Savaş, yıkıp geçtiği şehirler ve aldığı canlarla gerçekleştiği anlara bütün vahşetini yansıtsa da, bitiminden sonra da yarattığı travmalarıyla birlikte insanların beynini kemiren bir kurt gibi yıllar boyunca var olmaya devam eder. Annabelle Attanasio’nun ilk uzun metraj filmi Mickey and the Bear (2019), Irak savaşını deneyimlemiş bir adamın asla eskisi gibi olmayacak psikolojisini ve bu durumun, kızıyla olan iletişimine sert etkilerini odağına alır.
Eşini kaybetmiş dul bir baba olan Hank (James Badge Dale), on sekiz yaşındaki kızı Mickey (Camila Morrone) ile birlikte herkesin birbirini tanıdığı küçük Anaconda kasabasında, kötü kara kaderin pençelerine sıkışmış bir hayat yaşamaktadır. Irak savaşı gazisi olan Hank, görünüşe göre kolundan veya bacağından çok daha fazlasını orada bırakmış; yüreğine hiç çıkmamacasına saplanan bir korku edinmiştir. Hayata ancak bağımlısı olduğu OxyContin ilacıyla, alkolle ve konsol oyunlarıyla tutunmaya çabalamaktadır. Mickey; onun bakıcısı, kızı ve neredeyse tek arkadaşı gibidir. Tıpkı babası gibi Mickey de hem hassas hem de dikbaşlı, kararlıdır. Duygu durumu stabil gitmeyen babasının şiddetli öfke nöbetlerinde bile Hank’e bakmak için olması gereken yerde bulunur, ona tüm merhametiyle bakar. Aynı anda hem okuluna devam ederken hem de para kazanmak zorunda olan Mickey, bir yandan da babasının psikolojik gelgitlerinin maruz bıraktıklarını özümsemeye çabalar. Doğuştan gelen sevgi bağının ve varoluşunun ona biçtiği sorumluluklar ile düşlerinde kurduğu dünya arasında en büyük dilemmasını yaşıyordur. Hank yaşadıklarının altında ezilmeye mahkûm, ilaçlara ve şefkate bağımlı bir hayata devam ederken, Mickey de genç yaşında altında kaldığı büyük sorumluluklarla canhıraş bir mücadele içerisindedir.Mickey’nin babasıyla olan iletişimi, ne zaman ve nereden kırılacağı belli olmayan donmuş bir gölün üzerinde yürümek gibidir. Ona duyduğu sevgisinin nefrete dönüşümü, merhametinin yerini korkuya bırakışı; babasının keskin davranış değişimlerinin esaretinde, zıt duyguların birbiri ardına sıralandığı sekanslar hâlinde ilerler. Kimi zaman baba ile kız veya bakıcı ile çocuk olurlarken, kimi zaman da iki düşmanmışçasına birbirlerine öfke duyar ve tavır alırlar. Genç kızın yaşadığı bu duygusal kargaşalar, yerini hislerin kararsızlığına ve duygusuzluğuna bırakır. Ne hissedeceğini bilemediği durumların doğurduğu çıkmazlar, Mickey’nin çehresinde birleşerek “ifadesizlik” olarak somutlaşır. Yönetmenin sıkça başvurduğu yakın plânlar, Morrone’un performansıyla bütünleşerek, duygusal ikilemlerin mimiklerle yansıtılmasında ve bunun izleyici tarafından hissedilmesinde büyük rol oynar. Özellikle iki genç aşığın göl kenarında baş başa kalmasının romantizmi ile yüklenmiş sahnede, bunun en gerçek hâliyle yansımasına şahitlik ederiz. Mickey karakterinin ifadesiz yüzü, somurtkanlık ile gülümseme arasında zikzaklar çizerken; izleyici de genç kızın içinde yaşadığı ikilemlerin, dışa vurmak isteyip de söyleyemediklerinin psikolojisine ortak edilir.
