Film, Kemal Varol’un 2019 yılında yayınladığı aynı adlı kitaptan uyarlandı. Senaryonun yazım süreci nasıl başladı, sizin bu romanı sinemaya uyarlamaktaki en büyük motivasyonunuz neydi?
Romanı okumayı bitirdikten sonra bende tuhaf bir iz ve farklı bir hissiyat bıraktığını gördüm. Açıkçası öncesinde ya da okurken hiç uyarlama yapma fikri aklımdan geçmiyordu. Kemal Varol’un diğer kitapları Jar ve Haw’ı okumuştum, kendisiyle tanışıyorduk da. Kitabın sonunda referans bir müzik vardı, Metin & Kemal Kahraman’ın söylediği, romanın finalini düşünerek şarkıyı dinledim. Ertesi gün kitabı tekrar karıştırdım, hikâede kaçırdığım yerler oldu mu ya da beni etkileyen ne oldu diye düşünerek. Tuhaf bir şekilde romanın dilindeki yalınlık ve bazı temalar, bana iyi bir yol filmi olabileceği hissiyatını verdi. Baba-oğul ilişkisi ve bu ilişkinin katmanları, bağışlanma isteği, af dileme ve adalet arayışı gibi temaların kendi sinemamdaki temalarla da ilişkili olduğunu fark edince, romanın güzel bir film olabileceğini düşündüm. Ve durumu yazarı Kemal Varol ile konuştum. Kemal Varol da açıkçası, sevindiğini ve sıcak baktığını söyledi. Ve karşılıklı konuşup neredeyse bir hafta içerisinde, birlikte çok hızlı bir şekilde senaryoyu yazmaya başladık. İlk başta daha çok uyarlamanın mantığı ve nelerin üzerine yoğunlaşacağımızı tartıştık. Dediğim gibi, romanı uyarlamaktaki en büyük motivasyonum bir yol romanı olması, baba-oğlun yıllar sonra karşılaşıp bu hesaplaşmanın yolda gerçekleşmesiydi. Öte taraftan, oğulun (Yusuf ) nefret ettiği babasına aslında ne kadar benzediğini fark etmesi, çaresizliği ve bütün öfkelerine ve kırgınlıklarına rağmen tıpkı hayatın kendisinde olduğu gibi her şeyi kabullenişi. Romandaki bu benzeri pek çok şey, esasen büyük cümleler ya da büyük değişimler olmaması sanırım uyarlamada beni en çok çeken şeylerdi.
Âşıklık geleneği, Anadolu coğrafyasına kök salmış bir kültür. Unesco Somut Olmayan Kültürel Miras Listesindeki bir gelenek aynı zamanda. Böylesine önemli ve sinemada çokça karşılaşmadığımız, referans noktası olmayan konu hakkında çekim yapmak sizin için ne ifade ediyor? Karşılaştığınız zorluklar nelerdi?
Evet, âşıklık geleneği Anadolu coğrafyasında kök salmış önemli bir kültür. Hâlâ aslında bir tarafıyla devam da ediyor, özellikle Orta Anadolu, Toroslar, İç Anadolu gibi bölgelerde. Sinemada çokça karşılaşmadığımız bir tema, birkaç örneği gerçekleşmiş, 1950’lerde Metin Erksan’ın Âşık Veysel ile yaptığı film örnek verilebilir. Hatta öyle ki yasaklanma hikâyesi de trajikomiktir. Bir önceki henüz gösterime girmemiş filmim Karanlık Gece’nin, Batı Toroslar’da çekimlerini gerçekleştirdim. Özellikle daha çok Orta Anadolu’daki bu âşıklık geleneği üzerine araştırmalar yaptım. Çünkü ana karakterim düğünlerde benzer şekillerde saz çalan genç biriydi. O dönem bu bölge müziğini iyi bilen birkaç isimden biridir kendisi. Feryal Öney ile senaryo üzerinden mesai harcamıştık. Onun önerileri ile açıkçası çok da bilmediğim pek çok isim ve âşık tanıdım. Buradan gelen bir aşinalığım vardı bu nedenle. Açıkçası bu nedenle bu filme karar verdikten sonra karşılaştığımız çok da bu anlamda pek bir zorluk olmadı. Bu konudaki müzik danışmanımız ve sonradan müzisyen grubuna dahil olan Cem Erdost İleri ile beraber parçalara karar verdikten sonra, âşığı oynayacak Settar Tanrıöğen ile çalışmaya başladık. Kendine özgün bir söyleme biçimi yaratma üzerine konuştuk oyuncumuzla. Settar Tanrıöğen de daha çok bunun üzerine çalıştı. Biz onun da ötesinde, filmin daha çok bugünkü seyirciyle buluşmasını, filmin müzikle ilintisini de düşünerek film müziğini oluşturmaya çalıştık. Bu nedenle daha çok elektronik müziğe de hâkim Cevdet Erek, Mina Pakel gibi hem ses tasarımcısı hem de müzisyen birilerinin yanı sıra Cem Erdost İleri gibi türkü ve bu geleneğe de hakim ama klasik formatta söylemeyen biri ile kolektif bir çalışma yürüttük. Açıkçası bu süreçte biraz zorlansak da bunun altından kalktığımızı düşünüyorum.
