Tarzan Kemal Bir Kentli Hikâyesi (2016), Peki Ya Protein (2017), Barisfer (2018) isimli belgeselleri ve Sisifos (2017) isimli deneysel kısa filmiyle oldukça başarılı ve dikkat çekici işlere imza atan Yusuf Emre Yalçın ile prömiyerini 40. İstanbul Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışması’nda yapacak Anima (2021) belgeseli üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
*Merhaba Emre. Sen de çok iyi biliyorsun ki filmin seyirci ile ilk görücüye çıkacağı günü iple çekenlerden biriydim. Ve sosyal medyadan güzel haberi duyurduğunu gördüğüm an röportaj teklifini sundum sana. Sen de hemen kabul ettin. Bunun için çok teşekkür ederim. Öncelikle senin ve tüm ekibin emeğine sağlık demek istiyorum. Böyle bir filmin ülkemiz filmografisine dâhil olmasından dolayı çok mutluyum. Dilerim Anima böyle yapımların önünü açmış olur. Bize belgeselin konusundan kısaca bahseder misin?
Çok teşekkürler Tuba. Evet, filmin gidişatını kitlesel fonlama sürecinden itibaren takip ediyordun. Röportaj teklifin için ben de sana teşekkür ederim.
Anima, insanların hayvanlarla kurdukları ilişkileri toplumdaki farklı kültürel yaklaşımlar ve inanç sistemleri üzerinden sorgulayan, diğer yandan yönetmenin kendi anılarını anlatarak bazı ritüelleri tekrar ve farklı bir gözle keşfe çıktığı bir film.
*Belgesel fikrinin nasıl ortaya çıktığını ve bu fikrin senin vegan bir birey olma kararının neresinde durduğunu merak ediyorum. Belgesel mi seni veganlığa götürdü yoksa senin vegan olman mı bu filmin yaratılmasını sağladı?
Belgesel fikri ben vegan olduktan sonra ortaya çıktı. Vegan olalı henüz 2-3 yıl olmuştu ve bu mesele hayatımın önemli bir bölümünü kaplıyordu. Gündemimde olan en yoğun konuyla ilgili bir film yapmak ve bu olaya nasıl baktığımı anlatmak istiyordum. Sonrasında filmin nasıl olacağını yolda keşfetmek üzere çekmeye başladım. Aslında benim bu meseleye nasıl baktığımı ve neden vegan oldugumu tekrar keşfetmeme yarayan bir sürece de dönüştü bu çekim süreci benim için.
*Filmin ismine gelmek istiyorum. “anima” sözcüğüne analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung’dan aşinayız. Jung’un bilinçaltı teorisinde, erkeğin iç benliğindeki kadınsı tarafa “anima” denir. Toplumsal arketipler tarafından saklanması, gizlenmesi gereken bir şeydir erkeğin animası. Ki animası ile bir erkeğin yüzleşmesi büyük bir adımdır. Neticede çoğu erkek de bu yüzleşmeyi yapıp kendini tam olarak gerçekleştiremez. Buradan filme gelecek olursak; film, insanlığın yüzleşmek istemediği, görmezden geldiği, bazen de kayıp gönderge* nedeniyle yok saydığı şeyleri görünür kılmaya çalışıp bir nevi seyircinin bunlarla yüzleşmesini amaçlıyor. Sence de bu filme bir yüzleşme filmi diyebilir miyiz? Sence filmi izleyen seyircide de yıllardır kuşaktan kuşağa aktarılarak oluşturulan kolektif bilincin yapı taşlarında bir kırılma ve bu kırılmanın ardından tekrar bir inşa gerçekleşecek mi?
Bahsettiğimiz bu düzene ataerkilliğin bir uzantısı da diyebiliriz. Bence hayvanlara davranışımızda toplumsal cinsiyet rollerinin de çok önemli bir etkisi var. Ataerkil tasarlanan bir düzeni norm olarak kabul ediyoruz ve dışına çıkarak dışlanmayı, toplumdan aforoz edilmeyi göze alamadığımız için senin de dediğin gibi bazı yönlerimizi bastırmayı seçiyoruz. Toplum olarak Anima’nın yeniden keşfi önemli bir adım olur diye düşünüyorum. Belki başta yıkıcı bir güç olarak karşımıza çıkar ama yeniden ve daha iyisini inşa etmek için biraz yıkıcılığa da ihtiyaç var gibi. Tabi ki bahsettiğim fiziksel bir yıkım, bir şiddet değil; normların, tabuların yıkımı. Bu anlamda evet, bir yüzleşme denebilir. Çözümün ne olduğundan öte bir ilk adım olarak sorunu belirlemeye ve fark ettirmeye çalışan bir film denilebilir sanırım.
