Fransa, 1963. Yirmili yaşlarında parlak bir kolej öğrencisi olan Anne, edebiyat alanında yeteneklidir ve eğitimine üniversitede devam etmeyi istemektedir. Kalmakta olduğu yatılı okulun rekabetçi ortamında, iki yakın kadın arkadaşıyla birlikte hayatını sürdürme çabasındadır. Filmin ilk sahnelerinde dışardan bakınca yaşının ve içinde bulunduğu sosyal çevrenin gerektirdiği alışıldık meselelerle meşgul olduğunu düşünsek de Anne’in içindeki sıkıntının tohumları biz farkına ancak vardığımızda iyice filizlenmiştir: Anne, üç haftalık gebedir.
Fransız yazar ve edebiyat profesörü Annie Ernaux’nun aynı isimli oto-sosyo-biyografik romanından uyarlanan L’événement (2021), yönetmeni Audrey Diwan’ın ikinci uzun metrajlı filmidir. Diwan’ın aynı zamanda senaristliğini Marcia Romano ile paylaştığı ve Fransa yapımı olan bu filmi, 78. Venedik Film Festivali’nda Altın Aslan ve FIPRESCI ödüllerine layık görülmüş olup, pek çok festivalde gösterilmiş ve ödüllere aday olmuştur. 74. BAFTA’da en iyi yönetmen ödülüne aday gösterilen L’événement, 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde de izleyiciyle buluşmuştur.
Gebeliğini istemeyen ve sonlandırmaya karar veren Anne kendini; kürtajın yasal olmadığı, dahası kürtaj olmayı istemenin, bunu yasa dışı yollarla gerçekleştirmenin, birinin kürtaj olmak istediğini bilmenin ve bu eyleme yardım etmenin suç olduğu bu dönemde büyük bir çaresizliğin içinde bulur. Öncelikle aile doktorundan yardım ister ancak doktor Anne’in arzusunu yüksek sesle dile getirmesine dahi izin vermeden ona yardım edemeyeceğini bildirir. Anne kendi bedeniyle, kendi geleceğiyle, kendi hayalleriyle ilgili bu isteğinde elbette ki kararlıdır ve ikinci bir doktora başvurur. Doktor kendisine bu isteği nedeniyle açıkça kızdıktan sonra onu kandırır ve ona aslında gebeliğinin sürmesine yardımcı olacak bir ilaç reçete eder. Anne, doktorun verdiği bu “kürtaj enjeksiyonunu” kendi kendine uygularken, yüz ifadesinde geçici bir rahatlamanın izlerini görürüz. Oysaki haftalar geçer ve Anne tüm çabalarına rağmen derin bir ruhsal karanlığın içine sürüklenirken gittikçe yalnızlaşır ve gebelik hayatının neredeyse tek teması haline gelir.
Aslında film boyunca Anne ile ilgili çok fazla ayrıntı bilmeyiz. Edebiyata sıra dışı bir ilgisi ve bu alanda iyi bir bilgisi var gibidir, üniversiteye gitmek için çalışmaktadır. İki samimi kadın arkadaşı vardır ve bir araya geldiklerinde özellikle cinselliklerini keşfetme konusunda ihtiyatlı ama açık bir yakınlık sergilemektedirler. Anne ve babası, kırsal bir bölgede bir bar işletmektedirler; Anne ile çok yakın bir ilişkileri yok gibidir. Özellikle annesinin Anne’e karşı çok katı ve yargılayıcı bir tutumu vardır. Anne, annesinin arzu ettiği gibi alanında başarılı ve umut vadeden bir öğrenci olduğunda desteklenirken, zor zamanlarında acımasızca eleştirilir. Belki de tüm film süresince metanetini en çok zorlayan anlardan biri, Anne’in bulaşıkları yıkarken kullandığı süngerin annesi tarafından yanlış bulunması üzerine, başkaldırının cezalandırıldığı o sahnedir.
