Tek hece olmasına rağmen binlerce sözcüğe, duyguya, yaşama sığan o büyülü gerçeklik: Ev. “Kâinatı sığdırabilirken yer bulamadığımız, ait değilken özünü oluşturduğumuz, zamanın ve mekânın en büyük görsel tezahürü olan o tek hece.” Ev her zaman güven verir; ancak kurtulmamız gereken zamanların da yıkılmaz kulesidir. Sonsuz bir döngü içinde bugün ve yarın arasında durağımızdır evlerimiz. Çoğu zaman sonumuz, felaketimiz, pişmanlıklarımız ve yeniden başlangıcımızdır. Bu listemizde eve kavuşmak ve aynı zamanda evden kurtulmak için verilen mücadelenin; tekinsiz mekânların yarattığı huzursuzluk hissinin eşlik ettiği hayatlara odaklanıyoruz. Karanlığın daha uzun bir zaman dilimine yayıldığı günlerde, sizler için korku türünün alternatif listesini derledik: Ehlileşmemiş Mekânlar ve Huzursuz Filmler Listesi. Zifiri karanlık gecelerinize umut olması dileğiyle…
Gaslight (Yön. George Cukor, 1944)
Psikolojik manipülasyon olarak tanımlanan Gaslighting sendromu; köken olarak adını Patrick Hamilton’ın 1938 yılında yayınlanan “Gas Light” adlı sahne oyunundan almaktadır. Aynı isimle, 1944’te George Cukor tarafından beyazperdeye uyarlanan film; kocası tarafından algı yönetimi altına alınmış bir kadının hikâyesine odaklanmaktadır. Piyano bölümü öğrencisi olan Paula, öğretmeni Gregory’e âşık olur ve kısa bir süre sonra onunla evlenir. Genç çiftin yeni yaşayacakları ev, Paula’nın ölen teyzesinden kalma varlıklı bir yapıttır. Gregory’nin bitmek tükenmeyen maddi hırsı ve Paula’nın imkânları yavaş yavaş gerçekleri gün yüzüne çıkarmaya başlar. Genç adamın hedeflerine ulaşmaktaki en büyük tutsaklık karısıdır ve kurmaca bir oyunla Paula’yı tesiri altına alıp manipülatif tacizlere başlar. Çok geçmeden ev halkını oluşturan hizmetçiler de bu şeytani plana dahil olarak kendilerini Paula’yı delirmeye başladığına ikna etmeye adar.
Filmin siyah beyaz oluşu, yoğun ışık kontrastı, kullanılan müzikler ve anbean yükselen gerilim izleyiciyi odak sorunu yaşamadan olayların merkezine dahil etmektedir. Gaslight (1944), Ingrid Bergman’a En İyi Kadın Oyuncu kategorisinde Oscar’ı, Altın Küre’yi ve National Board of Review ödülünü getirirken; filmin kendisi de Siyah-Beyaz Film dalında En İyi Sanat Yönetimi Oscar Ödülü’nün sahibi olmuştur.
Straw Dogs (Yön. Sam Peckinpah, 1971)
Astral matematikçi David, gökcisimlerinin olası iç yapıları ve radyasyon karakteristiklerinin etkilerini araştırmak için burs alır. Üzerinde çalıştığı kitabı bitirebilmek ve araştırmalarına odaklanabilmek amacıyla, karısı Amy’nin doğup büyüdüğü Wakely Kasabası’na bir süreliğine taşınmaya karar verir. Muhafazakâr ve kendi hâlinde olan bu kasaba, dışa dönük bir topluluk değildir. Çok geçmeden kasabada birtakım olaylar yaşanmaya başlar ve yaşananlar David’in yazmak için motive olabileceği huzurlu ev düşünün çok ötesinde boyutlara ulaşır. Mahremiyetin hızla ihlal edilmesi ve tacizin yoğunlaşmasının ardından artık kasabadaki herkes genç çift için tehlike arz eder.