*Film, kendine tek bir mekânı, tek bir coğrafi bölgeyi ya da tek bir hayvan türünü kıstas almıyor. Bir nevi ülkemizin en batısından en doğusuna kadar devam eden bir yolculuğa çıkarıyor seyirciyi. İzmir’den Konya’ya oradan da Dersim’e uzanıyor. Böylece farklı kültürlerin farklı coğrafi yapıların ve hayvan türlerinin yaşayışına ortak oluyoruz. Fakat şartlar ne kadar değişirse değişsin hayvanın konumu ne yazık ki hiç değişmiyor. Bölgeleri seçerken özellikle göz önünde bulundurduğun kıstaslar var mıydı? Yani, neden Konya mesela? Ya da neden Dersim?
Öncelikle Dersim seçimini anlatayım. Kadıköy’de yürürken Dersim Dernekleri Federasyonu’nun (DEDEF) bir eylemine denk gelmiştim. Dersim’de spor adı altında ticari bir faaliyet olarak sürdürülen avcılığı protesto etmek için düzenlenen bir etkinlikti. Orada yapılan açıklamalarda ve pankartlarda kutsal hayvanların avlanıldığından bahsediliyordu. Ben de Dersimlilerin kutsal saydığı hayvanları neden kutsal saydıklarını ya da kurban edilen hayvanların neden kutsal olmadığını çok merak etmiştim ve o anda Dersim’e gidip bu konuyu araştırma fikri doğdu.
Konya’nın seçimi daha pratik bir nedenden ötürü oldu. Çocukluğumdan beri defalarca izlediğim kurban bayramı ritüelini çekmek istiyordum ve eşimin akrabalarının kurban keseceğini biliyordum. Eşimin babasının desteğiyle onlardan çekim izni aldık ve bu çekim için kurban bayramında Konya’ya gittim.
Bunun dışında, Ege ve Akdeniz’de birçok şehirde deve güreşleri düzenlendiğini duymuştum. O etkinliği de çok merak ediyordum ve az çok nasıl bir şeyle karşılaşacağımı tahmin ediyordum ve filmde anlatmak istediğim güç ilişkilerine iyi bir örnek olacağını düşünüyordum. Sonra çocukluğunda birçok defa bu etkinliğe katılmış olan sinemacı bir arkadaşımın yönlendirmesiyle, zamanlama olarak da bize en uygun olan Selçuk deve güreşlerini seçtim. Tabi ki gittiğimde karşılaştığım şey tahmin ettiğimin çok ötesinde bir durumdu.
*Peki, sen bu üç bölge arasında tecrübelerine ve gözlemlerine dayanarak bir fark olup olmadığını söyleyebilir misin? Yani oldukça muhafazakar bir yaşam sürdüren ve çoğunlukla sünni insanların yaşadığı Konya, alevi kültürünün egemen olduğu Dersim veya daha “modern” bir profil çizen İzmir arasında hayvanlara karşı tutum göz önüne alındığında bir fark gözlemleyebildin mi?
Tabi ki farklar var ama ortak noktalar da var. En çok dikkatimi çeken ortak nokta; tüm kültürlerde hayvanlara değer verdiklerini sanma gibi bir illüzyon var. Mesela deve güreşini düzenleyenler develeri sevdiklerini düşünüyorlar. Dersim’in inanç sistemi gereği sünnilerle karşılaştırıldığında belki daha ılımlılar hayvanlara karşı ama onlarda da kutsal olan keçi ve kutsal olmayan keçi ayrımı var mesela. Birini korumak için eylemler düzenlerken diğerini yiyorlar. Aslında tüm toplumda olan bir şey bu; hayvansever olduğumuzu söylerken işin özünde kediyi, köpeği koruyup ineği, tavuğu yiyoruz. Başka bir toplumda bu, ineği koruyup köpeği yemek olarak da karşımıza da çıkabilir. Ya da kendi ikiliğimden de bahsedeyim; vegan olarak tüm hayvanlara eşit yaklaşmalıyız düşüncesini savunurken diğer yandan evde bakımını üstlendiğim kedilere başka bir hayvandan üretilen mamaları satın alıyorum. O yüzden bence en büyük ortak nokta; normlaşmış bir sömürü düzeninin içindeyiz ve bunu yeterince sorgulamadığımız için kendimizi kötü hissetmeyecek düzeyde yarattığımız bir kurgusal gerçeklik içinde yaşıyoruz. Buna kurgusal gerçeklik dediğimde sanki birbirinin zıttı iki kavramı bilinçsizce kullanmışım gibi geliyor olabilir ama tam da söylediğim şeyi demek istiyorum. Yasalar, dinler, gelenekler… Hepsi kurgulanmış düşünce sistemleri ve onları içselleştirerek yaşadığımızda ve inandığımızda bu kurgular bizim gerçekliklerimize dönüşüyorlar. Fakat bir Müslümanın gerçekliğiyle bir Budistin gerçekliği birbirinden tamamen farklı oluyor. Dolayısıyla hiçbir sistem mutlak gerçek, tek doğru gibi algılanmamalı. Kurgular yorumlanabilir, değiştirilebilir ve yeni gerçeklikler üretilebilir.
