İstanbul Film Festivali dünya sinemasının en yeni örnekleri, usta yönetmenlerin son filmleri, yeni keşifler ve kült yapıtların aralarında bulunduğu 135 uzun ve 22 kısa metrajlı filmden oluşan zengin programıyla 41. kez sinemaseverlerle buluşuyor. İki yılın ardından sinema salonlarına dönen festivalde 12 gün boyunca, 14 bölümde 43 ülkeden 164 yönetmenin filmleri gösterilecek. Gösterimlerin yanı sıra konuk yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleştirilecek sohbetler, konser ve özel etkinlikler de festival kapsamında yer alacak.
Fil’m Hafızası ekibi olarak sizler için festivali takip edip filmler hakkında görüşlerimize yer vereceğimiz 41. İstanbul Film Festivali Günlükleri’nin ilkiyle karşınızdayız. Keyifli okumalar.
Çıtkırıldım (Softie)
Çıtkırıldım, hem bir büyüme hikâyesi hem de bir oğlan çocuğunun bedenini, arzularını, yönelimini keşfetmesi anlamında oldukça ufuk açıcı bir yapım. Annesini odağına aldığı Part Girl (2014) ile oldukça ilgi uyandırmış olan Samuel Theis, aradan geçen yedi yılın ardından yine kendi hayatına, çocukluğuna, ailesine odaklanan bir yapımla karşımızda. Üstelik bu kez Part Girl’den yaşlılığına tanık olduğumuz anne profilinin daha önceki yıllarına da tanık olma şansını yakalıyoruz. Lakin peşinden büyüme sancılarına eşlik ettiğimiz karakterimiz Johnny oluyor. 10 yaşındaki bu oğlan çocuğu, oldukça güçlü, ne istediğini bilen bir karakter. Johnny, henüz biz onun hikâyesine eşlik etmeden kendini tanımış biri aslında. Bu anlamda Çıtkırıldım, daha çok 10 yaşında bir çocuğun ilk aşk tecrübesini ve geleceğine yön vermesini perdeye taşıyor.
Theis, Johnny’in bu sürecinde yaşadığı kalp kırıklıklarını, aşk acısını asla bir ajitasyon aracı olarak kullanmamasının yanında tıpkı karakteri gibi olgun davranıyor. Filmin yükseldiği anlarda bile gözyaşından medet ummaması, klişelerden beslenmemesi bunun en önemli göstergeleridir. Küçük bir kasabada yaşayan, alkolik ve oldukça sarsıcı ilişkiler yaşayan ve bu zikzaklı hayatına üç çocuğunu da dâhil eden bir annenin, iki kardeşin, üvey babaların, zorba akranların dünyasında aşka tutunarak hayatta kalmaya çalışan Johnny, oldukça zeki, sıra dışı ve kararlı olmasıyla birçok kişiye ilham olacak bir karakter. Özellikle Andrea Arnold’un film evrenine aşina olanlar için tanıdık gelecek olan filmin, Wasp (2003) ve Fish Tank (2009) ile akrabalığı gözden kaçacak gibi değil. Festivalin Nerdesin Aşkım seçkisinde gösterilen filmi, 16 ve 19 Nisan’daki gösterimlerinde izleyebilirsiniz.
Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı
Bu filmi anlatmaya “Gerçek bir hikâyeden uyarlanmıştır.” değil “Gerçek bir insan hakları mücadelesinden uyarlanmıştır.” diyerek başlamak istiyorum. Zira film boyunca Rabiye Kurnaz’ın başından geçen bir macerayı değil, insanlığın adalet karşısında; yani hükümetler, yasalar ve politika karşısında verdiği mücadeleyi izliyoruz.
Almanya’nın Bremen kentinde yaşayan Türk bir aile, 2002’de büyük oğullarının Kuran öğrenmek için evden kaçmasıyla kendini yıllarca sürecek bir hengâmenin içinde bulur. 19 yaşındaki Murat Kurnaz şaibeli şekilde tutuklandıktan sonra, Taliban olduğu “söylentisi” ile ABD’nin askeri kampı olan Küba’daki Guantanamo Kampı’na gönderilmiştir. Bu yerin adını hayatında ilk kez duyan annesi Rabiye Kurnaz, sonraki yıllarda kâbusu haline gelecek bu adın yüküyle şahsına münhasır bir savaş başlatır. Ev hanımı ve üç çocuk annesi olan Rabiye, evi çekip çevirmeyi çocuklarına bırakarak ve eşinden alabileceği minimum desteği alarak tüm mesaisini oğlunu kurtarmaya harcar. Bir gün kapısına dayandığı insan hakları savunucusu Avukat Bernhard Docke ile omuz omuza verdiği mücadele takdire şayandır.