Önceki filmlerinizde, Türkiye toprakları içinde yaşanan politik gerginlikler ve olayların toplum üzerindeki etkilerini coğrafyanın içinden karakterlerle incelemiştiniz. Her biri, çevremizde gördüğümüz -kaba tabirle- normal insanlardı. Âşıkları Bayramı’nda ise Anadolu’nun ortasında görev yapan bir avukatın yirmi beş senedir görmediği babasıyla çıktığı yolculuğu konu alıyorsunuz. Kıvanç Tatlıtuğ’un oynadığı karakter bana Gelecek Uzun Sürer (2011)’deki Gaye Gürsel’i hatırlatıyor nedense, bu sebeple iki film arasında istemsiz bir ilişki kuruyorum. Fakat bu filme politik demek doğru olmayacaktır. Toplumdan ziyade bireye odaklanan bir yapıt. Âşıklar Bayramı, izleyiciye bu açıdan baktığımda yeni değil ama farklı bir Özcan Alper sunuyor gibi. Bu düşünceye katılıyor musunuz?
Evet, daha önceki filmlerimde birbirini takip eden temalar mevcut, neredeyse bir üçleme gibiydi Sonbahar (2008), Gelecek Uzun Sürer (2011) ve Rüzgârın Hatıraları (2015). Türkiye tarihinin politik dönemlerinden yola çıkarak bu dönemleri bir karakter üzerinden, karakterin politikleşmesi üzerinden anlatmaya çalışan filmlerdi. Yakın zamanda festival açılışını yapıp sonra da gösterime gireceğimiz, Âşıklar Bayramı’ndan önce çektiğim Karanlık Gece’de tek bir karakter değil neredeyse bir kasaba üzerinden bir bölgeyi, bir coğrafyayı, bir ülkeyi temsilen bir linç hikayesi anlatılıyor. Âşıklar Bayramı’nda sadece iki birey üzerinden, baba-oğul ilişkisi üzerinden bir yolculuk filmi anlatılıyor. Haklı olabilirsiniz, diğer filmlerden farklı bir yerde durabilir. Ama tematik olarak bakıldığında, çok da uzak değiller. Geçmişle yüzleşme, özür dileme-dileyememe… Bütün bu temalar aslında filmlerimde olan temalar. Gelecek Uzun Sürer ile ilişkilendirmeniz enteresan, tabi ki filmlerim arasındaki tek yol filmi o. Yazar Kemal Varol roman ile ilgili söyleşilerinde, romanı yazarken benim Gelecek Uzun Sürer filmimi çok izlediğini söylemiş. Ben romanı uyarlamak istediğimi söylediğimde bu hikâyeyi anlatmıştı. Hatta, roman Diyarbakır’dan başlayıp Kars’a uzanıyordu fakat ben Gelecek Uzun Sürer’de o güzergahı kullandığım için hem tekrara düşmemek hem de aşıklığın kendi esas yeri olan Orta Anadolu’da olması gerektiğini düşünüp Kırşehir’i başlangıç olarak aldım. Politik veya politik değil meselesini çok bilemiyorum bazen açıkçası, Türkiye gibi bir ülkede bazen politik olan ne, politik olmayan ne. Âşıklar Bayramı daha çok Anadolu coğrafyasında çoğu zaman fark etmediğimiz iki birey arasındaki ilişkiye odaklanan bir film. Bazen biz yönetmenler çok farklı filmler de yapmak istiyoruz, yapmalıyız da bence. Ama Türkiye’de çok az film yapma imkanı buluyoruz. O yüzden maalesef arada farklı biçim ya da içerikte filmler yapamıyoruz da. Bu yüzden söylediğiniz çoğu şeyde haklı olabilirsiniz de çünkü ben filmler bittikten sonra izleyici ile baş başa kaldığını düşünüyorum.