Tüm bu sınırlayıcı şartlarına rağmen Anne, özgür biridir. Onun iç dünyasında ve de gerçek anlamda “içinde” olup biten şey (fr. l’événement, ing. happening), basit bir hayatta kalma içgüdüsünden öte; istediği hayatta kalma, yaşamını sürdürmek adına özgür iradesiyle verdiği bir kararı ifade eder. Bu kararın önünde ne yazık ki çok da şaşkınlık uyandırmayacak şekilde yer alan pek çok faktör vardır: Erkek egemen sistemin hüküm sürdüğü 1960’lar Fransa’sında, kadınlara biçilen rollerin dışına çıkılması ve tabuların yıkılması kabul edilebilir şeyler değildir. Filmde Anne’in karşısına çıkan başta tıbbi pratiği uygulayan erkek doktorlar olmak üzere tüm erkekler, onun özgür bir birey olarak varoluşunu görmezden gelmektedirler. Gebeliğini sonlandırmak için yardımını istediği arkadaşı Jean’ın fırsatçı bir tavırla onunla birlikte olmak istemesi, filmin ilerleyen sahnelerinde tanıştığımız Maxime’in “gebelik meselesi”’nin tüm sorumluluğunu Anne’e yüklemesi, Doktor Ravinsky’nin Anne için yaptığı tek tıbbi girişimin “durumu kabullenmesini önermek” olması… Bu tutumlar öylesine “normal”’dir ki, Anne’in kararındaki ısrarcılığı bir çeşit anormallik olarak değerlendirilir. Öte yandan benzer bir değerlendirmede bulunan ve Anne’i yargılayarak damgalayan figürler arasında pek çok kadın da yer alır. Anne, kimseden yardım isteyemez.
Yalnız, çok yalnız bir yolda el yordamıyla aradığı çözümler birer birer sonuçsuz kaldıkça Anne daha da içine kapanır. Bu noktada filmin genel tonunun bir çeşit psikolojik gerilim, hatta korku yönüne kaydığını söyleyebiliriz. Anne karakterini canlandıran Anamaria Vartolomei, karakterin günden günde karamsarlaştığı ancak ne pahasına olursa olsun yaşam ile arasında gittikçe büyüyen ve onu yaşamdan koparmaya başlayan bu soruna çözüm aramaya devam etme gücünü bir şekilde kendinde bulduğu o karmaşık ruh halini çok usta bir şekilde perdeye yansıtır. Anne, bağlama tam zıt bir yönden yaptığı haftalık gebelik takibinde geçen zamanla birlikte adeta tükenir. Gittikçe artan gerilime, Anne’in gizli ve riskli şekilde kürtaj işlemi yapan bir kadına başvurmasıyla sahte bir rahatlama sağlanır.
Her ne kadar kürtaj, Fransa’da 1975’te yasal hale gelmişse de günümüzde dünyanın birçok yerinde yasal olmayan veya kültürel ve sosyal olarak kabul görmeyen bir uygulama olma özelliğini korumaktadır. Yakın zamanda ABD’deki kimi eyaletlerde kürtajı yasaklamaya yönelik yapılan yeni düzenlemeler ile durumun yaygınlığı ve güncelliği konusunda bir fikir edinebiliriz. L’événement, yönetmenin duruşu ve politik söyleminde izlediği yol her ne kadar bireysel de olsa, kadın hareketinin kökenlerine ve kadın haklarının hiçbir ayrımcılığa yer vermeksizin yalnızca temel insan hakları olarak değerlendirilmesi gereken bir konu olduğuna dikkati çekmektedir. Bu bağlamda filmin söyleminin sade ve çarpıcı olduğunu, toplumsal açıdan tercih edilenin (hiç değilse filmin geçtiği dönem özelinde), bir kadının insan olarak varlığından daha önemli olduğunu dile getirişindeki sükûnetten anlayabiliriz. Sessiz kalmanın kabulleniş ve dahası onaylama anlamına geldiği bir konudur bu.
Oysa Anne ısrarla, tekrar tekrar, tüm farklı yollardan ve tüm seçeneklerden ilerleyerek, hayatının yalnızca bir olasılık doğrultusunda şekillenmesini istemediği için, hayatı kendisinin olduğu ve kendisinin olan tek şey hayatı olduğu için, özgür bir insan, özgür bir kadın olduğu için ve kendisi hakkında söz sahibi olan tek kişi en nihayetinde kendisi olduğu için hayatı adına aldığı kararı uygular. Sonucun ne olduğu hakkında film, bizi merak içinde bırakmaz ancak sonuçtan bağımsız olarak L’événement, izlerini sürdüğü bu mücadelenin hakkını kimi zaman dehşet verici bir gerçekçilikle, kimi zamansa gerçek olabilecek olanın sınırlarını aşarak vermektedir.