*Bu tarz filmlerin en büyük tehlikesi didaktik olabilmesidir. Fakat Anima, nerdeyse bu tuzağa hiç düşmüyor. Bir yönetmen olarak asla filme müdahil olmuyor, yönlendirme yapmıyorsun. Tamamen gözlemci bir kamera ile kotarılıyor tüm film. Sadece bir yerde sesini –filmin birçok yerinde non-diegetic olarak yani üst ses olarak sesini duymamız dışında- duyuyoruz. Filmi çekmeye başlamadan önce belirlenmiş bir şey miydi bu? Yoksa çekimler esnasında mı gelişti birçok şey?
Filmin fikir aşamasından itibaren önemsediğim bir şeydi didaktik olmamak. Çünkü vejetaryen ve sonra vegan olduğum andan beri tecrübe ederek öğrendiğim bir şey varsa o da insanların bu konuda çok alıngan olabildikleri. Buna bir örnek vereyim; yeni tanıştığın bir kaç kişiyle bir yemek ortamında buluşuyorsun ve herkes garsona siparişlerini söylüyor. Siz de bir vegan olarak garson yanınıza edildiğinde mercimek çorbasında tereyağı ya da et suyu gibi hayvansal katkılar olup olmadığını soruyorsunuz. Bunun üzerine masadaki kişilerden biri size neden bunları sorduğunuzu soruyor. Siz de kendinize bu soru sorulduğu için vegan olduğunuzu söylüyorsunuz doğal olarak. Deklare etmek için hevesli olmadığınız gibi, sorulduğunda saklanması gereken bir şey olarak da görmüyorsunuz. Sonra aynı kişi “Benim bir arkadaşım yıllardır vejetaryen ama bir kez bile bunu dile getirdiğini görmedim.” diyerek sizin vegan olduğunuzu söylemenizi eleştiriyor. Yani ortamdaki hiç kimseye siz neden et yiyorsunuz, aslında yanlış yapıyorsunuz vs gibi bir şey söylememişken, sadece yemeğinizin içinde ne olduğunu öğrenmek istediğinizde bu merakın sebebini soran kişiye vegan olduğunuzu dile getirdiğiniz için bunu agresif, saldırgan ya da itici bulabiliyorlar. Filmi yaparken bu hep aklımın bir köşesindeydi. Bu duruma kızıp şikâyet etmek yerine onunla nasıl başa çıkabileceğimin yollarını aradım hep. Bu noktada filmin yaratıcı danışmanı Gürcan Keltek’in de çok katkısı oldu. Ona aklımdan geçen fikirleri anlattığımda bana her zaman sade ve net bir biçimde “O fikir bence kötü, bu daha iyi, bunun üzerine gitmelisin!” gibi yönlendirmelerde bulunuyordu. Hatta bir gün hiç unutmadığım ve süreç boyunca aklımın bir köşesinde tuttuğum bir cümle sarf etti. 51. SİYAD Ödül Töreni için buluşmuştuk. Onun Meteorlar (2017) filmi uzun metrajda yarışıyordu ve benim Barisfer (2018) filmim de kısa metrajda yarışıyordu. Tören saatini beklerken törenin yapılacağı Anahit’in yanındaki Ziba Bar’da oturmuştuk ve Anima’yi konuşuyorduk. Anima için yaptığım çekimlerden bazı bölümler göstermiştim ve bu görüntüleri didaktik bularak şöyle söylemişti: “Senin vegan olman bu film için zaten yeterince politik bir tavır, o yüzden filmde veganlığı anlatmana gerek yok.” Özellikle Dersim’deki kutsal hayvanlar meselesinden bahsettiğimde heyecanlanmıştı ve “Sen bence Dersim’e git bir an önce!” demişti. Ben de o noktadan sonra onlarca taslak fikir