Ülke olarak “tür sineması” konusunda acı çektiğimiz bir gerçek. Henüz endüstrileşememiş ülke sinema sektörümüzün ilerlemesi için ihtiyaç duyulan bir yöntem olarak gördüğüm bu kavramı adeta yok sayıyoruz. Bu ekosistemin ortasında, henüz altı sene önce başlayan serüvenle birlikte yeni bir soluk getiren Hatice Aşkın duruyor. Kendisi distopya temalı kısa filmlerinin sonuncusu olan APP (2019) ile birlikte sinema çevrelerinin dikkatini epeyce çekti. Şimdi, ilk uzun metrajlısı Adresi Olmayan Ev’in yapım aşamasında. Kendisiyle henüz başında bulunduğu sanat hayatı, sinema hakkındaki görüşleri, APP ve kurucusu olduğu Uluslararası Bağımsız Sinema ve Sanat Derneği hakkında konuştuk. Keyifli okumalar.
- Öncelikle şuradan başlamak istiyorum: Sinema yolculuğunuza başlamanıza ne vesile oldu?
Sinema yolculuğumun başlamasının her yerde anlattığım ilginç bir hikâyesi var. Sinemayı her zaman çok sevmeme rağmen kitaplar dolayısıyla edebiyat, üniversite öncesindeki en büyük tutkumdu. Bu sebeple üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı bölümü okumayı seçtim, bölümü bitirdikten sonraysa edebiyat öğretmenliği pedagojik formasyonu almaya başladım. Formasyon sırasındaki derslerimizden birinde bana “edebiyatı kamera materyali ile anlatma” görevi verildi. İlginçtir ki, ilk defa kamerayla tanıştığım zaman odur. Elime kamera alıp Klasik Türk edebiyatı üzerine bir televizyon programı çektim. Ve ertesi yıl kendimi Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Film Tasarımı bölümünde okurken buldum.
- Hikâyelerinizi anlatmaya karar verdiğiniz an o derstir demek doğru mu?
Kesinlikle. Aslında küçüklüğümden beri hep yazıyordum. Öykü, şiir, makale… İlk öykümü on bir yaşında yazıp ilk ödülümü o yaşlarda kazanmıştım. Ancak kamera arkasının büyüsüne kapılmamda ve yönetmen olmak istediğime karar vermemde yolumun edebiyatla kesişmesinin çok büyük bir etkisi oldu. Her ne kadar kendim için sadece “yönetmen” tabirini kullanmayı daha çok sevsem de aslında kendi filmlerimin senaristiyim ve yapımcısıyım aynı zamanda. Edebiyat okurken sayısız metin tanımış olmam ve yazmaya olan tutkum, kendi hikâyelerimi anlatmama olanak sağladı.
- Kısa filmlerinizin hepsine baktığımız zaman, olağanüstü temalara temas ettiğiniz gözüküyor. Bu açıdan bakıldığında bir taraftan distopik konuları tercih ettiğinizi de söyleyebilirim. Senaryolarınızın çıkış noktasında bu kasıtlı olarak başvurduğunuz bir yöntem mi? Hikâyelerinizi, karakterlerinizi olağan dışı temalar ışığında mı yaratmayı ve anlatmayı seçiyorsunuz?
Aslında şu ana kadar çektiğim beş kısa filmim de distopya. Bunun sebebini ise lise yıllarımdan beri çok fazla Jules Verne ve Ursula Le Guin okumama, çok sayıda distopya türünde film izlememe bağlıyorum. En sevdiğim akımın Yunan Tuhaf Dalgası olması ve favori yönetmenimin Lanthimos olmasından da bu türü ne kadar sevdiğim aşikar. Distopyanın sınırlarını ve kurallarını kendinizin belirlediği alternatif evrenleri yarattığınız dünyada daha özgür ve yaratıcı olmanıza olanak sağlıyor. Son filmim APP, diğer distopya filmlerimden farklı olarak ilk bilim kurgu denememdi. Bildiğiniz gibi distopyalar, bilim kurgunun bir alt türü. Distopyanın aynı zamanda bilim ile sanatı birleştiren bir tür olması, benim ilgimi daha da fazla çekmesine neden oluyor. Geçmişten günümüze bakıldığında, sinema ve edebiyat ile teknolojinin çok fazla dirsek temasında bulunduğunu görüyoruz. Bir sanatçının yarattığı eserler çoğu zaman bir bilim insanına ilham verebiliyor ve bu olay, teknolojik gelişmelerin önünü açıyor. Distopya, her ne kadar geleceği anlatan bir tür olarak gözükse de günümüz dünyasındaki çarpıklıkları hicveden bir yapıya da sahip. Bu olgu, bilimsel gelişmeleri yakından takip eden biri olarak benim için oldukça cezbedici.
