Boşa değil bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırının olması. Zira kahvenin dokusundaki, öyküsündeki, hafızasındaki tarifsiz özün hatırlardan çıkması mümkün mü? İlk olarak 14. yüzyılda Anadolu toprağına gelip burada yeniden kavrulan ve özgün bir tat edinen kahve, zamanla Türk Kahvesi adıyla civar topraklara nam salar. Zamanla yalnızca saray kafeslerinden, pençelerinden değil, en işlek sokaklardan en dardaki evlere kadar her hânenin kapısından tütmeye başlar kokusu. Birkaç yudumluk bu özel ikramın törensel bir hazırlanışı süreci vardır. Ve bu yüzden törenlerde, özel davetlerde, kıymetli anlarda eşlik eder muhabbete. Kahve, sonradan gelmiş esmer bir yabancı olmanın çok ötesine geçerek kültürün tam kalbine oturmuş, bir olmazsa olmaz hâline gelmiştir.
İster güneş doğup ortalığı ışığa boğsun, ister gün dökülüp geceye dönsün, günün esas güneşi ve uyandırıcısı kapkara, kavruk ve keskin kahvedir artık bu topraklarda. Cemal Süreya’yı yalancı çıkarmamak için belki; kahvaltının mutlulukla ilgisi, kahveden ötürü olmasın sakın? Kahve müptelaları için şüphesiz ki öyle. Arçelik Türkiye Genel Müdürü Can Dinçer ve Okan Bayülgen de hayatımızın, geleneklerimizin, hatta kişiliğimizin bu kadar derinlerine dokunmuş olan bu içeceği bambaşka bir kavram hâline getirerek adını, Cem Adıyaman yönetmenliğinde bir doku-drama ile yeniden yazar. Belki fincandaki birkaç yudum Göz Açıp Kapayıncaya Kadar biter, ama hatırı ve tadı bir ömür sürecektir.
Belgeselin içeriğine değinmeden önce belirtmeliyim ki kahve, bir ürün olarak kitleyi değil bireyi/bireysel zevki önceleyen bir içecektir. Dolayısıyla miktarı da çokluktan ziyade özel bir teklikle, kişinin zevkine ve tercihine özgü bir ölçüyle belirlenir. Kahveyi kültürel anlamda entelektüel bir çerçevenin dimağına yerleştirmek de bundan ileri gelir. Edebiyatın dilinden konuşacak olursak yani, çay demlik demlik tüten uzun soluklu bir romansa kahve bir fincana doluşan yudumluk bir şiirdir. Kısadır, azdır miktarca; ancak bir o kadar yoğun ve içlidir. Tadını tek bir seferde betimlemek mümkün değildir; çünkü ağza götürülen yudumun kokusu başka, ağızdaki ilk sıcaklığı başka, yudumladıktan sonraki bıraktığı his bambaşkadır. Bir bakıma her yudum, kendi başına bir öyküdür. Tıpkı şiir gibi özel ve yoğun olan bu içecek, dolayısıyla kendi kültürünü oluşturmuştur. Belgeselde ve sonrasındaki söyleşide de değinildiği üzere çay, kitlelere hitap ederken kahve özel bir zevk meselesi, belki biraz da mahremiyettir. Diğer bir deyişle çay, gelip geçen her yolcunun hakkıyken kahve, özel ikramların içeceğidir; kimi zaman bir dostla paylaşılan, kimi zaman yalnızlıkla baş başa.
Bu özelliği dikkate alındığında günümüz tüketim toplumunda bireysel tüketime en çok hitap edebilecek içecek de kahvedir kaçınılmaz olarak. Üretim ve ürünler bireyselleştikçe beklenti de artar, özelleşir. Diğer içeceklerin aksine kahvenin ufak teknik farklarıyla bu denli özelleşmesi, onu bireysel olarak sahiplenmemizi de kolaylaştırır. Ancak Bayülgen’in belgeselin hazırlanışındaki çıkış noktalarından biri, kahvelerdeki bu çeşitliliğin Türk kahvesine de yansımış olmasıdır. Türk kahvesi artık tek bir çağrışım ve ortak bir tada sahip olmaktan ziyade her yiğidin ayrı yoğurt yiyişinin eseri hâline gelmiştir. Bayülgen’in peşinde olduğu esas şey ise her kapıyı çaldığında aynı tadı bulabileceği, “standart” bir kahvedir. Arçelik’in ürettiği kahve makinesi Telve de nitekim bu standardı yakalamayı hedeflemiştir. Telve’yle beraber yakalanan standart, gala katılımcılarının yorumlarında da dile getirildiği üzere bir “hizalama”dır aslında; tadın, dokunun, hatırın aynı hizaya gelip ortak bir dil oluşturmasıdır. Bireysel bir içecekten böylesi bir ortaklık devşirilince ortaya bir kahve kültürünün çıkması da kaçınılmaz olmuştur.