arasından hep en gözlemsel ve biraz da mistik tarafı olan fikirlerin peşinde koştum. Direkt anlatımlardan kaçındım. Tabi kurguda da bu cümle hep benimleydi. Sağ olsun kaba kurguları da bıkmadan defalarca izledi ve yorumlarını yine ayni netlikte ve sadelikte bana iletti. Bir de tabi ki eşim, filmin yapımcısı Ezgi’nin de çok etkisi var. Gürcan’la kıyaslandığında belki samimiyet derecemizin de getirdiği bir rahatlıkla çok daha acımasızca eleştirdi filmin kaba kurgularını. En çok tokatı Ezgi’den yedim diyebilirim. Onun dışında da yine fikrine güvendiğim başka arkadaşlarıma, post-prodüksiyon sırasında çalıştığım/karşılaştığım sektörden başka insanlara izlettim. Yani film, didaktik olmama konusunda defalarca savunma sınavlarına girdi.*Bu film, aynı zamanda senin çocukluk anılarından başlayarak devam eden hayvanlarla ilişkine de yer verdiği için bir anlamda da kişisel bir film. Ben de senin gibi doğuştan değil sonradan vegan olan biri olduğum için anlattıklarında çok ortak nokta yakaladım. Mesela Kurban Bayramı anılarımız çok benzer. Bu kişisel anılarını dâhil etmeye nasıl karar verdin? Filmin oğlaklarla olan bölümünde bir rüyanı anlatıyorsun. Çocukken mi görmüştün bu rüyayı? Ve sen bu rüyayı nasıl yorumluyorsun çok merak ettim.
Kişisel anlatımları ekleme düşüncesi sürecin en başından itibaren benimle birlikte olmasına rağmen neredeyse kurgu bittikten sonra filme eklediğim bir şey oldu. Sanırım önce bu anlatımlar olmadan filmin nasıl olacağını ve ne anlamlar doğacağını görmek istemiştim. Birçok farklı kurgu denedim. Ezgi’nin kaba kurgulardan birini izlediğinde söylediği bir şey vardı. Bana “Filmin büyüsü yok şu an.” demişti. O büyüyü benim kişisel hikâyemle bulacağıma inanarak eski günlüklerimi karıştırmaya başladım. Sonra da bu filmle bağı olduğunu düşündüğüm anı ve rüyalardan bir metin oluşturdum.
Oğlak rüyası belki on yıl önce gördüğüm ama önemli bir değişiklikle filme uyarladığım bir rüya. Rüyamda oğlak yerine bir köpek vardı aslında. O dönem baktığım bir yavru köpek gençlik hastalığına yakalanıp ölmüştü. Ona yeterince iyi bakamadığım için öldüğüne inandım hep. O rüyayı da o dönemlerde gördüm. Başta uzun bir süre rüyamdaki kedilerin köpeğe zarar vermeye çalıştıklarını, benimse köpeğe yardım etmek için elimden hiçbir şey gelmediğini düşünerek kendimi kötü hissettim. Sonra bu rüyayı gördüğümü unuttum yıllar içinde. Günlüklerimi karıştırırken yıllar önce gördüğüm bu rüyayı günlüğüme kaydettiğimi gördüm ve rüyayı tekrar hatırladım. Ancak bu kez farklı yorumlamıştım. Kediler köpeğe zarar vermeye değil benden korumaya çalışıyorlardı. Çünkü ona iyi bakamayacağımı biliyorlardı ve o yüzden de beni ona yaklaştırmıyorlardı. Bir şekilde suçluluk duygusuyla yüzleşme ve bunun sonucunda da küçük bir aydınlanma yaşadım. Filme bu rüyayı eklemeye karar verdiğimde filmde anlatılan konular gereği köpek yerine oğlak demeyi seçtim.
