58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Ulusal Yarışma filmlerinden Diyalog ilk olarak Antalya’da seyirciyle tanıştı. Artık sıkıldığımız festival filmi kodlarının ötesinde yepyeni bir seyirci deneyimi sundu bizlere. Her ne kadar seyirciyi bazı açılardan ikiye bölse de festival sonunda herkesin buluştuğu bir nokta vardı: Diyalog bize nefes aldırdı! Ben de bu başarının mimarına cevabını çok merak ettiğim birçok soruyla gittim, güzel bir Antalya akşamında Diyalog filminin yönetmeni Ali Tansu Turhan ile çok keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli okumalar!
Öncelikle hem bu güzel film için hem de röportaj talebimi kırmayıp kabul ettiğini için çok teşekkür ediyorum. Yoğun programınıza rağmen zaman ayırdınız.
Ne demek, ben teşekkür ederim.
Sohbetimize çok klişe olsa da benim gerçekten cevabını sizden duymayı çok istediğim bir soruyla başlamak istiyorum. Biz sizi bu ilk uzun metraj filminiz ile tanıdık, peki bu zamana kadar neler yaptınız? Sizi biraz sizin ağzınızdan tanıyabilir miyiz?
2009 yılında sinema okumak için İstanbul’a geldim. Daha sonra üç yıl boyunca reklam sektörünün her köşesinde çalıştım. Oralarda set adabını ve set mekaniğini öğrendim. Bu süreç içerisinde altı kısa film çektim, şu an festivalde de bir kısa filmim yarışıyor, İkinci Gece. Yani şu an son kısa filmim ve ilk uzun metrajım Antalya’da. İki filmin de seyirciyle buluşması çok keyifli gerçekten. Çünkü bu filmleri paylaşmak için yapıyoruz. Benim için sinema vesile olmaktır. İnsanlar tabiatları gereği yalnız canlılar fakat yalnız hissetmek insana göre değil. Dolayısıyla bu tarz paylaşımlar ve tabii ki sanat bunun en büyük çözümü. Paylaştıkça duygularımızı daha sağlıklı ilişkiler kuracağımıza inanıyorum.
Son kısa filmim dediniz, fakat muhtemelen bu şu an için son. Kısa filmlerin de devamı gelecektir diye düşünüyorum. Çünkü basın toplantısında “filmin kısası uzunu olmaz; dert derttir, film filmdir” demiştiniz…
Evet aynen öyle, hatta seneye bir kısa bir uzun çekmek gibi bir planım var.
Biraz “şimdi”den bahsetmek istiyorum. Filminiz dün akşam açık hava sinemasında ilk kez Türkiye’de seyirciyle buluştu. Şimdiye kadar festival deneyimi sizler için nasıl ilerliyor ve sonuçta salonlar için tasarlanmış filminizi açık havada izlemek nasıl bir deneyimdi?
Antalya’nın Diyalog filmi özelinde çok anlamlı bir yeri var. Çünkü filmimiz bir tanışma hikayesini anlatıyor. Filmimizin seyirciyle ilk tanıştığı yer burası oldu. Seyirci de gerçekten çok güzel karşıladı ve ben bunun çok güzel bir tanışma olduğunu düşünüyorum. Açık hava sineması ile ilgili bazı aksaklıkların olduğunu söyleyebilirim. Özellikle perde ve ses akustiği ile ilgili. Fakat şu çok hoşuma gitti: Sahnede oyuncular sokakta yürürken dışarıdan sokak sesleri geldi. Bu da hiç filmin ahengini bozmadı aksine filmin gerçeklik ve samimiyet boyutunu katmanlandırdı ve bu da benim çok hoşuma gitti.
Aslında dezavantajları olabildiği gibi bazı noktalarda avantaj da yaratabilecek bir şey sanırım açık hava sineması.
