Filmlerde karşımıza çokça yemek masası sahneleri çıksa da bunlardan çoğu sıradan anları içerir. Lakin bazıları oldukça derin anlamlara gebedir. İşte onlardan bazıları: Sinema tarihinin en ikonik yemek masası sahneleri…
Salò o le 120 giornate di Sodoma (Yön. Pier Paolo Pasolini, 1975)
Pier Paolo Pasolini’nin, Marquis de Sade’nin 1785 yılında yazdığı, gelmiş geçmiş en sıra dışı eserlerden biri olan Les 120 journées de Sodome ou l’école du libertinage’den uyarladığı filmi Salò o le 120 giornate di Sodoma (1975), sinema tarihinin en çok yasaklanan ve tartışılan filmlerindendir. Pasolini, kitapta anlatılanları İkinci Dünya Savaşı dönemine uyarlar. Film, Salo Cumhuriyeti’ne (Faşist İtalyan Sosyal Cumhuriyeti) sıkı sıkıya bağlı dört seçkinin, bir grup çocuğu kaçırarak onlarla bir kaleye yüz yirmi gün boyunca kapanmasına ve bu süreçte gelişen olaylara odaklanır. Bu çocuklara uzman seks işçileriyle birlikte cinsel eğitim verilir, bir yandan da fiziki ve psikolojik işkence yapılır.
Seyirciyi zorlama konusunda değme korku ya da gerilim filmlerine, fark atacak bu film, herkesin kolay kolay izleyemeyeceği türdendir. Hâlâ dünyanın birçok yerinde yasaklı olan film, cinselliğin pek fazla olduğu ama asla özendirmeyip, aksine tiksindirdiği bir yapım olma unvanını da taşır. Film vizyona girmeden birkaç gün önce faşistler tarafından dövülerek öldürülen Pasolini, kuşkusuz her şeyi göze alarak bu son eserine imza atmıştır. Zira çocuk yaştaki insanlara faşizm tarafından uygulananları perdeye yansıtmak büyük bir cesaret örneğidir. Fakat Pasolini, filmin her bir anını daha da zorlu bir tecrübeye dönüştürmek için hayli çaba sarf eder. Bunlardan en unutulmazı da bir yemek masasında b*k yenilmesinin tüm detaylarıyla gösterilmesi olsa gerek.
Sedmikrásky (Yön. Vera Chytilová, 1966)
Sedmikrásky (1966), Çek Yeni Dalgası’nın en önemli kadın yönetmenlerinden Vera Chytilová’nın başyapıtıdır. O dönem iktidarda olan sosyalizmi eleştirdiği ve yemek israfı yaptığı gerekçesiyle yasaklanan film, güçlü bir sistem eleştirisi yapmaktadır. Fakat Chytilová, bunu oldukça metaforik bir yerden yapar. Başrol oyuncusu iki kadın üzerinden ilerleyen film, kadını objeleştirmediği gibi kadına yine kadın bakış açısıyla bakarak Âdem ile Havva hikâyesini, Havva ile Havva hikâyesine dönüştürür. Sürrealizm, Dadaizm, Fütürizm gibi birçok akımdan etkilenen ve bunları bünyesinde çok başarılı bir şekilde taşıyan Sedmikrásky, ölümsüz yapıtlar arasına katılır. Yıllarca en çok da final sahnesiyle konuşulur.
Her bir ânı uzun uzun analizlere gebe olan final sahnesinde muhteşem bir düzen ve ihtişam içerisinde hazırlanmış olan mükellef bir yemek masası iki yıkıcı karakter tarafından tabiri caizse yerle yeksan edilir. Öyle ki karakterlerimiz toplum tarafından konulan tüm değer yargılarına “nanik” yaparak tüketir tüm yiyecekleri. Bir yemek yeme hâli değil de bir savaş, yıkım, özgürlük mücadelesi gibidir adeta. İki karakterimiz içinde bulundukları yemek odasına savaş açmışlardır. Sonunda ölüm de olsa tıkınırcasına, hunharca yer yani savaşırlar.
Filmin detaylı analizine buradan ulaşabilirsiniz.