*Özellikle son yıllarda hayvan hakları aktivistleri dünyanın çeşitli bölgelerinde mezbahalara, fabrikalara, çiftliklere girerek çekim yapıyor sonra da sosyal medyada bu videoları paylaşıyorlar. Tabii ki tüm o videoların inanılmaz işkencelere, katliamlara ev sahipliği yaptığını söylemeye gerek yok. Fakat bizim ülkemizde bu görüntüler izlettirildiğinde genelde “Ama onlar bizim ülkemizde çekilmiş görüntüler değil ki!” –Ki o videoların içerisinde son yıllarda ülkemizden de çokça görüntü vardır.- veya “Ben endüstriyel ürünler kullanmıyorum bu yüzden bu görüntülerdeki vahşete ortak olmuyorum.” diyenler oluyor. Bu anlamda Anima, seyirciyi ters köşe yapacak gibi. Çünkü gerek Konya’daki gerekse de Dersim’deki görüntülerde tam da endüstriyel olmayan görüntüler görüyoruz. Ama hepsinde de bariz bir sömürü ve işkence var. Anima’nın bu açıdan ülkemiz için bir ilk olduğunu söyleyebiliriz sanırım değil mi?
Filme başladığımda sıkça düşündüğüm ve başkalarından da öneri olarak duyduğum bir şeydi endüstriyel hayvancılığa dair çekimler yapma konusu. “Asıl eziyet orada, onları çek asıl!” gibi öneriler geliyordu. Ben de bir bölümü endüstriyel hayvancılığa ayırabilirim diye düşünüyordum. Ama süreç içerisinde fark ettim ki çoğu insan vegan ya da vejetaryen olmasa bile endüstriyel hayvancılığın kötü olduğunu kabul ediyordu. O yüzden de “organik”, “serbest gezen”, “köyde sevgiyle bakılan” hayvanları yemeyi tercih etme gibi bir oksimoron üretiliyordu. Dolayısıyla benim çekmem gerekenin tam da endüstriyel olmadığı için masum gibi algılananlar olduğunu anlamıştım. Bu anlamda evet, biraz ters köşe denebilir. Ama ilk mi değil mi o konuda bir bilgim yok açıkçası.
*Film adeta distopik bir sekans ile başlıyor. Fakat görüntü netleştikçe tamamen günümüzden bir kare ile karşı karşıya olduğumuz anlaşılıyor. Yine de birçok açıdan deve güreşi “kültürüne” uzak olan biri için şok edici görüntüler olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Senin deve güreşleri çekimlerini yaparkenki tecrüben nasıldı? Biraz bahseder misin?
Ben de ilk defa gitmiştim ve neyle karşılaşacağımı az çok tahmin ediyordum. Fakat gittiğimde gördüklerim tahminlerimin çok ötesindeydi. Öncelikle dikkatimi çeken; sabah 9.00 civarı gitmiştik ve güreşlerin düzenlendiği arenaya yaklaştığımızda arenanın neredeyse bir kilometre öteden görülebilen yoğun bir sisle kaplı olduğunu görüp şaşırmıştım. Balıkesirli olan arkadaşım daha önce çocukluğunda deve güreşlerini gördüğü için hiç şaşkın değildi ve “Mangal dumanı abi o!” dedi. Ben hala inanmakta güçlük çekiyordum o kadar büyük bir alanın, yani yaklaşık bir futbol sahası büyüklüğünde bir alanın mangaldan çıkan dumanla tamamen gözden kaybolmuş olabileceğine. Fakat arenaya girdiğimizde gördüm ki saat henüz sabahın dokuzu olmasına rağmen insanlar çoktan rakı şişelerinin dibini görmüş ve deve sucuğu yiyerek güreşlerin başlamasını bekliyorlardı. Belki garip gelecek ama ilk düşündüğüm şey o mangal kokusunun üzerimden hiç çıkmayacağı oldu. Sonra bir önceki gün develeri ne kadar sevdiklerinden bahseden ve onlar için güzellik yarışmaları düzenleyen insanların ertesi gün develeri güreştirerek zevkten dört köşe olmalarının ne kadar absürt bir durum olduğunu düşündüm. Gördüklerim bana bir festivalden ziyade filmlerde izlediğimiz gladyatör geleneğini hatırlattı. Her deve bir sahibinin kölesi konumunda ve Ege-Akdeniz boyunca birçok farklı il ve ilçede düzenlenen güreşlere sırasıyla gidip hepsinde güreşlere katılıyorlar. Yöneticiler bunu halkla bağ kurma, oy toplama ve network yapma alanı gibi görürken halk için tamamen bir eğlence ve sosyalleşme alanı olarak kullanılıyor. Efendi-köle ilişkisini ya da patriyarkanın kodlarını çok açık bir biçimde görebiliyorsunuz.