- Son filminiz APP’in yazılış serüvenini merak ediyorum. Çıkış noktası neydi? Nasıl geliştirildi?
APP’i yazmaya başlamadan önce tüm dünyada yankı uyandıran bir haberle karşılaşmıştım: Facebook Yapay Zeka Araştırması laboratuvarında geliştirilen ve ‘kendi kendine öğrenen’ AI Research robotları, İngilizce’yi bırakıp ‘kendi dillerinde’ konuşmaya başlayınca konuşmaları anlayamayan araştırmacılar programı sonlandırmak zorunda kaldı. Yapay zekanın kendi iradesini ortaya koyması beni çok etkilemişti. Düşünsenize, artık sanat üreten yapay zekâlar bile var! Senaryolar yazan, kısa filmler çeken, Rembrandt tablolarını tıpkı Rembrandt gibi yapan yapay zekalar… Hayatımızın bu denli içinde olan bir teknolojik gelişmenin insan psikolojisi üzerindeki etkisini düşünmemek benim için olanaksızdı. Yola çıkış noktam şuydu: Eğer bir insan, çok değer verdiği birisinin ölümünün ardından bu boşluğu yapay zekâ destekli bir yazılım ile kapatmaya çalışsaydı ne olurdu? Bu durum insanın psikolojisini nasıl etkilerdi? Nitekim tüm hikâyeyi bunun üzerine kurdum.
- Aslında APP, oldukça bilindik bir hikâye ve her insanın günün birinde yaşaması muhtemel bir hisse odaklanıyor. Sizlere göre bir yapıt, insanlara bu kadar temas eden evrensel temalar etrafında mı kurulmalı; yoksa daha bilinmedik duyguları ve hikâyeleri işaret etmeli?
Sadece APP özelinde değil, başta Siyah Bant (2018) olmak üzere diğer kısa filmlerimde de ortak incelediğim tema olarak ölüm olgusu karşımıza çıkıyor. Evrensel bir gerçekten bahsediyoruz. Ölümle ilgili dikkatimi çeken bir diğer noktaysa ölüm olgusunun her medeniyette farklı bir karşılık bulması. Her kültürün ölüm ve cenaze ritüelleri birbirinden çok farklı. Çok travmatik bir olgu olmasına rağmen ölümü yasla karşılayan toplumların yanı sıra cenaze ritüellerini bir şenlik havasında gerçekleştiren toplumlar da var. Örneğin, Endonezya’da ölen yakınlar mumyalandıktan sonra beslenip bakımları yapılıyor ve yaşıyorlar gibi hayatlarına devam ediyorlar. Ya da Madagarkar’da her yedi yılda bir ölüler mezarlarından çıkarılıp jazz müzik eşliğinde dans edilen bir seremoni gerçekleştiriliyor. Tüm bu sebeplerle bir sinema yapıtının evrensel temalar üzerine kurulması gerektiğini düşünüyorum. Yine kendimden örnek verecek olursam, bir senaryoyu yazarken mümkün olduğunca yerel kodlardan kaçmaya ve evrensele ulaşmaya çalışırım. Çektiğim bir filminin coğrafya fark etmeksizin, Japonya’da da Afrika’da da Amerika’da da izlenip anlaşılmasını hedeflerim. Daha önce sorduğunuz soruya ek olarak, aslında distopya yapmamın sebebi de bu. Distopya, temalarıyla evrenselleşme konusunda oldukça fazla alan tanıyor; sizleri özgürleştiriyor. Ancak bunun oldukça sübjektif bir yorum olduğunu, bu konuya çok farklı yaklaşımların da olduğunu belirtmem gerekir.
- APP, yıldızlarla dolu kadrosuyla da dikkat çekiyor. Bir kısa filmde bu kadar önemli oyuncuyu toplama süreci nasıl gelişti?