Senaryosunu Okan Bayülgen ve Selin Atasoy’un kaleme aldığı belgeselde başrolü yine Bayülgen üstlenmiştir. Ancak herhangi bir role bürünmesine gerek kalmadan bizzat kendini oynar, Okan’ı. Okan, uyku yoksunluğu çeken bir fotoğrafçıdır. Uykusuzluğunu kahveyle pekiştirirken kahveyi de uykusuzluğun bahanesi yapar. Gündelik yaşamını da artık saatler değil, Türk kahveleri belirler. Kahve için uyanır, kahve için beslenir, kahve için yaşar. Ancak hayatını bu denli ele geçirmiş olan içecek hakkında hep merak ettiği bir soru dolanır: Kahveyi tanımlamak mümkün müdür? Elbette kahve, kendi başına bir kültür yaratacak kadar kapsamlı bir etkiye sahipse tek bir kahve tanımıyla gelmek de mümkün değildir. Ama Okan’ın buna ihtiyacı vardır; gittiği her yerde aynı tanımla aynı tadı bulmanın peşindedir. Bu amaçla yollara düşer, çaldığı kapılarda Ahmet Ümit’ten Emrah Sefa Gürkan’a, Vedat Ozan, Tunder Tunceli, Sahrap Soysal ve Osman Serim gibi pek çok ismin çok hatırlı kahvelerini içer. Bu yolculukta öğretmen de öğrenci de kendisidir. Belgeseli özgün kılan en önemli özellik de budur nitekim: Okan, belgeselin dikte eden, öğretici tonundan çok uzaktadır hep. Aksine soru sorarak izleyiciyle beraber kendini de bir kâşif konumunda tutar. Bu serüvene Türk kahvesinin Anadolu’ya getirilişiyle başlar; kahvenin en çok yakıştığı mekânlara, sanat ve özellikle edebiyat dünyasında nasıl bir yeri olduğuna, yazarların nasıl, nerede, neden kahve içtiklerine, kahve arkadaşlıklarına kadar pek çok durakta yudumlar kahvesini. Her durakta ayrı bir uzmanın penceresinden resmedilen kahvede ortak bir tanım arar ve biriktirdiği tanımlar, Türk kahvesi kadar zengin bir kavram oluşturur. Böylelikle belgesel üslubunu dış sesten iç sese geçiren Bayülgen, bilgi ediniminin çağdaş nesilde yeni bir boyutta gerçekleştirilmesi gerektiğini de vurgulamış olur.
Peki, sonunda nasıl bir tanıma ulaşmıştır dersiniz? Tahmin etmek zor değil; böylesi tarifsiz bir içeceğin tanımı da ancak kişide bıraktığı hisle ifade edilebilir. İçildiği mekân ve zaman kadar mahremdir dolayısıyla. Ama belgeselden en çok hatırda kalıcı cümleler, kahvenin tadına en çok yaklaşanlar olsa gerek. Yani kahveyi bu kadar hayretle cazip kılan acısına. Tuhaftır; beslenme alışkanlıkları ve tatlara yönelik tepkiler doğuştan gelen yetilerle sınırlı değil, sınırsızca öğrenilebilen kavramlardır. Kahve de acıyı sevmeyi öğreten yegâne içecektir bizlere. Kırk yıllık hatırının olması da iyi günde kötü günde, düğünlerde taziyelerde bıraktığı acı, buruk tattan ileri gelip o anları da unutulmaz kılmasındandır. Ne ki bu cümleyi bir edebiyat tadının arayışıyla dillendirip geçmemek gerek, zira sanatsal yanı kadar psikolojik temelleri de vardır bu “acı” sevgisinin. Derrida’nın jouissance, yani zevkin doruğundaki acı kavramı kahvede can bulur. Sert bir kahvenin her yudumu acı verdiği ölçüde zevk de verir bedene. Beden, geleneksel bir yönlendirme ile bu acıdan zevk almayı öğrenmeye, hatta bir kültür devşirmeye başlar. Bu tuhaf ancak şaşırtıcı ilişki, kahve sevgisinin altında yatan psikolojik temelleri de ortaya koyar. Bir başka hatırlı cümle de asıl öldürenin zehir değil, doz olduğudur. Kahvenin ‘temkinli’ miktarı da aslında bunu yansıtır başlı başına. Her miktarda ve her yerde değil, er ölçüde tüketmek, kahveyi değerli kılar.
Görülüyor ki kahve muhabbetlerine bir nokta koymak mümkün değil, fincanın dibinde sonu gelmez öyküler dolanıyor her yeni kahve deneyiminde. Bu nedenle biz telvelerden üç nokta bırakalım bu yazıya. Türünün en özgün örneklerinden biri olan Göz Açıp Kapayıncaya Kadar için birer fincan kaldıralım; içelim, güzelleşelim.
Türk kahvesi kültürünü evrensel kılmak üzere yola çıkan ve hatırdan hiç çıkmayacak bir eser ortaya koyan Can Dinçer’e, Okan Bayülgen’e, Selin Atasoy’a ve tüm Arçelik ekibine teşekkürü borç biliriz.