünkü Alfredo sıradan bir arkadaştan çok öte, yönetmenin tüm kariyerine mâl olmuş, çok değerli bir isimdir onun için. Bununla birlikte Salvatore, geçmişe dönüp tüm sinema serüvenini hatırlar. Yine yönetmen koltuğunda kendisi vardır; fakat henüz yazlık sinemalarda merakının peşinden koşan küçük bir çocuktur. Hafızasının beyazperdesinde islediğiyse kendi hayatının film şeridinden başkası değildir. Alfredo, küçük Salvatore’deki yaratıcı ve sanatsal bakış açısını fark eder ve onu şehir dışında sinema eğitimi almaya teşvik eder. Alfredo’nun bu arzusunu bir vasiyet belleyen Slavatore, Roma sınırlarının ötesine geçerek dünya sinemasının deryasında kulaç atmaya başlar ve nihayetinde ünlü bir yönetmen olarak cennetine, cennet sinemasına geri döner.
Görsel ve kurgusal yönden üstün bir başarı örneği olan film, müzikleriyle de kendinden bir o kadar söz ettirmiştir. En çok “Cennet Sineması” müzikleriyle bilinen Ennio Morricone, ayrıca 500’den fazla filmin müziğini de yapmıştır.
Stanno tutti bene (1990)
Göz görmeden gönül katlanırken, “herkesin keyfi” sahiden yerinde mi? Matteo Scuro, eşini kaybetmiş beş çocuk babasıdır. Artık birer yetişkin olan çocukları, İtalya’nın farklı coğrafyalarına dağılmıştır: Napoli, Roma, Floransa, Milano ve Torino. Tıpkı yaşadıkları yerlerin farklı karakterleri gibi bu beş kardeş de farklı mizaçlarla karşımıza çıkar. Matteo, zamanında çok etkilendiği melodram karakterlerinin adını vermiştir her birine. Ve sanki kaderin bir ironisi gibi, kardeşlerin yaşantıları da birer melodrama dönmüştür. Matteo herkesin keyfinin yerinde olduğunu sanırken bir gün çocuklarını ziyaret etmeye karar verir ve tek tek yaşadıkları yere gider. Ne var ki burada tanık oldukları, kendi sanılarından oluşan ideal dünya ile gerçek dünyanın aslında birbirinden çok farklı ilerlediğini gösterir. Matteo, çocuklarının prestijli, saygın mesleklerde görev aldığını zannederken karşısına mutsuz evlilikler, bir eskort hayatı, yetersiz kişilikler, hayal kırıklıkları ve yıpranmış hayatlar çıkar. İdea dünyası bir anda darmaduman olan Matteo için artık iftihar edilecek değerler, keyifli hayaller, kedersiz bir dünya çoktan geride kalmıştır.
İtalya coğrafyasını insan kişilikleriyle ören Tornatore, kurgu teorisini üçüncü yapımına büyük bir ustalıkla böylece işlemiştir.
Una pura formalita (1994)
90’lı yılların sonuna doğru Tornatore, tarihten beslenen belgeselci üslubunun yerine daha kişisel ve gizemli kurgulara yönelmeye başlar. Bunun ilk örneği de bir cinayet öyküsü olan Una pura formalita’dır. Film adlarına çoğunlukla bir ironi nüansı konduran yönetmen, bu filminde de “küçük bir formalite”nin nasıl karmaşık bir cinayet davasına dönüştüğünü anlatır. Yağmurlu bir gecede şüpheli bir silah sesinin üzerine yoldan çevrilip polis karakoluna getirilen bir adam, meşhur yazar Onoff olduğunu iddia eder. Bu iddiasının arkasında durmak üzere eserlerinden alıntılar yapan sözde yazar, birtakım şüpheli ifadeler ve tutumlarda bulununca komiser Roman Polanski’nin dikkatini çeker. Böylece Polanski ile Onoff arasında sorgular üzerinden karmaşık bir kovalamaca başlar. Onoff’un anlattıklarının ne kadarı doğrudur? Yazarın mahrem hayatına dair ince ayrıntıları dahi anlatabilen adam, tüm bunları nasıl öğrenmiştir? Yoksa gerçekten korkuyla şüpheli hareketler sergileyen Onoff mudur kendisi? İpuçlarını izleyiciye verirken heyecanın seyrini hep yüksek tutan Tornatore, bu yapımıyla gizem türünde de başarılı ve zekice kurgular kaleme aldığını göstermiştir.