Açık hava sinemalarının en büyük ögelerinden biri cırcır böceği sesidir. Ve gerçekten rüzgarın içinde, hayatın içinde olduğunuz; izole olmadığınız, bunun yanında hayatın da size değip geçtiği bir ortam açık hava sinemaları. Dışarıdan gelen sesler seyirci tarafından hiç duyulmamış, bu da filminizin seyirciyle ne kadar derin bir iletişim kurduğunu gösteriyor aslında. Duysanız bile bu sesler farklı bir ahenk yaratabiliyor.
Filme geçmeden söyleşi yaptığım yönetmenlere sorduğum ortak bir soruyu size sormak istiyorum. Sinemada paradigmaların oldukça değiştiği bir dönemdeyiz…
Değişmek zorunda olduğu!
Keza öyle, siz sinemanın ve salonların geleceğine nasıl bakıyorsunuz? Bu çok tartışılan konu hakkında sizin fikrinizi merak ediyorum.
Genel görüş, dijital platformlar ve evde film izle kondisyonlarının gelişmesinden dolayı sinema salonlarının öleceğine ve sinemanın daha niş bir şey olarak kalacağına dair. Fakat ben bunun tersini düşünüyorum, hatta sinemanın altın çağını önümüzdeki dönemlerde yaşayacağını düşünüyorum. Çünkü ana akım dediğimiz gişe filmlerinin ev sistemlerinde izlenmesi ve dijital platformlarda yer bulmasıyla, yavaş yavaş salonlardan çekilmesi, salonların gerçekten insan ruhunu keşfetmeye dair filmlere ve yönetmen sinemasına kalacağını düşünüyorum. Evet belki salon sayısı azalabilir çünkü bu durum ne kadar ticari gelir sağlar, bu denklemde ne kadar karşılığını sağlar bilmiyorum. Fakat sonuçta salonların yönetmen sinemalarına ve insan ruhuna hitap eden hikayelere kalacağındam kuşkum yok.. Sinema sadece teknik bir deneyim değil, sağınızda ve solunuzda tanımadığınız iki insan oturuyor. Ve siz izlediğiniz filmde eğer ağlayacağınız bir durumla karşılaşırsanız bu eylemi hep beraber yaşıyorsunuz. Ya da kolunuzu kolçağa attığınızda yanınızdaki insanla dirseklerinizin birbirine değmesiyle o insanla ve filmle başka bir etkileşim oluşabiliyor. Dolayısıyla ben bu konudaki insani ihtiyacın ve refleksin tükeneceğini sanmıyorum. Aksine bu gelişen koşullardan dolayı sinema salonlarının çok daha paralel ve yakın insanlarla dolacağını ve bu sayede altın çağını yakalayacağını düşünüyorum.
Filminizin gösteriminden önce sahneye çıktığınız andan beri ekip olarak muazzam bir enerji yaydınız. Bu auranız hepimizi de etkiledi. Bu etkiyi daha sonra filmde de hissettik…
Teşekkürler.
Ben bunun iyi arkadaşlardan oluşan bir ekibin sonucu olduğunu düşünüyorum. Yakın çevrenizin de doğrudan içinde bulunduğu bir film çekmek nasıl bir deneyimdi?
Bizim özünde çekirdek ekibimiz yardımcı yönetmen ve kurgucumuz Osman Sarp Altay; yapımcı, senarist ve kurgucumuz Burcu Uğuz ve benden oluşuyor. Üçümüz de hikaye anlatıcılarıyız ve kimin hikayesi hazır duruma geldiyse orada üzerimizde düşen rol neyse onu üstlenmeye hazır insanlarız. Diyalog benim ilk uzun metraj filmim ve ekibimizin de yarısının ilk uzun metraj filmi. Yani ben buradaki bu ilk film olma halini birçok insanla paylaşıyorum. Albert Camus’nun Tersi ve Yüzü kitabının ikinci baskısının ön sözünde Camus şundan bahseder: Benim aşkla yazılmış tek kitabımdır. Çünkü edebiyat dünyasına ya da edebiyat sektörüne dair bir şey düşünmemiştim bu yüzden içinde aşk vardı. Diyalog bir aşk ve tanışma filmi. Tüm ekibin üretime ve filme yaklaşım şekillerinde gerçekten çok büyük bir aşkı ortaya koyduklarını düşünüyorum. Ve senin söylediğin şeyler de bence bu yüzden karşı tarafa geçiyor.