Oldukça bireysel sayılabilecek bir konu hakkında çektiğiniz bir film Âşıklar Bayramı. Geçmişteki sert ve eleştirel dile sahip filmlerinizden bu açıdan görece daha farklı. Bir birey ve bir auteur olarak, iki farklı Özcan Alper için Kırşehir’den Kars’a; Yusuf ve Heves Ali ile birlikte nasıl bir yolculuk geçti? Hikâye sizi nasıl değiştirdi veya etkiledi?
Âşıklar Bayramı dediğiniz gibi bireysel sayılabilecek bir baba-oğul hesaplaşması ve bir babanın hayatına giren kadınlardan af dileme ve bağışlanma isteği üzerine bir film. Her ne kadar bir romandan uyarlama olsa da, hikâyenin uyarlanması ve senaryo konusunda yapmak istediklerimi yine de yapmaya çalıştım. Bu konuda sağ olsun Kemal Varol da çok açık görüşlüydü. Açıkçası evet, filmlerimde anlattığım hikâyelerle ilişki kurmayı da seven bir yönetmenim. Hatta öyle ki kendim o filmleri yaparken öğrenmeyi de önemserim. Özellikle mekân gezilerinde, sadece klasik bir mekân gezisinden çok o coğrafyadaki insanlar ve onların hikâyeleri ile temas kurmayı önemseyen biriyim. Âşıklar Bayramı’nı yaparken de filmin ötesinde farklı coğrafyalardan insanlarla, hikâyedekine benzer birçok ilişki kurdum. Hikâyelerini dinledim. Kırşehir’de Kapadokya’da çok değerli, sözlü tarih ile ilgilenen, müzik kayıtları yapan pek çok insanla tanıştım. Kars’ta, Dersim’de keza aynı şekilde. Açıkçası bir filme, sadece klasik bir film yaptım, çektim ve bitti gözüyle bakan biri değilim. Hatta öyle ki film öncesi bu süreçler, film yapmak ve yönetmenlik açısından bana çok değerli geliyor ve şanslı olduğumuzu hissettiriyor. O yüzden bu yolculuğun kendisi, yani Kırşehir’den Kars’a olan yolculuk, benim için de bambaşka bir yolculuktu. Pek çok yeni hikâyeler ve dostluklar biriktiriyorsunuz ve film yapmanın aslında bu tarafı da benim için çok önemli. Bunun film yapma motivasyonu açısından değerli olduğunu düşünüyorum. Hikâye beni nasıl değiştirdi derseniz, bazen hayatımızda çok büyük resimlerle uğraşırken de diğer taraftan kendi kişisel tarihimizle, hayatımızla ilgili küçük gibi gözüken şeyleri unutabiliyoruz. Aslında bence bu hikâyenin en güzel yanlarından biri de bu. Bu coğrafyada belki yetiştirilme biçimimiz belki de ülkedeki eğitim biçimi, kültürel geçmişlerimiz, aile yapılarımızın etkisiyle çok zor hesaplaşabiliyoruz. Film hayatın gelip geçiciliğini, hayatın her daim ölüme doğru gitmesini ama bütün bu gerçeklik içerisinde çok basit bir şekilde bazen sevdiklerimizden, bir dönem kalbini kırıp geçtiklerimizden özür dilemenin ne kadar kıymetli ve bunu becerebilmenin ne kadar değerli olduğunu da gösteriyor.
Âşıklar Bayramı, aynı zamanda bir dijital platform (Netflix) için çektiğiniz ilk film. Bu durum, çalışma şekliniz ve hikâye anlatıcılığınızda herhangi bir fark yarattı mı? Beyazperdeye ve dijital platformlara içerik üretmenin farkları neler?
