Bu yıl İzmir Kısa Film Festivali’nde Ulusal Belgesel kategorisinde Altın Kedi alan Seval (2020) filminin genç yönetmeni Ahmet Keçili ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
İyi okumalar dileriz.
Öncelikle tebrik ederim. Adını çok prestijli bir ödül ile duyurmuş oldun. Seni biraz tanıyalım isterim öncelikle. Sinema yolculuğun nasıl başladı? Nereye gidiyor?
Adana’da doğdum ve yaşıyorum. Öğrenim hayatım Adana’da devam ediyor. Çukurova Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde son sınıf öğrencisiyim. Öncesinde sinema ile sadece izleyici olarak ilgiliydim. Bölümüm sayesinde hobi olarak ilgilendiğim fotoğrafçılığı geliştirdim ve fotoğrafa olan ilgim beni video çekmeye sürükledi. Videolar çekerken daha çok keyif almaya başladım. Ders kapsamında da bir belgesel araştırması gerçekleştirmemiz gerekiyordu. Sohbet esnasında duyduğum ‘Dede’ adlı karakterin hayatı çok ilgimi çekti. İlk olarak Dede (2019) adlı kısa belgesel filmimizi tamamladık. Daha sonra Seval de, Dede’nin yaşadığı topraklarda olduğu için Toros Dağları’ndan Portreler adında bir seri oluşturmanın heyecanı içerisine girdik. Seval bu serinin ikinci kısa belgesel film projesi.
Kariyerine belgesel ile başlamandan yola çıkarak soruyorum, belgesel merakı nereden geliyor? Bir belgesel çekmenin seni cezbeden veya seni zorlayan tarafları nelerdir?
Fotoğrafçılıkla çok ilgileniyorum. Özellikle de sokak fotoğrafçılığına ilgim çok fazla. Okuldaki belgesel derslerim sayesinde fotoğraf çekerken insanlarla iletişimimi çok geliştirdim. İnsanların hayat hikâyelerini ve deneyimlerini dinlemek çok keyif veriyor. Bu durum nedeniyle daha çok keyif vereceğini düşündüğüm sinema alanına girmek istedim. Bildiğim ve kendi coğrafyamdan insanların hayat hikâyelerini izleyiciyle buluşturmak çok keyif veriyor. Çok zorlandığım bir durum oluşmuyor açıkçası, çünkü film yapma eylemi içerisinde öğreniyorum her şeyi. Belki bu amatör ruhun verdiği rahatlık sayesinde de bu durum oluşuyor olabilir. 🙂
Fotoğrafçı kökenli olunca belgeseller sana cazip geldi galiba?
Kesinlikle. Özellikle Adana’da ve Toroslar’da bulunduğum için, o coğrafyanın bu yönden zengin olduğunu düşünüyorum.
Belgesel yönünden de zengin hikâyeler barındıran bir coğrafya Adana ve Toroslar. Seval bunlardan bir tanesi. Bu hikâyeden nasıl haberdar oldun?
Arkadaşlarımla sohbet esnasındayken konu birdenbire esrar muhabbetine geldi. Üzerine konuşulmaya başlandı. Seval o an muhabbet ettiğim arkadaşlarımdan birinin teyzesi oluyormuş. Seval’in esrar yüzünden cezaevinde dünyaya geldiğinden ve şu andaki durumundan bahsetti. Anlattıkları beni o kadar derinden etkiledi ki daha sonraki anlattıklarını dinleyemedim. O sırada hemen Seval’in fotoğraflarını ve çevresini araştırmaya başladım. Fotoğraflardan çok etkilendim. İlk olarak film yapma eylemi içerisinde kendimi bulmuyordum. Etik olma kısmını çok sorguladım. Seval ile tanışmaya karar verdikten sonra ilk görüşmede bu düşüncemin yanlış olduğuna karar verip çekim planlarına başlamıştım.
Etkileyici bir girişi var filminin; “Büyüklerin günahını çocukları çekiyor.” diyor. Ortada yaşanmış bir aile trajedisi var, hüznün yanı sıra bir kabullenmişlik var. Olanca doğallığıyla anlatmışsın aslında. Duygu dozunu nasıl ayarladın burada?
Kendimi düşündüm, bir filmi nasıl izlemek istiyorum, onu düşündüm. Film yaparken hep bu düşünceyi aklımda tuttum. Hem kendimi, hem Seval’i hem de Seval’in ailesini düşündüğümde daha da iyi fark ettim ki, ne kadar zor günler yaşasak, acılar çeksek de gün geliyor alışıyoruz, gülüyoruz, eğleniyoruz. Ben hep filmlerimde mizah da olsun istiyorum. Seval’in hikâyesi aslında çok daha dramatik anlatılabilir. Ki Seval’in aklına annesinin geldiği, bir anda ağlamaya başladığı zamanlar da çok oldu çekimlerde. Bu kısımları özellikle dâhil etmedim filme. Seval’in bir günü nasıl geçiyor onu anlattım aslında. Hayat iki taraflıdır. Seval zor günler geçirmiş ama güldüğü ve eğlendiği zaman dilimleri de mevcut. Bu durumu düşünerek duygu yükünün fazla olduğu yerlerde kurgusal olarak eğlenceli yerleri vermeyi tercih ettik.