The Texas Chain Saw Massacre (Yön. Tobe Hooper, 1974)
Kült mertebesinde saygıyla anılan The Texas Chain Saw Massacre (1974), hem kendisi hem de türdeşi çoğu filmin ötesinde bir bakış açısına sahiptir. Klasik korku formunda seyirciye sunulan yapım, olay örgüsü ve hikâye gelişimi açısından çekildiği döneme damga vurmuştur. Hafta sonu kaçamağı yapmak için şehir dışına çıkan bir grup gencin yolda rastladıkları tekinsiz bir otostopçuyu aralarına aldıktan sonra aşamalı bir şekilde başlarına gelen felakete odaklanır. Özgür olarak resmedilen ve gençlerden oluşan bu birliğin, tek tek avlanıp katledilmesini, soğukkanlı bir katil şölenine çeviren The Texas Chain Saw Massacre, aynı zamanda toplumun izole olmuş gruplarını ve şizoid kişiliklerini aile çatısı altında ötekileştirerek yeni bir anlatı yapısının temelini oluşturmaktadır. Büyükbaba, baba ve erkek kardeşler, mahşerin dört atlısı gibi malikâneye yaklaşan her türlü yabancıyı tehdit olarak görüp evi cehenneme çevirir. Genç ve özgür insanlar bir nevi kıyamet alameti olarak temsil edilir.
Sweet, Alice Sweet (Yön. Alfred Sole, 1976)
İki kızıyla birlikte yaşayan Catherine, Katolik inancıyla yetişmiş ve dinine bağlı Hristiyan bir kadındır. Dokuz yaşındaki kızı Karen, ekmek ve şarap ayinine katılabilecek yaşa ermiş, kilise tarafından komünyon alma törenine hazırlanmaktadır. Ailedeki herkes Karen’e meleklerin yeryüzündeki tezahürü gibi ilgi göstermektedir. Bu durum ablası Alice’i kıskandırmakta ve sürekli iki kardeş arasında çatışma yaratmaktadır. Ayin öncesi Peder, annesinden kalma yadigâr bir istavrozu tören öncesi Karen’e hediye eder. Bütün aile bu kutsal emanet karşısında büyülenir. Alice ise bir köşede mutlu aile tablosunu izlemektedir. Törene dakikalar kala son provalar yapılır ve herkes yavaş yavaş sahneye çıkar; ancak çocuklardan iki tanesi sırada yoktur. Karen, dakikalar önce vahşice katledilmiş ve ölü bedeni bir tabutun içinde yakılmıştır. Bütün olasılıklar Alice’i suçlamaya yeterken, gerçekler görünenden çok farklı bir şekilde seyir edecektir.
Yayınlandığı yıllarda, Alice, Sweet Alice (1976) kült film olarak anılmaya başlamış ve eleştirmenler tarafından slasher türünün çağdaş bir klasiği olarak kabul edilmiştir. Film; özellikle Katolikliği sorgulayan ince nüansları, bir çocuğun duygusal ihmali ve Amerikan çekirdek aile yapısının sarsılması gibi konularıyla, içinde bulunulan dönemin demografik yapısını gözler önüne sermektedir.
The Sentinel (Yön. Michael Winner, 1977)
Alison, nişanlısının yanından ayrılarak tek başına yaşamak ister. Taşındığı bina sessiz, sakin ve güvenli bir yerdir. Aynı akşam komşuları, Alison’a hoş geldin partisi düzenler. Başlarda çekingen davranan Alison, saat ilerledikçe komşularına alışır. Birkaç gün sonra apartmanda rahatsız edici olaylar yaşanır ve Alison art arda kâbuslar görür. Komşularından rahatsız olmaya başlar. Bir gün, üst dairede kendisini izleyen yaşlı bir adam fark eder. Zihninin oyunlar oynamaya başladığını düşünen Alison, korku ve tedirginlik içerisinde evine sığınır. Alison’ın taşındığı bu metruk bina aslında cehenneme açılan bir geçittir.