Duyguların bu denli vurucu aktarımında ve filmin dilinin yaratımında, mizansen bileşenlerinin güçlendirici kullanımının ve sinematografinin payı da yadsınamayacak kadar büyüktür. Görüntü yönetmeni Conor Murphy’nin objektifi aracılığıyla aktarılan birçok sahnenin rengi, tıpkı Hank ve Mickey’nin giderek yıpranan hayatlarını temsil eder bir şekilde, solup gitmişçesine az aydınlatılmış mekânlarla yansıtılır. Taşranın ıssız ortamları, Mickey’nin kendisiyle kalabildiği yerleri temsil eder ve sonsuz ağaç sıralarında bisiklet sürerken geçirdiği yalnızlığına eşlik edecek şekilde biçimlendirilir. Pastoral bir atmosferde geçen film, deneyimlerin ruhsal çöküntülerini yansıtan ince bir karanlık katmanla güçlendirilir.Annabelle Attanasio’nun Mickey için çizdiği tablo son derece kasvetli ve umutsuz gibi görünse de, hikâyenin gidişatında her daim umut ışığı olacak ve yıkılmakta olan düş dünyasının temellerini yeniden şekillendirecek yan karakterlerle tekrar aydınlatılır. Babasının öngörülemeyen davranışlarına deva olabilecek ilacın Aron’un sorumsuzca bir hareketiyle vaktinden erken bitmiş olması ve olayların huzursuzluğa yol açarak kötüye giden ivmesi, sosyal hizmetler memuru olan Leslee’nin hikâyeye dahil olmasıyla çözümlenebilecektir. Mickey’nin çaresizce denemeleri, Leslee’nin memuriyet kuralcılığının yerine geçen merhameti ile çözümlenir. Fotoğraf çekimi sırasında karşısına çıkan Wyatt ise, genç kızın umutsuzluğunun hayallere dönüştüğü nokta olur. Onunla birlikte kurduğu düşler artık daha yakın ve daha gerçektir. Düşlerinde kurduğu dünya Wyatt aracılığıyla ulaşılabilir kılınmış, kristalize edilmiş duyguları giderek çözünerek hayalleriyle bütünleşmiştir. Fakat geleceğe dair bambaşka bir hayatı temsil eden iki karakteri de hikâyeden uzaklaştıracak olan kişi yine Hank olur. Hank, Leslee’den gelen yardımı “muhtaç” statüsünde değerlendirilmek olarak addederken, olmadık yerde ortaya çıkan gururunu, Leslee’yi yanından uzaklaştırarak sert bir şekilde dışavurur. Kızına karşı umarsızca talepkâr olabilen çocuksu yönü, dışarıya karşı yetişkinlik taslayan güçlü bir kişiliğe dönüşür. Kızından başka kimsesi olmayan Hank’in bencilce içgüdüleri Wyatt’ı da uzaklaştırmaya yetecek; bu da Mickey’nin yol ayrımına gelmesinde önemli farkındalıklardan birini yaratacaktır. Wyatt, Leslee ve Aron gibi yan karakterler, hikâyenin ritmine ve filmin akışına sorunsuz bir şekilde oturan parçalar gibi görünmeseler de; baş karakterlerin gizli kalmış detaylarına yaptıkları temaslar aracılığıyla Attanasio’nun sinematik evreninde hikâyeyi güçlendiren birer unsur olarak yer alırlar.
Mickey and the Bear, savaşın zamansız travmalarından, genç bir kızın erken yaşta altında ezilmeye mahkûm kaldığı büyük sorumluluklarla mücadelesine kadar birçok konuya değinen etkileyici bir hikâyeyi, yönetmenin ilk uzun metraj filminin geleceğe dair heyecan veren duruluğu ile aktarır. Morrone ve Dale’in başarılı performansları baş karakterlerin duygusal tasvirinde büyük rol oynar ve Attanasio’nun yapıtının belki de aktarımının en zor noktalarını, en gerçekçi hâliyle izleyiciye yansıtır. Amerika’da yaşanan opioid krizi ve gazilere yardım eksikliği gibi önemli konular filmin ortasına yerleştirilen birer gönderme olarak değil; olay örgüsüne sorunsuz bir şekilde entegre edilmiş yan metinler olarak ele alınır. Çünkü Attanasio, mesaj verme kaygısı taşımadan asıl odağının dışına çıkmamayı yeğlemiştir. Tüm anlatılarının merkezinde de genç bir kızın başa çıkmak zorunda kaldığı geniş sorumluluklar yığınıyla ve yapmak zorunda olduğu seçimlerin ördüğü duvarların arasında sıkışmış hayatı vardır.