*O zaman buradan hemen Konya ve Dersim çekimlerine geçelim. Bunlar biraz daha farklı tecrübeler çünkü. Yanılmıyorsam onar gün süreyle direk köy evlerinde kalarak çekimleri gerçekleştiriyorsun. Kameran açık olmadığı zamanlardaki tecrübelerin nasıldı? Yerel halk ile sohbet edebilme şansın oldu mu? Örneğin Dersim’deki kutsal hayvan ile kurban hayvan arasındaki farkın ne olduğunu çözebildin mi?
Dersim’e gitmeden önce yanıma zaten Dilşa Deniz’in Yol/Rê: Dersim İnanç Sembolizmi kitabını almıştım. Orada şöyle bir paragraf vardı: “Keçilerin en önemli özelliği sarp kayalıklardan rahat ve hızlı hareket etme kabiliyetleridir. Onlar, bu anlamıyla Dızgun’un** hayvanlarıdır ve bir yanıyla da kutsaldırlar. Ekonomik faaliyet içinde Dızgun’un keçileri iki kısma ayrılmıştır. Bunlardan ilk kısmı dağda kalanlar, yani pezküvilerdir. Pezküviler, Dızgun’a ayrılarak kutsiyet formuyla muhafaza altına alınırken, ikinci kısım olan evcil keçiler yani bızın/bız, bölgenin ekonomik/yaşamsal faaliyetleri içinde tanımlanmışlardır. Bu şekliyle, aynı türden hayvanların kutsal/sacred ve kutsaldışı/profane alanlarının kültür kodeksinde kayıt altına alınması olarak bakılabilir.”
Yani zaten yabani oldukları için evcilleşmesi, hatta yakalanması bile zor olan dağ keçilerinin ulaşılamaz olmaları onları kutsal mertebesine koymuş benim anladığım kadarıyla. Bu konuyu hem evinde kaldığım arkadaşımın babasıyla, hem de filmde yer alan Veli Dede’yle çekim dışında konuşmuştuk. Özellikle arkadaşımın babası Mehmet amcayla sık sık Dersim’deki gelenekler üzerine sohbetler ederdik. Yani bir yandan yanımda götürdüğüm akademik çalışmayı okurken diğer yandan insanların yaşam pratiklerini de dinleyerek ve izleyerek anlamaya çalıştım. Filmde özellikle röportaj kullanmadım çünkü bunları açıkça anlatmak yerine gözlemlemek daha doğru gelmişti. Yargılayan bir yerden bakmak istememiştim. Bu yüzden de mesafeyi mümkün olduğunca korumaya çalıştım.
Konya’da zaten içine doğduğum kültüre çok yakın bir kültürle karşı karşıyaydım. Ben Sinopluyum ama sonuçta Sünni adetlerini görerek yetiştim. O yüzden Konya’da gördüklerimle kendi anılarım arasında çok fazla ortak yönler vardı.
*Ulrich Seidls’in Safari (2016) ve Joshua Oppenheimer’in The Act of Killing (2012) isimli belgesellerini izlemiş miydin? Bu iki belgeseli katliamı uygulayan kişilerin büyük bir gururla yaptıklarını ayrıntısıyla anlatmaları noktasında çok benzetirim. Safari’de hayvanları avlayanları izler ve dinlerken The Act of Killing’de ise faşist rejimin eli kanlı katillerini dinleriz. Bu anlatıcılar adeta yaptıklarının farkında değilmiş, çok sıradan bir rutini gerçekleştiriyorlarmış gibi anlatırlar. Anima’da da bunu fark ettim. Hayvanı bir birey olarak görenlere göre aslında kan donduran şeyler yaptıklarının farkında değiller. Bırak bu yaptıklarını gizlemeyi tüm süreci çekmen için sana izin veriyorlar değil mi? Çekim yapmak için izin almakta zorlandın mı hiç? Ya da senin tam olarak ne yaptığını merak ettiler mi? Nasıl gelişti bu izin alma süreci?
Konya’da eşimin ailesinin akrabaları yaşıyor. Kurban kesimi o akrabalardan birinde gerçekleştirildi zaten, o açıdan izin almak gibi bir sorun yaşamadım. Hayvan pazarı ya da caminin içi gibi yerlerde çekim yapmak da yine o akrabalar sayesinde oldu çünkü onlar “Bizim damat belgesel yapıyor, şu kenarda biraz çekim yapsın.” deyince kimse başka bir şey sorgulamadı. Akrabalar tabii ki vegan olduğumu biliyorlardı ve biraz eleştirel bir bakışla çektiğimin farkındalardı ama dediğin gibi, kurban kesmek, hayvan alıp-satmak içine doğduğumuz kültürde o kadar normal bir şey ki zaten onların gözünde benim vegan olmam aykırı olan şeydi muhtemelen. Ayrıca hayvan kurban etmek devlet nezdinde de yasal ve desteklenen bir şey. Öyle olunca şiddet normalleşiyor.