Dün filmden çıktıktan sonra arka tarafımdan bir yorum duydum. Döndüğümde filmi sevdiği yüzünden çok belli olan bir kişi “Türkiye sonunda Fransız yönetmenini buldu.” dedi. Ben bunu da biçimsel yeniliklerinize ve yapıbozumunuza bağlıyorum. Peki bu yenilik ve keşif arayışının kökeni ne? Sinemaya karşı tavrınız hep bu şekilde miydi?
Felsefede ve edebiyatta da çok geçer bu durum. Yapıbozum için önce bazı yapıları denemek lazım. Ben altı tane kısa film çektim Diyalog’un öncesinde ve aslında birbirlerine benzer yapılara sahiplerdi. Ben tek planı ve dolayısıyla film ile seyirci arasına olabildiğince az girmeyi çok seviyorum. Seyirciyi yaratım sürecinin her aşamasında çok fazla düşündük. Seyirciye ne anlatıyoruz ve nasıl anlatıyoruz. Bunun yanında seyirciye izleme deneyimi olarak neler sunuyoruz. Aslında bu yapıbozum sonucu oluşan yeni yapının ana motivasyonu seyirciye gerçekten izledikleri dakikaların karşılığını verebilmek. Çünkü insanın hayatındaki en önemli varlığı zaman ve eğer o sizin filminize gelip zaman ayırıyorsa, siz de filminizin her anına özen göstermek zorundasınız. Çünkü seyirci özen gösterip filminize geliyor. Dolayısıyla seyirciye sıkılacağı, tekdüze bir hikaye anlatmak yerine, onu şaşırtacak ve her an sorgulamaya itecek şeyler yapmanız gerekiyor. Ve bu noktada senaristlerimiz Burcu Uğuz ve Fahri Güllüoğlu ile beraber seyirciyi çok düşündük. Ona seyir zevkleri sunmak istedik. İlk başta belki yadırgayacağı bir sahne koymak, daha sonra belgesel gibi izleyeceği bir sekans yaratmak, sonra şahit olacağı, ardından alıştığı film estetiğinde bir yapı sunmak ve en sonunda bunun bir film olduğunu hatırlatıp seyircinin de bir sinema salonunda koltukta oturduğunu tekrar hatırlatarak filmden çıkarmak. Ve dünkü gösterimden sonra birçok insandan da bunu duydum ve çok mutlu oldum.
Bu noktada merak ettiğim bir başka şey de senaryo ve kurguyu üçer kişiyle yapmış olmanız. Bu durumun aslında yaratım sürecinde birçok avantajı olabileceği gibi dezavantajları da olabilirmiş gibi geliyor bana. Ne dersiniz bu durumla ilgili?
Görev dağılımlarımız vardı senaryoyu yazarken. Herkesin daha iyi olduğu alanlar ya da daha fazla özdeşlik kurabildiği alanlar. Fakat Burcu ve Fahri ile çalıştığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Çünkü ikisi de şunun farkındaydı, bu bir gemiyse bir tane kaptan var. Burcu ve Fahri ile aramızda şu anlaşma vardı; diyalog kuralım birbirimizle ki bu filme sirayet etsin. Ben hep “ya ikna etmem lazım ya da ikna olmam lazım”a inanırım eğer uzlaşmak istiyorsam. Diğer türlü uzlaşma ortaya çıkmaz ve koparız. Fakat şu da hep vardı, uzlaşamadığımız bir noktada, benim ikna olamadığım yerlerde, Burcu ve Fahri evet sen bu filmin yönetmenisin, karar senin dediler. Bu anlar çok olmadı, ama olduğu yerde de bana bu alanı açtılar. Bana bu alanı sağladıkları için onlara çok teşekkür ederim.