The Cook, the Thief, His Wife & Her Lover (Yön. Peter Greenaway, 1989)
İngiliz sinemasının en ayrıksı, en ezber bozan ve açıklamalarıyla, yaptıklarıyla en çok sansasyon yaratan ismi denilince kuşkusuz akla ilk gelen isimlerden biri Peter Greenaway olur. Zira sanatın neredeyse her dalıyla az ya da çok bağı olan (opera, resim, enstalasyon, video art…) Greenaway, fazlasıyla entelektüel, zeki ve oyunbaz bir karakterdir. Her fırsatta sinemanın öldüğünü veya sinemanın daha yeni gerçek anlamda keşfedildiğini söyleyen bu kabına sığmaz, susturulamaz ve dinginleştirilemez Greenaway’in ülkemizde ve dünyada en çok tanınmasını sağlayan, başyapıtı The Cook, the Thief, His Wife & Her Lover’dır (1989). Birbirinden nefis anları, muhteşem ama bir o kadar da oyunbozan renk paleti, seyirciyi adeta içinde yok eden kadrajları, cesur hamleleri, her bir anında bir resim sergisi geziyormuşsun hissiyatını yaşatan tablovari kareleri ve daha neler neler… The Cook, the Thief, His Wife & Her Lover, üzerine sayfalarca fikir sunulabilecek, aynı şekilde bu fikirlerin hepsinin çürütülebileceği, zorlu, sert, büyülü, bambaşka bir dünyanın ta kendisidir.
Fakat izlemesi oldukça zorlu olan birçok sahnesinden bir tanesi tüm filmin önüne geçer. Büyük bir çoğunluğu bir restoranda geçen filmde birden çok defa yemek masasına denk geliriz. Fakat Albert karakterinin kendisine sunulan ziyafeti tükettiği sahnenin etkisi tüm filme bedel olabilir.
When Harry Met Sally… (Yön. Rob Reiner, 1989)
Romantik komedi türünde neredeyse kültleşmiş olan filmlerden ilk akla gelenlerden biri de hiç kuşkusuz When Harry Met Sally’dir (1989). Bir kadın ile erkek, cinsellik olmadan sadece arkadaş olabilir mi olamaz mı sorusu üzerinden çatışmasını kuran film, uzun tartışmaları ile bu konuyu enine boyuna masaya yatırır. Film, Harry ve Sally’nin uzun diyaloglardan oluşan tartışmaları, muhteşem New York görüntüleri, başarılı performansları ile akıllarda yer eder. Fakat filmle birlikte hemen akla gelen, hatta namı filmi bile geçmiş bir sahne var ki…
Yemek yemek birçok insan için büyük bir haz aracıdır. Çoğu insan yemek yerken kendinden geçer hatta ihya olur. Yeme eyleminin kendisi bile böylesine bir etki yaratırken bir de yemek masasında gerçekleştirilen mastürbasyonun etkisi nelere sebep olmaz? Fakat Sally, tam anlamıyla bir taklit gerçekleştirir aslında. Sally, sırf Harry’e kadınların birçok defa yatakta taklit yaptıklarını gösterebilmek için yaptığı bu performansla fazlasıyla ikna edicidir. Bu performansa şahit olan tüm müşterilerin lokmalarını boğazında bırakan anlardan geriye seyircinin kulağında ise Sally’in çığlıkları baki kalır.
Modern Times (Yön. Charles Chaplin, 1936)
Charlie Chaplin’in Şarlo karakteri ile seyirci karşısına çıktığı son film olan Modern Times(1936), aynı zamanda da son sessiz filmidir. Büyük Buhran’ı yaşamış bir kişi olarak Chaplin, bu zamanları büyük bir ustalık ve sorumlulukla beyazperdeye taşımıştır. Şarlo karakterinin makinelerle kurduğu benzersiz ilişki bir yandan güldürüp bir yandan da insanları derin düşüncelere yöneltir. Eleştirilerini mizah üzerinden kullanan belki de dünyanın en başarılı insanı olan Chaplin, Modern Times ile insanlığa en büyük miraslarından birini sunmuştur. Bugün bile seyircinin büyük bir saygı ve hayranlıkla izlediği film, Chaplin’in ABD Ulusal Film Arşivi tarafından koruma altına alınan eserlerinden biridir aynı zamanda.
Şarlo karakterinin çalıştığı fabrikada yemek yediği sahne ise derin politik analizlere gebedir. Makinelerle ele alınmış insanların çaresizliğini gözler önüne seren bu unutulmaz sahnede Şarlo’nun ve buna bağlı olarak da işçi sınıfının içinde bulunduğu duruma içerlenmemek elde değildir.