*Filmde şiddeti bir yere kadar gösteriyorsun. Mesela ineğin katledilme (kurban edilme) sahnesinde son noktada kamerayı gökyüzüne çeviriyorsun. Filmin hiçbir anında kanlı görüntülere yer vermiyorsun. Bu anlamda birçok seyircinin de zorlanmadan izleyebileceğini söyleyebiliriz. Zira biraz önce bahsettiğim Safari’de kan, adeta başrol oyuncularından biri gibidir. Bu yüzden de birçok seyirci için filmi izlemek çok zorlu bir tecrübedir. Bu anlamda Anima, daha seyirci dostu bir film diyebiliriz. Peki, bu süreçte hiç mezbahalardan birine de girmeyi, bir kasap dükkânında çekim yapmayı veya ava çıkan insanları kayda almayı düşündün mü?
Düşündüm tabi, hatta kurban kesimini sonuna kadar çektim de. Derinin yüzülmesi, etlerin parçalara ayrılması, pay edilmesi, buzdolabına tıka basa doldurulması… Ama sonra hiç birini kullanmamaya karar verdim. Bu da aslında didaktik olmama çabasının bir uzantısı bence. Sert görüntülere yer veren birçok film ya da eylemler yapılıyor ve ben onların da insanların fikirlerini değiştirmek noktasında değerli olduğunu düşünüyorum ama iş sinemaya gelince biraz daha dolaylı bir anlatım gerekiyor sanki. Yani eğer direkt hayvanlarla ilgili bir film çekiyor olmasaydım o zaman filmde hayvanlara uygulanan şiddeti göstermek seyirciyi belki çok da rahatsız etmeyebilirdi ama filmin konusu hayvanlarsa o zaman iş değişiyor.
*Film, daha önce de bahsettiğimiz gibi oldukça korkunç bir mahşeri andıran görüntülerle açılırken finali Dersim’in muhteşem dağlarının zirvesinde yapıyor. İlk sahneyi sindirmekte ne kadar zorlanıp büyük bir çaresizlik içine düştüysem finalde de tam aksine büyük bir ferahlık hissettim. Bu anlamda filmin umutlu bir şekilde bittiğini söyleyebilir miyiz? Sen ne düşünüyorsun bu konuda? Hayvanlar açısından umut var mı? İnsanın zulmünden kurtulacakları gün gelecek mi sence?
Filmin yapım sürecinde yine okuduğum metinlerden birinde Kafka’nın Dönüşüm’üne gönderme yaparak; insan, hayvani yönünü bastırmaya çalışsa bile ya da utanç duygusuna kapılmamak için hayvanları etik değerlerinin dışında değerlendirse dahi bazen sabah uyandığında kendini yine de bir hayvan olarak bulur gibi bir cümle yazılmıştı. Metin biraz uzun olduğu için özetini çıkardım ama tamamını okumak isteyenler için bu metni paylaştığım instagram postunun linkini paylaşmak isterim.
Kafka’nın Dönüşüm’ünü düşündüğümde ve Gregor Samsa’nın neden kendi toplumuna yabancılaştığını sorguladığımda benzer bir yabancılaşmayı bazen benim de hissettiğimi fark ediyorum. Burada bahsettigim sadece hayvan meselesinden doğan bir yabancılaşma değil; siyaset, din, insan hakları ihlalleri, tüketim çılgınlığı, çevre ve doğal alanların talan edilmesi, ekonomik adaletsizlik ve her gün karşımıza çıkan, masum gibi görünen ama toplumsal cinsiyet rollerini tekrar tekrar inşa ederek sağlamlaştıran gelenek ve ritüellerden de bahsediyorum. Filmdeki umutlu taraf da insanların bir sabah hayvan olarak uyanmasıyla değişimin baslayacağına dair kurulan bir hayalden kaynaklanıyor sanırım. İnsanın hayvan olarak uyanması, erkeğin animasını keşfetmesi ve toplumun, sorgulanmadığı için her gün tekrar edilerek sürdürülen acımasız yönlerinin farkına varılmasına yönelik bir umut.