Fascination (Yön. Jean Rollin, 1979)
İş birlikçi hırsız çetesini dolandıran Marc, geceyi geçirmek için ormanın derinliklerinde gizemli bir şato keşfeder. Peşindeki ortaklarından kurtulmak için zorla girdiği evde iki genç kadın kendisine ürkek gözlerle bakmaktadır. Marc, eğer itaat eder ve sözünü dinlerlerse onlara hiçbir zarar vermeyeceğini, şafak sökünce de sessizce ormandan ayrılacağını söyler ve iki genç kadını rehin alır. Evlerini basan bu genç adamdan hoşlanan kadınlar, hissettikleri cinsel çekimle genç hırsızı ilişkiye girmeye zorlar. İçinde bulunduğu durumdan büyük haz duyan Marc, o gece kendisini bekleyen sürprizden habersizdir. Saklanmak amacıyla girdiği bu evden kurtulmak için amansız bir mücadeleye tabii tutulacaktır.
An American Werewolf in London (Yön. John Landis, 1981)
Londra’ya seyahat eden iki maceraperest, yollarını kaybederek kendilerini tanrının unuttuğu bir köyde bulur. Geceyi geçirebilecekleri bir yer arayan ikili, gördükleri ilk bara sığınır. Kasaba halkı dolunay vakti kendilerinden olmayan insanlara karşı oldukça tereddütlü davranmaktadır. Amerikalı gençler, meraklı bar sakinleri tarafından dakikalarca süzülür, ardından içeriye davet edilir. Gençler gidecekleri yeri bar sakinlerine söylediklerinde kapı dışarı edilir. Yağmura yakalanan iki arkadaş, ay ışığı altında kimselere görünmeden ana yola çıkmak için harekete geçer. Rotasız bir şekilde ilerledikleri yolda, sükûnetin yerini endişe almaya başlar ve Jack, lanetli bir köpeğin saldırısına uğrar. Gözlerini hastane odasında açan David ise bir sonraki Dolunayda kendisine neler olacağını henüz bilmemektedir.
An American Werewolf in London (1981) henüz hikâye taslağı hâlindeyken, on yıl gibi bir süreyle rafta duruyordu. Senaryosunu yıllar sonra çekmeye karar veren John Landis, yapımcı bulmakta zorluk çekti. Filmin kategorisini bir türlü sınıflandıramayan yapım şirketleri, An American Werewolf in London’ı, komik olamayacak kadar korkunç; ancak korkunç olmayacak kadar da absürt ve komik buluyorlardı. Korku-Komedi türünde eser veren yapım, 1982 Oscar Ödülleri’nde En İyi Makyaj ödülünün sahibi olarak yönetmen Landis’in on iki yıllık macerasını onurlandırdı.
The Serpent and The Rainbow (Yön. Wes Craver, 1988)
Woodoo efsanelerinde yılan, dünyanın sembolüdür. Gökkuşağı ise cennetin temsilidir. Tüm yaratıklar, bu ikisi arasında yaşayıp ölmelidir. Ancak insan, ruha sahip olduğu için korkunç bir yere tutsak edilebilir: ölümün yalnızca başlangıç olduğu bir yere.
Wes Craven filmografisinin en mistik örneğini oluşturan The Serpent and The Rainbow (1988), Amerikalı antropoloğun yerel bir tedavi yöntemini araştırmak istemesi üzerine Amazon’dan Haiti’ye uzanan yolculuğuna odaklanıyor. Dennis, özel bir şamanik ritüel sırasında geçit kapısını aktive etmiş ve Bokor adı verilen kara büyücü ile tanışmıştır. Ölüme yakın bir deneyim yaşadıktan sonra yeniden hayata dönmüştür. Boston’da bulunan üsleri, Dennis’e Zombi Tozu olarak anılan ve aktif bileşeni Tetrodotoksin olan bu ilacın araştırılması için fon sağlar. Dennis, Haiti’ye yeniden gider ve peşine düştüğü gizemli tozun, Bokor tarafından kullanılan bir ruh çalma iksiri olduğunu öğrenir. Dennis, ruhunu korumak, ülkesine ve kendi bedeninde dönmek için oyunu kuralına göre oynamak zorundadır.