Il racconto dei racconti (Yön. Matteo Garrone, 2015)
Krallar, kraliçeler, prensler, prensesler, canavarlar, cadılar, periler… Hepsi fazlasıyla Tale of Tales (2015) evreninde kendine yer bulur. Pireyi deve yapanların, çirkini güzel, bakireyi anne, güçsüzü galip yapan bir dünyanın içine sokar yönetmen Matteo Garrane bizi. Çocuklara anlatılan –aslında fazlasıyla korkunç olan masallar- en gerçek hâlleriyle asıl sahiplerine (yetişkinlere) ulaşır bu film sayesinde. Tale of Tales’i izlerken bir yandan çocukluğumuzda dinlediğimiz masalları hatırlayıp güzel günleri yâd eder bir yandan da küçükken o savunmasız kalbimiz bu dünyayı –gücü elinde bulunduran erkin, kendi menfaati uğruna yaptığı insanlıktan uzak davranışları- nasıl kaldırmış diye sormadan edemez insan.
Peki, çocukluğumuz boyunca en çok da yenilen yiyeceklerle kâbus dolu anları bize yaşatan masallara nasıl bir gönderme yapılır filmde? Açıkçası filmin en anlamlı ama aynı zamanda da en zorlu sahnesi yemek masasında geçen anlardır. Koca bir yüreği mideye indiren kraliçenin ağzının etrafına bulaşan kanları unutmak ne mümkündür? Bu ihtişamlı aristokrat yemek masasındaki kraliçe çatal bıçak kullanmayı bile reddeder. Zira önündeki ziyafet onun içindeki vahşi yanı açığa çıkarmıştır çoktan. Tabii bu sahnede Salma Hayek’in performansına şapka çıkarmak da işten bile değildir.
A torinói ló (Yön. Béla Tarr, 2011)
Muhteşem mizansen ve olağanüstü sinematografiye sahip A torinói ló(2011), Berlin Film Festivali’nden Fıbresci ve Gümüş Ayı’nın sahibi olur. Friedrich Nietzsche’nin içe kapanış öyküsünden esinlenerek çekilen film, Tarr’ın tıpkı diğer filmleri gibi oldukça felsefîk bir yapıya sahiptir. Tıpkı Dünya’nın altı günde yaratılmasına atfen altı gün süren filmde bitmek bilmeyen bir bekleyiş vardır. 146 dakikanın sadece 30 çekimden oluştuğu, durağan, nefis fotoğraf karelerinden oluşan zaman ve mekânın anlamını yitirdiği bir film vardır karşımızda. Tanrı ölmüş ve Dünya’nın kendini yok etmeye başladığı zamanlar yaşanır. Ağaç kurtlarının sesinin yerine yorulmak bilmeyen rüzgârın sesi duyulur sadece. Baba, kız ve her şeyden vazgeçmiş at sorgusuz sualsiz, sonsuz bir kabulleniş içerisinde beklerler. Bir ara kaçıp kurtulma girişiminde bulunsalar da bunun ne kadar anlamsız olduğunu anlar ve vazgeçerler. Ki nihayetinde mutlak son gelir. Karanlık… Ebedi karanlık zamanları başlar.
Bela Tarrr’ın “Tanrı öldü ve ben yorgunum.” sözleriyle sinemaya veda ettiği bu film, insanlığa bir ağıt ve Nietzsche’ye saygı duruşunda niteliğindedir. Bu büyük bir kabullenişe şahit olduğumuz filmin her bir anı ise gereksiz süsten, ihtişamdan azadedir. Yemek masası sahnesinin ikonik yanı da buradan gelmektedir zaten. Baba ve kız sadece haşlanmış patates yerler. Sofrada patates dışında arada üzerine serpilen tuz vardır bir de. Bu iki nimet altı gün boyunca büyük bir sükûnet eşliğinde tüketilir. Sinema tarihinin en minimalist yemek sahnesiyle bizleri buluşturan Tarr, anlayana çok büyük sözler söyler elbette.
Phantom Thread (Yön. Paul Thomas Anderson, 2017)
Paul Thomas Anderson, Reynolds Woodcock isimli geçmişin Londra’sında ünlenmiş bir terzinin kız kardeşi ve sevgilisi Alma ile olan hayatını perdeye yansıtır Phantom Thread (2017) ile. Gotik romans türüne oldukça yakın duran Phantom Thread, aynı zamanda da türün birçok klişesini alaşağı ederek dengelerle oynamaktan da imtina etmez. Zira her ne kadar ihtişamlı bir malikâneye Reynolds gibi orta yaşı geçmiş karizmatik bir adam tarafından adeta hapsedilmiş Alma’nın durumu çok klasik bir rota izlese de zamanla durum değişir. Oldukça centilmen ama aynı zamanda bir diktatör olan Reynolds’un sevgisinden çok hakaretlerine, ilgisizliğine değer görülen Alma, konulduğu kaleden kaçmayı değil kalarak savaşmayı tercih eder. Burnundan kıl aldırmayan bir diktatörü dize getirerek kendine muhtaç birine dönüştürür Alma. Üstelik tüm bunları oldukça naif ve kendinden emin bir şekilde yapar. Alma’nın bu mücadelesinin son hamlesi ise unutulmayacak sahneler arasına girecek türdendir.