Malena (2000)
yüzyıl, yepyeni ve cesur adımlarla başlar. Bunların ilki de sonraki dönemlerde dahi cesur kimliğini koruyan Malena’dır. Özellikle kadın cinayetlerinin sıkça gündeme geldiği ve kadına yönelik toplumsal bakış açısının sorgulandığı bugünlerde belki Malena, daha da anlamlı hâle gelmiştir. Zira bir karakter olarak Malena, önyargı ve ahlâkî norm çerçevelerinin kurbanı olan tüm kadınların çilesini bir Mesih figürü gibi üstlenmiştir.
II. Dünya Savaşı döneminde geçen öykü, Sicilya’nın gerçekte var olmayan bir köyünde kurulmuştur. Köyde Malena lakabıyla bilinen Maddalena, kocasını kısa süre önce savaşa gönderdiğinden yalnız yaşamaktadır. Olaylar, köyün diğer pek çok erkeği gibi Malena’ya kafayı fena hâlde takmış olan henüz on üç yaşındaki Renato’nun gözünden anlatılır. Malena, tüm varlığıyla köyün cazibe merkezidir adeta; her davranışı, gülüşü, giyimi, yürüyüşü, kelimeleri, hem erkekler hem de kadınlar taraşından çok farklı yorumlamalara neden olur. Hakkında çıkan dedikodular, zamanla Malena’nın fiziksel olarak linç edilmesine kadar varır. Burada köy halkının büyük bir saldırganlık ve açgözlü bir hırsla paramparça etmeye çalıştığı, sözüm ona ahlâksız Malena mıdır, yoksa yalnız bir kadına el uzatan kendi habis bakış açıları mı?
Kadına yönelik önyargı ve skandal niteliğindeki olayları, ergenlik çağındaki bir erkek çocuğun gözünden anlatman Tornatore, bunu çok etkili bir eleştiri unsuru olarak da kullanmıştır.
La sconosciuta (2006)
Malena’daki güçlü kadın figür unsurunu Onoff cinayetinin gizemiyle birleştiren Tornatore, bu kez o dönemlerde dünya gündeminde de yer edinmiş birtakım haberlerden esinlenerek adı üzerinde “esrarengiz” olayların perdesini aralar. 2000’lerin başında Doğu Avrupa’da fuhuş ağına sürüklenen genç ve küçük yaştaki kızlara ilişkin skandallar sıkça dillendirilmiştir. Buradan hareketle Tonratore, kurgusal bir Venedik şehrinde, Ukraynalı bir fahişe Irena’nın hayatını konu alır. Zarif bir apartmanda iş bulmak için epey çabalayan Irena, sonunda apartman kapıcısıyla anlaşarak temizlik görevi için işe alınır. Zamanla zengin bir ailenin üç yaşındaki kızı Tea’ya bakan Gina’yla arkadaş olur. Ancak Irena, göründüğü kadar masum değildir; temizlik yaptığı sırada Gina’nın ayağını kaydırarak onu merdiven boşluğuna düşüren kadın, daha sonra onun yerine Tea’nın bakıcısı olarak işe başlar. Ne var ki Tea’yla bu kadar ilgilenmesinin, geçmişe dayalı çarpıcı bir nedeni vardır. Irena, çok küçük yaştan beri fiziksel şiddete maruz kalmış ve fuhşa zorlanmıştır. Bu saldırıların sonucu doğurduğu dokuz çocuğu, evlatlık olarak başka ailelere vermek zorunda bırakılmıştır. Tea’nın da o çocuklardan biri olduğunu düşünen Irena, annelik içgüdüleri ile sağduyusu arasında tutarsız bir psikoloji sergilemeye başlar.