Misery (Yön. Rob Reiner, 1990)
Stephen King’in aynı adlı kitabından uyarlanan film, bağımlılık derecesinde Paul Sheldon’a hayran olan obsesif bir kadının eylemlerine odaklanıyor. Son kitabını yazmak için inzivaya çekilen Paul, eve dönüş yolunda kar fırtınasına yakalanarak kaza geçirir. Gizli gizli Paul’u izleyen Annie, hızlıca yardıma koşar ve Paul’u ormandaki evine götürür. Eski bir hemşire olan Annie, bir numaralı hayranı olduğu Paul’a itaatkâr bir şekilde hizmet eder. Ancak bir süre sonra bu ilgi Paul’u tedirgin hissettirir ve gitmek için sabırsızlanır. Annie’nin Paul’u dış dünyaya teslim etmek gibi bir niyeti yoktur. Misery hikâyesi Annie’nin istediği sonla bitene kadar yazarımız Paul Sheldon, ormanın derinliklerindeki bu evde mahsur kalacaktır.
The People Under The Stairs (Yön. Wes Craven, 1991)
On üç yaşına henüz giren Fool, hasta annesine bakabilmek ve kaldıkları evin kirasını ödeyebilmek için ablasının erkek arkadaşıyla soyguna katılmayı kabul eder. Madeni para koleksiyonunun peşine düşen ikili, soygun yapmak için Los Angeles’ın en ilginç ve toplumdan izole ailesinin evinde buluşur. Planı harekete geçirmek için hazırlanan ekip, içlerinden birinin evde katledilmesiyle yaşam savaşı vermeye başlar. Fool ise bu ürkütücü malikânede, Alice adında genç bir kızla tanışır. Merdiven altında yaşayan diğer insanları ve Alice’i esir hayatlarından kurtarmak için gücü yettiğince adalet savaşı verir. Film; kendi öz çocuklarını evde hapseden bir anne babanın gerçek hikâyesinden esinlenmiştir. The People Under The Stairs (1991), eleştirmenler tarafından getto insanlarının yaşam şartları ve kapitalist insanların sömürü algısını merkeze alan diyalektik bir yaklaşım olarak ele alınmıştır.
The Lords of Salem (Yön. Rob Zombie, 2012)
House of 1000 Corpses (2003) ve The Devil’s Rejects (2005) gibi filmlerden tanıdığımız şahsına münhasır yönetmen Rob Zombie, The Lords of Salem (2012) filminde bu kez cadı miti ve şamanik ritüellere odaklanıyor. Yaratmış olduğu huzursuz atmosferi, karanlık tarafın kapılarını açan modern bir kadın formunda temsil ediyor. Radyo programcısı Heidi, The Lords of Salem isimli gruba ait bir plak bulur, kendisini dinleyen kadınları tesiri altına alan bu plak aslında bir cadı büyüsüdür. Heidi, ertesi gece plağı dinleyicileriyle paylaşır ve aynı şehirde yaşayan tüm kadınlar müziği duyduklarında transa geçer. Bir haftalık süreci kapsayan Heidi’nin karanlık yolculuğu, yavaş yavaş bedenini kötü ruhların sarmasıyla içinden çıkılmaz bir kâbusa döner. Heidi, Salem’e ait son cadıdır ve ruhunun bağışlanması için kendini Salem’in Efendisi’ne kurban etmesi gerekmektedir.