Alma, delilercesine âşık olduğu adama adeta bir cadı misali kendi elleriyle zehirli yemeği hazırlamıştır. Reynolds ise her şeyi anlamasına rağmen annesi yerine koyduğu Alma’nın sözünden dışarı çıkmayarak ilk lokmayı alır. Zira Alma’dan gelecek her türlü kadere razıdır. Ki Alma gerçekleri açıkladıktan sonra bile ağzındaki lokmayı yutmayı tercih eder. Zira aradaki ilişki alabildiğine sadomazoşisttir.
Der siebente Kontinent (Yön. Michael Haneke, 1989)
Michael Haneke’nin Duygusal Buzlanma ya da Kent Üçlemesi olarak bilinen serisinin ilk filmi olan Der Siebente Kontinent (1989), yönetmenin sonraki filmlerinde de temel alacağı gibi modern dünyanın en önemli temsilcileri olan burjuva sınıfının hayatlarına odaklanır. Üst orta sınıf çocuklu bir ailenin sistemin dişlileri tarafından sıkıştırılmış hayatlarını izlediğimiz film, ailenin çaresizliğini anlayıp bu duruma kendilerince doğru olduğuna inandıkları yöntemle son vermelerini anlatır. Tam da sistemin onlara dikte ettiği gibi nesnelere bağımlı, yemek yemek ve televizyon izlemekle harcanan zamanları yaşayan, kapitalist sistemin nasıl iyi bir neferi olunacağını öğrenen ve uygulayan, paylaşım ve bağlılık kavramlarından tamamen uzaklaşmış bir kent soylusu aile vardır karşımızda. Hiçbir şekilde katarsis oluşturamayacağımız mekanik insanlar olan üç karakter tıpkı yaşadıkları hayatta olduğu gibi pek konuşmadan ve duygulanmadan bir karar alır ve yine mekanik bir şekilde bu kararı uygularlar. Fakat kararı uygulamaya geçmeden önceki ziyafet sofrası oldukça ikoniktir.
Her ne kadar tüm film boyunca Haneke bizleri ilginç sofralarla yüzleştirse de gördüğümüz son kahvaltı sofrası kalır en çok akıllarda. Kahvesinden, şampanyasına kadar her türlü içecek ve yiyeceğin bir arada durduğu sofra, aslında yıkıma giden bir ailenin hâlâ açgözlülükten nasibini almadığını gösterir. Ailenin durumu öylesine trajiktir ki sahip olduklarını yıkmaya gitmeden önce bile daha çok sahip olma hazzından kendilerini alamazlar.
The Gold Rush (Yön. Charlie Chaplin, 1925)
Charlie Chaplin’in de en sevdiği, en çok emek, para ve zaman harcadığı filmi olan The Gold Rush (1925) dönemin en önemli meselelerinden birine parmak basar. Zengin olmak için Alaska’ya altın aramaya giden insanların düştükleri insanlık dışı durumlarına odaklanan film, insanlığın hırsları üzerinden müthiş bir insan eleştirisi de yapar. İnsanlığın ne kadar gözünün dönebileceğini eleştirel bir bakış açısıyla perdeye yansıtan Chaplin, Şarlo karakterini yine iş başına geçirir. ABD Ulusal Film Arşivi’nde korumaya alınan filmlerden biri olan The Gold Rush’ın, yine bir sahneyle çok fazla ön plana çıktığını görürüz.
Şarlo’nun yiyecek bulamadığı için ayakkabı yediği sahnenin vuruculuğu başka neyle kıyaslanabilir ki? Amerikan rüyasının bireyi getirdiği durumu gözler önüne seren sahnede Chaplin’in oyunculuk ve yönetmenlik anlamındaki başarısı ise takdire şayandır.
Nasil bu listede andre aksam yemegi pas gecilmis hayretler icinde kaldim…Film bu konsept konun listesinin,basina oturtulmasi gerekir bence…Filmde tek sahne var oda neredeyse filmin sonuna kadar restrontta yemek massasinda geciyor !