Yavaş yavaş filmin içeriğine geçmek istiyorum. Film bir auditon sahnesiyle açılıyor. Ben bu kısımın karakter tanıma açısından hem çok yenilikçi hem de çok iyi çalıştığını düşünüyorum. Bu kısımı film içinde siz nasıl konumlandırdınız?
Gözlemlediğim kadarıyla filmin duygusu seyirciye derinden işlemiş. Ben bu durumu filmin senaryo matematiğinin de doğru olmasına bağlıyorum. Biz bir film sürecinin hangi noktadan başlayıp hangi noktaya gittiğini anlatmak istedik. Aynı paralellikte, başka bir katmanda bir ilişkinin nerede başlayıp nereye gittiğini göstermek istedik. Aslında bu iki kanalı, bu iki çizgiyi iç içe geçirmek istediğimiz için, audition oyuncunun filmle, seyircinin filmle ve filmin de kendisiyle tanışmasıydı. Ve gerçekten tanışma hikayesi anlattığımız bir filmde en saf ve ham şekilde hem film üretimine dair hem yönetmen-oyuncu ilişkisine dair hem de oyuncunun oynayacağı karakterle tanışmasına dair bir sahneydi audition. Tanışmanın ilk anıydı yani.
Bir de tabi bu sahnede çok önemli bir yeri olan Funda Eryiğit’in seslendirdiği bir yönetmen karakteri var. İzlerken merak ettiğim şey bu yönetmen ile sizin aranızdaki ilişki oldu. Bu karakter sizden bir şeyler taşıyor mu?
Kendini ifade edişi ve üslup olarak Funda hiçbir şekilde bana benzemiyor. Funda gerçekten inanılmaz bir oyuncu, çok güzel oynadı çok da güzel seslendirdi karakteri. Şunu söylemek istiyorum ister istemez kendinizden bir şeyler koyuyorsunuz. Özellikle benim yönetmene en çok müdahale ettiğim ve onun da bana en çok benzediği yer bizim “ayrılık üzerine” diye tanımladığımız yatak sahnesi. “Tanımlar yaşamadıkça diyaloglar sağlıksız gelişiyor” diye başlayan o monolog. Oradaki fikirler benzerlik gösterebilir fakat sinemayı biliyorsun ne anlattığın değil nasıl anlattığın önemlidir. Bence Funda orada öyle güzel bir karakter yarattı ki bana benzediği ve benzemediği alanlar yarattı. Ne mutlu ki ortaya kalıplara sıkışan bir yönetmen değil, ete kemiğe bürünen, derdi olan bir insan çıkardık.
Bu kısımla ilgili merak ettiğim bir başka şey, yazım aşamasında acaba filmin bu kısmı çok mu konuşuyor ya da çok fazla diyalog ağırlıklı mı oldu gibi düşüncelere kapıldınız mı? Bu kısmın seyirciyle kuracağı ilişki üzerine neler düşündünüz?
Evet, düşündük. Çünkü seyircinin karşısında konuşan kafalar kalması gerçekten çok riskli bir şey. Hem tek mekandayız, hem de tek mekanda olduğumuz için açılarımız çok sınırlı ve kısıtlı. Bunun yanında iki oyuncu var ve sadece konuşuyorlar. Bunun riskli olabileceğini düşündük ama çalışmamızı yaparken ilişki, tanışma ve kavganın tüm insanların sürekli yaşadığı bir şey olduğu gerçeği bizi hep rahatlattı. Bizim dayandığımız yer eğer biz kendimizi iyi ifade edersek, kelimelerimizi iyi seçersek ve bunu belli bir matematik içinde anlatırsak bu film konuşan kafalar olmaz düşüncesiydi. Bu film insanların tekrarları ve o konuşmaları dinlerken kendi hafızasındaki anıları çağırmasına sebep oldu ve çok mutluyuz ki çalışmış bu. Gösterimden sonra bize gelen seyircilerden “ya ben eski sevgilime mesaj attım”, “auditiondaki soruları kendimize sorduk” gibi cümlelerle geldi. Hatta 60 yaşındaki bir hanımefendi basın toplantısı çıkışında şunu söyledi: Gerçekten mutlu olmak için çabalıyorum ve çok yoruldum. Yani demek istediğim evet bundan korkuyorduk dolayısıyla dersimize iyi çalıştık ve sınavı geçtik.