Seval’in şehir hayatına adapte olamamasını neye bağlıyorsun?
Seval, rahat yaşamayı seven ve özgürlüğüne aşırı düşkün biri. Şimdi şehre geldiğinde sokaklarda ve yollarda kalabalığı görünce bu durum onu kısıtlıyor. Köyde dağlarda ve ovalarda istediği gibi geziyor. Herkes de onu tanıyor. Daha güvenli bir yer orası onun için.
Çekim tecrübelerinden bahsedelim biraz da. Nasıl geçti çekimler?
Çekimler genel olarak çok iyi geçti. Tüm zorluklarına rağmen keyifliydi. Seval’le arkadaş olduk diyebilirim. Tüm set ekibiyle ayrı ayrı bağlar kurdu. Yapım süreci dokuz ay sürdü. Yaklaşık iki ay çekim yaptık. Yaşadığım bir zorluk Seval Abla’nın sigaralarıydı. Çok içiyor, ama öyle böyle değil. Bazı sahnelerde diyordum “Abla n’olur içme, sahne dumansız olsun.” diye, dinlemiyordu tabii. Ev sürekli duman altıydı. O beni çok zorladı. Hatta ben de Seval’le birlikte sigara içmeyi artırdım galiba. Film hayatını nasıl değiştirdi dersen, böyle bir etkisi olmuş olabilir (gülüyor).
Filmin görüntü yönetmenliğini de sen üstlenmişsin. Kartpostal görüntülerinden uzak ama etkileyici kadrajların var. Nasıl çalıştın burada?
Anlattığım hikâyelerde görüntüyü çok önemserim. Sinemada mavi ve soğuk tonları çok seviyorum. Sisli havaların hikâyenin dramatik atmosferine katkı sağlayacağını düşündüğüm için bir çekim takvimi oluşturdum ve özellikle sisli havalarda çekim yapmaya özen gösterdim. O da ayrı bir zorluktu. Çünkü gittiğimiz yer o kadar yüksekti ki, sis bastırınca etrafı görmek çok zor oluyordu. Bazı sahneleri çekerken Seval’i göremediğimi hatırlıyorum. Hem sis istiyoruz hem de istediğimiz dozda olsun istiyoruz. Çok bekledik o havaları. İzlediğim belgesellerde konuşan insana dayalı görüntüleri çok fazla görüyorum, süreyi de uzatan bir şey bu. Bundan biraz kaçmak istedim. Bizzat Seval’in günlük yaşamından görüntülerle hikâyeyi anlatmak istedim. Hikâyenin akışında neler özellikle ön plana çıkıyor ona odaklandım. Çok acelem de yoktu açıkçası, zamana yaydım biraz.
Adana coğrafyasından genellikle gettolara odaklanan hikâyeler veya sıcak atmosferli filmler izliyoruz. Sen bir Adanalı olarak Adana’nın bir yüzünü veya şehri tanıtmak istesen hangi yüzünü tanıtırdın?
Adana sokaklarına,hem orada büyüdüğüm için hem de fotoğraf çekimlerinden dolayı çok hâkimim. Bahsettiğin gibi sokak hikâyeleri çok fazla ön plana çıkarılıyor genellikle. Ama ben aslen yörüğüm. Aladağ ve Toros taraflarına çok hâkim olduğum için özellikle Adana’nın diğer taraflarını, yani soğuk bölgelerini, kırsalını anlatıyorum. İki tarafını da anlatmak isterim ama Adana her tarafıyla anlatılacak bir şehir bence (gülüyor).
Filmin festival yolculuğunu nasıl değerlendiriyorsun? Adana’da, Gaziantep’te, İzmir’de ödüller aldın. Bekliyor muydun bunları?
Aslında festivalden ziyade jürileri daha çok önemsiyorum. Severek takip ettiğim kişilerin kararlarıyla ödül almak beni daha çok motive ediyor. Türkiye’de sanırım 13 ödülüm var. Başka festivallere de göndermeyi düşünüyorum ama şimdiye kadar aldığım ödüller beni tatmin etti açıkçası. Yurt dışında da birkaç festivale gönderdim, hatta Japonya’da bir festivalden de ödül aldım ama yurt dışı festivallerinin süreçlerine çok hâkim değilim, takip edemiyorum. Ama filmin genel yolculuğundan çok mutluyum
Sıradaki projelerin neler?
Toros Dağlarından Portreler serisinin üçüncü hikâyesini çekmek istiyorum yine karakterler üzerinden. Şu anlık hikâyemiz hakkında çok fazla bir şey aktarmak istemiyorum, bakanlığa proje dosyası hazırlama aşamasındayız.
Başarılarının devamını diliyorum. Bu keyifli sohbet için teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.