*Filmin sanırım Konya’daki sahnelerinden birinde inekten pompa ile sütü sağılarak yavrusu için salgıladığı sıvı çalınıyor. Aynı karede bir anne kedi yavruları tarafından emiliyor. Hatta aynı sahnede anne sütü ile tam doymayan kediler inek sütü ile besleniyor. Diğer tarafta da hiç görmediğimiz ve anne sütünü hiç emmeyen buzağılar var tabii. Aynı karede bir doğru ve bir yanlış var. Bu sahne aslında türcülüğü çok güzel özetliyor. Zaten belgeselin düşündürtmek istediği meselelerden de biri bu değil mi? Bu kareyi yaratmak için bir şey yaptın mı? Yani mizansen var mı? Yoksa doğalında mı gelişti?
İnsan hayvan arasındaki türcülük ve aynı zamanda kediye davranışımızla ineğe davranışımızdaki fark üzerinden hayvanlar arasında yaptığımız ayrımı göstermeye çalıştığım bir sahne o. Bir mizansen yok. İçinde hayvanların olduğu sahnelerde mizansen yapmama kararı almıştım filmi çekerken. Benim ya da filmim için istemedikleri ya da normal şartlarda atmayacakları tek bir adımı bile atmalarını istemedim. Zaten çekimler boyunca film için iyi bir sahne yakaladığımda bir hayvan için kötü olan bir durumdan çıkar sağlamış gibi hissettiğim için yeterince iki yüzlü hissetmiştim, en azından bu konuda içim rahat etsin istedim.
*Bu filmi bir üçlemenin ilki olarak tasarladığını biliyorum. Aslında ikinci filmin çekimleri de tamam gibi değil mi? İstersen üçlemeden ve serinin diğer filmlerinde de biraz bahset.
Başta böyle bir fikirle yola çıkmamıştım aslında. İstanbul’da yaptığım çekimlerle kırsalda yaptığım çekimler arasında birbirleriyle uyumlu bir tempo ve atmosfer yakalayamayınca İstanbul bölümünü tamamen çıkarmaya karar verdim. Sonra da o görüntülerle yapılacak doğrudan aktivizmi konu alan ikinci bir film neden olmasın diye düşündüm. Bir de kutsal olan kutsal olmayan konusuyla ilgili fikir geliştirme aşamasında olan bir kurmaca fikri var. Ama bu ne zaman olur hiçbir fikrim yok açıkçası. Doğrudan aktivizmle ilgili olacak ikinci filmi de bir internet serisine dönüştürme fikri var. Kısacası hayvan meselesiyle ilgili daha çok proje var ama ne zaman ne sırayla gelir şu an kestiremiyorum. Bu arada başka bir filme başladım ama şimdilik neyle ilgili olduğu sürpriz olsun.
*İlk filmin Tarzan Kemal Bir Kentli Hikâyesi ile senin de veganlık yolculuğuna fikirleri ve yaşayışıyla katkıda bulunan kimilerine göre bir deli kimilerine göre ise bir felsefeci olan Tarzan Kemal’i odağına alıyorsun. Peki Ya Protein?’de ise vejetaryen olduktan sonra sana yöneltilen argümanlarla boğuşuyorsun bir nevi. Ya da Sisifos’da da Tarzan Kemal bir şekilde kendine yine yer buluyor. Yani demem o ki doğa, hayvanlar, vejetaryenlik, veganlık üzerinden ilerleyen bir rota çizmiş gibisin kendine. Üçleme neticelendikten sonra da filmografini bu minvalde mi devam ettirmek istiyorsun? Hiç düşündün mü? Uzun vadeli rotanda neler var?
Aslında ben de geriye baktığımda hep film çektiğim dönemde hayatımda en çok ne varsa, gündemini en çok ne meşgul ediyorsa onunla ilgili bir şeyler ürettiğimi fark ediyorum. Sanırım içinde yaşadığım gerçekliği bu şekilde anlamlandırmaya çalışıyorum. Ben ne yöne gidersem o yönde filmler yapmaya da devam edeceğim gibi görünüyor.
Bu keyfili sohbet için çok teşekkür ederim. Anima’nın gerek festival gerekse de vizyon yolculuğunda başarılar dilerim. Serinin ikinci filminde en kısa zamanda tekrar buluşmak dileğiyle.
*İnsanların yediği etin nereden geldiği, ne olduğu, kim olduğu arasındaki bağlantının koparılmasıdır.
**Düzgün Baba olarak da bilinmekle birlikte Dersimli Alevilerin mitolojik karakterlerinden biridir.