Tek plan sahnesinden bahsetmesek olmaz sanırım. Bu sahnenin girişindeki bar sahnesinde benim en dikkatimi çeken oradaki mizah oldu. Oradaki mizahın tonunu nasıl ayarladınız?
Hayat mizah sayesinde daha rahat nefes alınabilecek bir yer bence. Oscar Wilde “Hayat ciddiye alınamayacak kadar önemlidir” der. O sahnede oyuncular onları geren bir sürecin sonunda tanışmanın ürününü vermeden bir adım önceki ânı yaşıyorlar. Orda başbaşa olmaları ve o barın boş olması birbirlerine karşı açık olabilecekleri zemini hazırlıyor. Fahri’nin de Burcu’nun da benim de hepimizin mizah anlayışları farklı. O sahnede yönetmenle dalga geçiyor onun taklidini yapıyorlar. Bunu yazarken projeyi okuyanlar da bana burada kendimle dalga geçmemin çok güzel olduğunu söylediler çünkü sonuçta senin önceki sorunda da söylediğin gibi yönetmen ister istemez benden de birçok şey içeriyor. Ben bir şeylerle dalga geçebilmenin rahat nefes alabilmemiz için çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Anladım, devamındaki sekansa geçecek olursak bir süre iki karakteri sessizlik içinde seyrediyoruz. O kısmların ne kadarı doğaçlamaydı? Çünkü özellikle Ushan karakterlerin mikro-harekeleri bana o kısmın planlanmış olabileceğini de düşündürttü.
O yol çok uzun bir yol ve böyle kesintisiz bir planda sokaklardaysanız her şeyi planlamanız neredeyse imkansız. Çünkü bir sürü çevresel faktör dahil oluyor planlarınıza. Kameramanın adımını yanlış atması vs. Fakat bizim belirlediğimiz noktalar vardı. Bu mesafeye kadar şöyle bir duyguyla ilerleyin, o sırada senin şöyle bir hareketin olsun, o da buna şöyle bir tepki versin. İlk önce sana bakmasın, sen onun sana bakmayacağını düşün. Ardından ikinci etaba geçtiğimizde onun utandığı için sana bakmadığını düşün gibi kontrol noktalarımız vardı. Oyuncularımız konservatuar mezunu oldukları için ve konservatuarda da aynı sınıfta oldukları için birbirlerinin dinamiklerini çok iyi biliyorlardı. Oradaki duyguyu anladılar, yapılması istenen şeyi anladılar ve tabii ki kayıt başlamadan önce onlara söylediğim şey burdan eve varın oldu. Biz sizi takip edeceğiz. Ve onlar da eve çok güzel vardılar gerçekten.
Hikayeden biraz uzaklaşıp teknik bir detay sormak istiyorum. Bir arkadaşım filmden sonra “pandemiden çok güzel faydalanmışlar” dedi o sahne için. Çünkü İstanbul’un en kalbalık yerlerinden birini bomboş gördük. Fakat ben pandemi de olsa o kadar boş olabileceğini düşünmüyorum…
Hatta sana şöyle bir şey söyleyeyim. Hatırlıyor musun pandemide mekanlar saat 10’da kapanacak gibi bir durum vardı. Çekim sabahı bunu 12’ye aldılar. Normalde biz o gün beş take alabilirdik, 12’ye aldıkları için üç tane alabildik. Fakat ben yıllardır kadıköyde yaşadığım için perşembe gecesi dışarıya fazla çıkılmadığını biliyorum. Çünkü insanlar o gün dinlenir, paralarını harcamazlar ve cuma günü eğlenmeye çıkarlar. Bu sebeple çekimi perşembeye planladık. Pandemi olmasaydı da belki bir tık daha kalabalık olurdu. Fakat bizim bu sahneye özel bir ekibimiz vardı. “The Night” ekibi. Çekim için her yerden izin aldık. Gerek yok almayın denilen yerlerden bile… Herkese yelek giydirdik, yeleklerin önüne izinleri astık. Ve bence o sahnenin olmasına sebep olan şey, herkes yaptığı şeyin öneminin farkındaydı. Yani banka soyduk o gece biz, banka soymaya teşebbüs ettik ve sanırım soyduk o bankayı.