Açıkçası ben de bu süreçte birçok şey öğrendim. Açık söylemek gerekirse senaryoya hiçbir şekilde karışılmadı. Daha çok yapımla ilgili, ve post sürecinde daha programlı ve hızlı bir süreç içerisine giriyorsunuz. Diğer filmlerimden daha hızlı bir şekilde çekimler tamamlandı, post prodüksiyon süreci de daha hızlı geçti. Daha farklı yapım biçimlerinde filmler yapmak, bizler için de değişikliğe yol açabiliyor. Bu bazen bir imkâna da dönüşebilir. Ama henüz başındayız açıkçası. Özellikle benim gibi tırnak içinde festival filmleri yapan birilerine, biliyorum ki onlarda temkinli yaklaşıyorlar. Burada çok fazla önyargıların rol aldığını düşünüyorum. Açıkçası beyaz perdeye yani sinemaya film yapmak, çok da kolay değildi. Çünkü nihayetinde festival yolculuğu sonrasında filmin seyirciye ulaşması biliyorsunuz ki bizde hep bir sorun teşkil etmekte. Buradan bakınca filmin küçük bir ekrandan da olsa dünyada milyonlarca seyirciye ulaşması da başka bir avantaj aslında. Sadece dijital platformların macerası da çok yeni aslında. Bir de Türkiye’de konumlanışları daha da farklı. Bu yüzden Türkiye’de daha çok öncesindeki sinemadaki anlayışa yakın filmler alınıyor. Oysaki şunu biliyoruz: İyi film var, kötü film var. Bu yüzden dijital platformların sinema departmanlarının farklı izleyici ve yönetmenlere de buradan bakmaları gerekiyor. Bu yüzden onların yapımına destek verip çok rahat festivallerde gösterilebilen sonra bu platformlarda yayınlanan ve bu şans tanındığında çokça izlenecek filmler de yapmak açıkçası mümkün diye düşünüyorum. Biliyorsunuz ki yurtdışında bu oluyor zaten. Türkiye’de de olmaması için bir neden göremiyorum.
Casting süreci nasıl gelişti? Kıvanç Tatlıtuğ ve Settar Tanrıöğen gibi önemli ancak filmografileri apayrı oyuncuların hikâyeye dahil oluşu nasıl gerçekleşti?
Açıkçası casting süreci bu filmin en kolay süreciydi. Baba-oğul hikâyesi olduğu için iki ana karakter ve yolda hikâyeye dahil olan oyuncular var. Senaryoyu yazmaya başladıktan sonra kafamda birkaç oyuncu belirdi. Kıvanç Tatlıtuğ da başından beri düşündüğüm bu isimlerden biriydi. Baba rolü için açıkçası başlarda romandaki gibi daha yaşlı birini düşünüyorduk. Fakat pandemi ve uzun yol çekimleri sebebiyle bunun çok mümkün olmayacağını gördük ve karakterin yaşını biraz daha küçültmeye karar verdik. Settar Tanrıöğen de bu süreçte ismini konuştuğumuz birkaç seçenekten biriydi. Settar Tanrıöğen ile görüştüğümüzde, rol üzerinde biraz kafa yorması gerektiğini ve oynayabileceğini hissettiği an rolü kabul edeceğini söyledi. Bir haftalık bir zaman yarattık ve gerçekten de dediği gibi karar verdikten sonra hızlı bir şekilde Heves Ali olabilmek için elinden gelen her şeyi yaptı. Kıvanç da aynı şekilde rolle ilgili istediğimiz bütün değişikliklere çok açıktı. Bu anlamda sanırım iki oyuncu açısından da çok şanslıydım. İkisiyle de çalıştığım için çok mutluyum.
Lokasyon seçimleri konusunda da oldukça incelikli bir çalışma yürütüldüğü apaçık. Bu süreçten bahsedebilir misiniz?
Lokasyon seçimlerine filmlerimde ekstra bir önem veririm çünkü filmlerde karakterler kadar mekânın kendisini de bir karakter olarak görmeyi ve kullanmayı önemserim. Romandan farklı olarak, filmin başlangıcını Kırşehir’e aldıktan sonra direkt o bölgeye gitmeye başladım. Sonrasında oradan Kars’a kadar bir yol güzergahı düşünmeye başladım. İki farklı alternatifli yollar vardı fakat hikâyeye uygun olarak, tek tek mekânlara yolculuk yaparak, detaylı uzun yolculuklara çıkarak ve hatta senaryoya göre birtakım eklemeler çıkarmalar da yaparak bir çalışma yaptık. Son olarak görüntü yönetmenim Firar Güney Kayran ile detaylı bir yolculuk yapıp bazı elemelerden geçirerek son mekanlara karar verdik.
Son olarak şunu sormak istiyorum: Yusuf ve Heves Ali’nin çarpık baba-oğul ilişkisini kurarken sizlere ilham kaynağı olan filmler nelerdi?
Baba-oğul ya da ana-oğul temaları sinemada çokça karşımıza çıkan temalar biliyorsunuz. Ama açıkçası direkt bu film için ilham olan şöyle bir film oldu diyemem. Aslında, şöyle bakıp düşününce Yılmaz Güney’in Sürü (1979) filmine de bir baba-oğul filmi diyebiliriz. Baba-oğul teması taşıyan, iyi bir sinema örneği olarak Andrey Zvyagintsev’nin Dönüş (2003) filmini de söyleyebilirim. Bu iki film dışında açıkçası şu an aklıma gelen bir film yok.