Tornatore filmografisinde yer alan belgesel, tarih, dram, suç ve gizem türlerinin yanına böylece psikolojik gerilim de yine başarılı bir örnekle eklenmiştir.
La migliore offerta (2013)
Sinematografi koşulları büyük değişimler geçirse de Tornatore’nin kalitesi her zaman yeni koşullara uyum sağlayarak standartlarını korur. Romantik gizem türündeki filmi de Tornatore imzasının hakkını verecek türde gerilimi, hareketi ve ipuçlarıyla bir bilmece hâline gelen gizemi üst noktaya taşır. Müziklerini yine Ennio Morricone’nin hazırladığı film, hem görsel hem de ezgisel yönden zengin bir sanat eseri ortaya koyar.
Sanat müzayedelerinin duayen ismi hâline gelen Virgil Oldman, ne var ki söz konusu ilişkilerle kadınlar olduğunda son derece tecrübesiz ve ilgisizdir. Ancak duygusal hayatı bir gün gizemli müşterisi Claire Ibbetson’la tanıştığında tamamen başka bir hâl alır. Claire’in çok özel bir durumu vardır; yaşadığı psikolojik rahatsızlık nedeniyle yıllardır hiçbir insan gözüne görünmeden, evindeki gizli bir bölmede yaşamaktadır. Buradan dış dünyayla iletişimini kurar, işlerini yürütür. Ancak Virgil’le kurduğu ilişki, zamanla genç kadını kendi dünyasının dışına çıkararak evliliğe kadar götürür. Büyük bir tutkuyla âşık olduğu karısı Claire’le birlikte yepyeni bir cennet hayatı kuran Virgil, ne ki çevresindekilerin birtakım şüpheli söz ve hareketlerini bir araya getirince geç de olsa büyük ve inanılmaz bir komplonun içinde olduğunu anlayacaktır.
Başrolde deneyimli oyuncu Geoffrey Rush’ı sahneleyen film, oyucu kadrosuyla da son zamanların unutulmaz yapımları arasına adını yazdırmıştır.
La corrispondenza (2016)
Tornatore yolculuğu bugün yapımı hâlen devam eden ve pek çok yapıma beraber imza attıkları yakın arkadaşına Ennio’ya adadığı Ennio: The Maestro ile sürerken uğrayacağımız son durak romantik türe ait. Ancak her Tornatore filminde olduğu gibi başta olağan görünen olaylar, zamanla karmaşık bir gizem yumağına dönüverir.
Astronomi alanında genç akademisyen olan Ed, doktora öğrencisi Amy ile uzun ve mutlu bir ilişki yaşamaktadır. Ancak bir konferans yüzünden bir süre ayrı yaşamak zorunda kalan çift, bu kısa sürede inanılmaz bir gizemin içinde bulur kendini. Zira sevgilisini yalnız bırakmamak adına ona sürekli mesajlar yazan Amy, ne ki Ed’in öldüğü haberini alır. Fakat bu işte bir terslik vardır, çünkü Amy’nin yazdığı her mesaj, çeşitli video ve mesajla karşılık bulmaya devam eder. Ed, bir yerlerden Amy’ye ulaşmayı başarmış mıdır? Yoksa tüm bunlar hâlâ yas içindeki Amy’nin kurguları mıdır?
Diğerlerine kıyasla daha çok eleştiri okunun hedefi olan La corrispondenza yüksek beklentilerin karşılığını veremese de Tornatore imzasının keyifli seyrinden ödün vermemiştir.