Çok iyi bir benzetme…
Bu arada bu benzetmeyi Victoria filminde yapmışlardı.
Tam da buna yakın bir şey soracaktım. Bu plan sekans için önceden incelediğiniz ya da know-how’ına baktığınız filmler oldu mu?
Olmadı, çünkü onların sahip olduğu kondisyonlara sahip değildik. Bir gecede çektik ve modayı tamamen kapalı bir set haline getiremedik aslında. Yürüdüğümüz yerleri dinamik olarak kapatıp açtık. Çünkü Moda’nın bir girişi ve bir çıkışı var dolayısıyla tamamen kapatmanız imkansız. Dolayısıyla biz aslında nelere sahibiz, neleri uygulayabiliriz bu kondisyonlar altında bu kısmı nasıl planlarızı düşünerek çektik. Bu sebeple öncesinde baktığımız film olmadı. O gecenin komutanları Burcu ve Sarp’tır. “Bolu kapat, Ankara aç, Adana tamam…”
Bir taraftan da filmin finansal bir başarısı var. Türkiye’de bağımsız bir film ortaya çıkabilince zaten direkt bu gözle bakıyoruz fakat sizin filminize özel farklı bir durum da var sanırım. Biraz burayı açar mısınız?
Tabi ki, biz Burcu’yla bu konuyu konuşmayı çok istiyoruz. Çünkü ülkemizde ve bize benzeyen diğer ülkelerde hikayesini anlatmak isteyen insanların önündeki ilk engel para. Fakat biz düşündük ki film çekmek için öncelikle neye ihtiyaç var, bir derde ihtiyaç var. Senaryo formuna gelebilmesine ihtiyaç var. O senaryo formuna ve onu üreten kişilere inanan insanlara ihtiyaç var. Para buradaki son engel bile olmamalı. Ve kağıt üzerinde 700.000 TL bütçesi olan filmimizi 140.000 TL nakit para ile çektik. Ülkemizde olmayan telif kavramını özel sözleşmeler ile insanlara bu filmden pay vererek gerçekleştirdik. Mesela görüntü yönetmeni bizden beş mi istedi, bizim filmimizin yüzde biri de yediydi diyelim. Dedik ki ona ev kiranı ödeyebiliyor musun, karnını doyurabiliyor musun? Eğer evet derse biz o kişiye bizden istediği parayı filmin payı olarak verdik. Bu pay da yetmiş yıl boyunca on yılda bir kendini yenileyen sözleşmelerle yapıldı ve telif olarak ne zaman nerede nasıl satılırsa bu gelirin yüzdesi o kişiye gidecek. Eğer sorduğumuz soruya hayır dediyse de o zaman o kişiye emeğinin karşılığı istediği ücreti verdik. Bu noktada da o nakit parayı bulabilmek için öncelikle eş dost kendi çevremizden, daha sonra bize inanan insanlardan yirmi sekiz yatırımcı ile hem onların bize verdiği paralar onlara yük olmasın hem de film para kazanmazsa bize yük olmasın diye en fazla on dört bin en az da yedi bin lirayla filmin nakit bütçesini oluşturduk. Bunu anlatmak istememim sebebi şu: Ben 2015 ile 2018 arası dört yıl boyunca profesyonel bir yapımcı ile ilk filmimi çekmeye çalıştım. Ve gittiği noktada film çekmeyi bırakmayı düşünüyordum. Çünkü nasıl üreticiler kalıpların içine sıkıştıysa yapımcılar da kalıpların içine sıkışmış durumda fonlardan ve kısıtlı pastadan dolayı. Fakat insana dair bir şey yapıyoruz, insanlarla beraber bir şey yapıyoruz ve bunun bir formülü olmalı. Ve gerçekten bunu her yerde söylüyorum ve bana bunun büyük bir cümle olduğunu söylüyorlar ama umrumda değil: Çekilemeyen filmler, çekilen filmlerden bence çok daha iyi.