Bu filmi anlatırken mücadele, savaş, kâbus gibi kelimeleri kullandığıma bakmayın. Aslında her an içler acısı bir hâle bürünebilecek bu öykü, Rabiye Kurnaz’ın eşsiz karakterinde ve bu karaktere hayat veren Meltem Kaplan’ın oyunculuğunda öyle bir seviyeye evriliyor ki ortaya kahkahalarla izlenen bir film çıkıyor. Zaten filmi türdeşlerinden ayıran en güçlü yanı da bu. Rabiye Kurnaz ne kadar kendine has bir insansa, film de yönetmen Andreas Dresen’in elinde bir o kadar kendine has bir anlatıya dönüşmüş.
Elbette ki Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı, büyük bir hiciv ürünü olma özelliği gösteriyor. Her ne kadar adında yalnızca eski ABD başkanının ismi geçse de 2 saatlik film boyunca tüm bürokratik kademelere tokatlar atarak, büyük adalet savunucularının gerçek yüzlerini ortaya çıkararak kendi yolunu açıyor. Emin adımlarla sona doğru ilerlerken seyircinin ilgisini bir an olsun kaybetmiyor. Rabiye ve Bernhard’ın peşinden oradan oraya koşturuyor, onlarla birlikte heyecanlanıyor, onlarla birlikte ümitsizliğe kapılıyor, tekrar umutlanıyor, tükeniyor, tekrar güç topluyoruz.
Film, Berlinale’de Meltem Kaplan’a En İyi Başrol Oyuncu dalında Gümüş Ayı, En İyi Senaryo dalında ise senarist Laila Stieler’e ödülünü getirdi. 41. İstanbul Film Festivali’nin de açılış filmi olan Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı’nın önümüzdeki gösterimlerini buradan takip edebilirsiniz.
Vous ne désirez que moi (Duras Hakkında Her Şey)
Her şey kurgu ile gerçeklik arasında, mutlak olan tek şey ise aşk…
1996 yılında aramızdan ayrılan ve tutkunun sanata yansıdığı sayısız esere imza atan Fransız yönetmen ve roman yazarı Marguerite Duras’ın, yakın arkadaşı Andrea ile ilişkileri Duras Hakkında Her Şey‘de objektif karşısına geçiyor. Yönetmen Claire Simon’ San Sebastián Film Festivali ana yarışmasına taşıyan film, hem belgesel türünün klasik çerçevesinin hem de Fransız ekolünün örneği. Andrea ile gazeteci arkadaşı Michèle Manceaux arasında geçen röportajlar, durağan bir tempoyla başlıyor. Andrea, Duras’la ilk karşılaşmasından itibaren ona karşı besleyip büyüttüğü, zamanla tutkulu bir aşka dönüştürdüğü süreci adım adım anlatıyor.
Yapısal olarak filmi iki parçaya ayırmak mümkün: İlki Andrea’nın Duras ile karşılaşma ve onu uzaktan tanıma süreci. İkincisi ise tek kelimeyle özetlenebilecek türden, aşk… Aşkın başladığı kısımda anlatının yoğunluğu, izleyiciyi kendine çekişi ve aldığı tepki de aşkın kendisi gibi değiştiriveriyor sinema salonunu. Duras’ın gizemli çekiciliği, Andrea kadar izleyiciyi de içine alıyor. Her şey salt anlatıdan dahi oluşsa, beyazperdeyi hayal gücü ile doldurmaya çalışan biz izleyiciler için yorucu fakat bir o kadar keyifli ve heyecan verici bir tepmo yakalanıyor. Sonunda ise akıllarda sıkça tekrar edilen o replik kalıyor: “Seni yaratmak için önce kurgulamalıyım.” Bu aşk kurguya duyulan bir hayranlık mı yoksa Duras’ın özüne bir adanmışlık mı? Öyle görünüyor ki aramızdan ayrılışının ardından bile Duras hakkında konuşulacak daha çok şey var. Fransız sineması temposunda sarsıcı bir aşk ve cinselliğe dair keşif öyküsü dinlemek isterseniz 12 Nisan’daki gösterimi kaçırmayın!