Başrol oyuncumuz Janset ile film sinopsis aşamasındayken görüşmeleri başlattık. Henüz herhangi bir fon desteğimiz yoktu bile. Hikayeyi sevdiği ve projeye çok inandığı için film serüvenimize sinopsis aşamasından dahil oldu. Senaryo yazım aşamasındayken Janset’le sürekli temas halindeydik. Oynadığı ana karakterin derinleşmesinde Janset’in kreatif anlamda büyük katkıları oldu. Ardından anne rolü için Tilbe Saran ve APP reklam çekimleri için de Murat Kılıç gibi isimler dahil oldu. Ekin Koç ile aslında farklı bir proje için bir araya gelmiştik. Kendisine o süreçte APP projesinden bahsettim, yer almaya sıcak baktı ve dahil oldu. Hatta projenin yapım sürecinin o kadar içerisindeydi ki yapımcısı oldu. Açık radyo seslendirmesi için İpek Erdem aramıza katıldı. Çekimlere çok az bir süre kala Doğu Demirkol ve Tülin Özen’in de dahil olmasıyla birlikte kadromuzu tamamladık. Sadece kamera önünde değil, kamera arkasında da önemli sektör profesyonelleri ile çalıştık. Projeye başlarken böyle bir kadroyla çalışmayı düşünmemiştim, ancak “yolun” karşınıza neler çıkaracağı belli olmuyor.
- Ülkemizin kısa filmlerinde görsel efekt ile karşılaşmaya alışkın değiliz ancak APP’te bu durum tam tersi. Nasıl becerdiniz?
İşin aslı şu ki, ilk çekim planlarımda gerçek bir robot-yazılım kullanma fikri vardı. Bu planımda bir süre değişiklik yapmadım ancak yaptığımız kameralı provalar sonucu oluşan teknik kaygılarımız sebebiyle çekim aşamasında Greenbox kullanmaya karar verdik. Çekim aşaması bittiğinde halletmemiz gereken çok büyük bir görsel efekt işi çıktı ortaya. Fakat prodüksiyon öncesi planlarımız farklı olduğu için çalışacağımız görsel efekt şirketi henüz kesinleşmemişti. APP’i dünya prömiyerine yetiştirmeye çalışırken tam bu noktada Anima İstanbul ile iletişime geçtik. Kendilerinin Kötü Kedi Şerafettin (2016) filmi oldukça başarılıydı, bu sebepten ötürü zaten onlarla çalışmak istiyorduk. Anima İstanbul, bize görsel efektlerle ilgili çok önemli bir sponsorluk desteği verdi ve kısıtlı zamanda çok kapsamlı bir işi en iyi şekilde başarmamıza olanak sağladılar.
- Film, festival yolculuğu esnasında yurt içindeki pek çok festivalde gösterilmesinin yanında aynı zamanda Clermont Ferrand gibi önemli global festivallerde de boy gösterdi. Hatta prömiyerini Saraybosna Film Festivali’nde yaptı. Bundan hareketle sormak istediğim soru şu: Dopdolu bir festival yolculuğu, sizlere göre bir kısa filmin başarısını gösteren en önemli indikatör müdür?
Tabii ki tek faktör değil. Fakat bir kısa filmin daha ön yapım aşamasından festivallerin pitching platformlarına ve senaryo geliştirme fonlarına başvuruyorsunuz. Filmimizin fonlama serüveninde bu aşamalardan geçerken festivaller zaten sizin projenizi tanımış oluyor ve ortaya çıkaracağınız filmden siz daha çekime girmeden çok önce haberdar oluyorlar. Bu, filminizin PR’i için de oldukça önemli. Lakin şunu söylemeliyim ki, bir kısa filmin başarısını yalnızca filmin kendisi belirler. Eğer iyi bir senaryonuz varsa ve o senaryoyu filminizin diline en uygun şekilde hayata geçirdiyseniz o filmin önü açık olacaktır. İyi bir film, her zaman seyircisini bulur. Her zaman kendi seyircisini yaratır. Fakat yine de- en nihayetinde- bahsettiğimiz şey bir “proje”, bu sebepten ötürü doğru bir festival ve dağıtım stratejisiyle hareket etmek önemli. Çoğu zaman filmler finansal ve artistik sebeplerle belli festival aşamalardan geçerek ilerliyorlar. Birçok sektör profesyoneli tarafından değerlendirilmiş, bu değerlendirmeler ışığında destek alarak yolculuğuna devam etmiş eserler bunlar. Gün sonunda, bir filmin niteliğini yalnızca kendisi gösterir. Festival serüveni, başarılı olan filmin bir sonucu, ödülüdür.
- Hatice Aşkın’ın bir kısa filmi hayata geçirirken uyguladığı temel kurallar var mıdır, varsa nelerdir?