Bence birçok bağımsız sinemacı için yeni bir seçenek ya da model de sunmuş oluyorsunuz. Bu yüzden bunu dillendirmek gerçekten çok kıymetli.
Ve bu geliştirilebilir.
Tabi ki, bence bu az önce bahsettiğimiz filmin tüm ekibe ait olmasının başka bir tezahürü. Hem manevi hem maddi olarak…
Kesinlikle!
Biraz da müzik demek istiyorum. Filmin içinde çok iyi bir müzik kullanılmış ki bunu basın toplantısında tekrar deneyimledik. Benim merak ettiğim filmin jeneriğindeki müzik: First Six Months of Love. Bu şarkının hikayesini dinleyebilir miyiz biraz?
Tabii. Burcu’nun Elif diye bir arkadaşı var. Elif biz İstanbul dışındayken Michelle Gurevich’i keşfetmiş ve hepimize şarkılarını dağıtmıştı, bu senin şu senin diye. Bu da tam bizim senaryo yazma sürecimize denk geliyordu. Ve bize daha sonra bu şarkının film için yapılıp yapılmadığını da çok soran oldu. Ama hayır Michelle Gurevich bu müziği yapmış. Fakat burda da şu ortaya çıkıyor, dertlerimiz ortak. Yani hayatta aynı sıkıntılarla, aynı buhranlarla cebelleşiyoruz. Yani herkesin özel olmasının sebebi aslında herkesin özel olmayışı. Yani çok garip paradoksların içerisindeyiz. Hayat dediğimiz şey de bu biraz. Bu müziğe gelince de öyle bir paramız bulunmadığı için şarkının telifini almak gibi bir hamleye başvurmadık. Biz filmi çekip kurguladıktan sonra Michelle Gurevich’e filmi attık. Paramız yok ama böyle bir yapım modelimiz var, sen ne diyorsun? O da bize dedi ki bu şarkıyla bu filmin birleşmesini ben engelleyemem. Fakat siz benim en iyi şarkımı istiyorsunuz. Bunu da sadece telifle veremem. Yarısı telif olsun, diğer yarısı da çok cüzzi sembolik bir rakam olsun. Buna da evet demekten başka bir şanısımız yoktu.
İyi ki demişsiniz o evet’i! O zaman son olarak “bizi bundan sonra ne bekliyor”u sormak istiyorum. Basın toplantısında Diyalog‘un bir üçlemenin ilk filmi olduğundan bahsettiniz. Bu üçlemeye dair ufak ipuçları alabilir miyiz?
Tabii ki, sonuçta bu filmleri zaten sizin ayağınıza getirmek istiyoruz. Bu bir ilişki üçlemesi, ilişkilenme üçlemesi. İkinci filmimin adı Log in. Bir telefon uygulamasından sexting yapan iki insanı konu alıyor. Orada biçimsel deneme olarak ve senaryo dinamiği olarak Diyalog’a çok benzer bir yapı var. Üçüncü filmin adı Monolog, insanın kendisiyle kurduğu ya da kuramadığı iletişime dair. Umarım bunları çok fazla zaman geçmeden gerçekleştirip seyirciyle paylaşabiliriz.
Umarım, merakla bekliyoruz. Bu keyifli söyleşi için çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim, benim için de çok keyifliydi.