Evet, bir yol haritam var. Metodolojimi aslında okuduğum üniversiteden edindiğim disipline borçluyum. Yola şu şekilde çıkıyorum: Eğer beni çok etkileyen bir tema, bir fikir, bir düşünce varsa onun hakkında çok detaylı bir ön araştırma yapıyorum. Bunu yaparken mümkün olduğunca multi-disipliner çalışıyorum. İşleyeceğim temayla ilgili bütün kaynakları tarıyorum. Bu araştırmanın içine diğer sanat dallarında bu temanın yorumlanma biçimlerini incelemeyi de dahil ediyorum. Bir sinema eserinin farklı sanat disiplinlerinden referanslarla yaratılması çok önemli. Ayrıca, hikâyeyi üzerine kurduğum tema ile ilgili bir makale yazıyorum. Tüm bu süreçlerin ardından senaryoyu oluşturuyorum. Bir diğer adım olarak, içime sinen bir senaryo taslağı yaratmamın akabinde fonlama serüvenini başlatmaya çok önem veriyorum. Filmin yapım stratejisini belirliyor ve kreatif ekibi kurmaya başlıyorum.
- Kısa film çekmek isteyen sinemacı adaylarına vereceğiniz tavsiyeler nelerdir?
Kendi hikayenize ve anlatacağınız hikâyeye güvenmeniz gerek. Anlatacağınız hikâyeye en çok siz inanırsanız ancak o zaman çevrenizdekileri projenin yaratılması hususunda ikna edebilirsiniz. İkinci olarak, filmin stratejisini henüz filminizin en başında çok iyi belirlemelisiniz. Filmin fonlanması ve olası festival yolculuklarını hesaba katarak yola çıkmalısınız. Son olarak, sinema yapmak oldukça güçlü bir karakter yapısı ve disiplin gerektiriyor. Film yaparken karşınıza çıkan problemlerden yılmamalı, problem çözme becerilerinizi çok geliştirmelisiniz. Godard’ın da dediği gibi: Bir film çekmeye karar verdiğiniz zaman, tüm dünya size karşı gibidir.
- İlerisi için planlarınız neler? Yakın gelecekte yeni projeler bizleri bekliyor mu?
Evet, çok yakın zaman önce Adresi Olmayan Ev adlı ilk uzun metrajlı film projemle Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nden yapım desteği kazandım. Akabinde Vantablack Film Yapım adlı film şirketimi kurdum. Şu sıralar şirketim bünyesinde uzun metrajımı hayata geçirmenin hazırlıklarına devam etmekteyim.
- Uluslararası Bağımsız Sinema ve Sanat Derneği’nin kurucu başkanısınız aynı zamanda. Derneğin kuruluşu, vizyonu ve hedefleri hakkında neler söylersiniz?
Derneği kurmamızdaki ana motivasyonumuz şuydu: Neden içerisinde tüm sektör profesyonellerini barındıran bir dernek olmasın? Bağımsız sinemanın içinde yer alan yapımcıdan yönetmene, oyuncudan sanat yönetmenine uzanan kapsamlı bir oluşum olması gerektiğine inandık. Ülke sinemamız bir süredir belirli kalıplar ve kodlar etrafında şekillenmekte. Sinemamızın özellikle son döneminde bir tekdüzelik hâkim. Bağımsız sinemanın gelişimi açısından çok önemli olan “tür filmi” sayısı ülkemizde ne yazık ki çok az. Dernek olarak, bağımsız sinemamız içerisinde, tür filmleri sayısının artırılması konusunda çalışıyoruz. Bu bağlamda, “Uluslararası Distopya Film Festivali” gerçekleştirmenin hazırlıklarını yapıyoruz. Ülkemiz açısından bir ilk olacak. Bunlara ek olarak, BKM Mutfak ile centilmenlik anlaşması imzaladık. Bu anlaşma doğrultusunda, bağımsız sinemanın gelişimi için birlikte hareket etmeyi kararlaştırdık. Dernek bünyesinde geliştirdiğimiz tüm etkileri BKM Mutfak ile iş birliği içerisinde gerçekleştireceğiz.
- Son olarak, APP’in konusuyla da bağlantılı olarak, okuyucularımıza önereceğiniz 3 distopik film?
Tüm Lanthimos filmleri benim için apayrıdır. Ama bir sıralama yapmam gerekirse:
- Dogtooth (2009, Yorgos Lanthimos)
- The Bothersome Man ( 2006, Jens Lean)
- Atlantis (2019, Valentyn Vasyanovyc)