Adana Büyükşehir Belediyesi tarafından bu yıl 12-18 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek olan 29. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali tüm hızıyla devam ediyor. 29. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali, bu yıl ulusal, uluslararası alanda uzun metraj kurmaca, belgesel ve kısa metraj olmak üzere birçok filmi seyirciyle buluşturuyor. Dünya sinemasından filmlerin Türkiye prömiyerini yaptığı, yerli filmlerin birçoğunun da dünya prömiyerini yaptığı seçki ilgiyle karşılanıyor. Fil’m Hafızası olarak festivali sizler için izliyor ve izlenimlerimizi paylaşıyoruz.
Au hasard Balthazar
“Doksan dakikada insanlık tarihi”
Jean-Luc Godard
Godard’ın bu sözlerle tanımladığı Au hasard Balthazar, gerçekten de insanlığı en net haliyle tanımlayan filmlerden biri. Balthazar isimli bir eşeğin, doğduğu andan ölümüne kadar yaşadıklarını mercek altına alan film, aynı zamanda bu sürece, büyüme sancıları yaşayan Marie isimli bir genç kızı da ortak eder. Bresson, insanlığın bir hayvana ve bir kadına nasıl yaklaştığını gözler önüne sererken çekildiği zamanın çok çok ötesinde bir görüş dile getirir.
Elbette Bresson, dile getirdiklerini sadece Balthazar ya da sadece hayvanlar üzerinden okumamızı istemiyor bu filminde. Aslında filmin isminde de olduğu gibi Balthazar, rastgele biri olabilir. Balthazar, zulüm gören, aşağılanan, hor görülen, yaşam hakkı, umutları elinden alınan tüm canlıları temsil eder aslında. Öncelikle de hayvanları, kadınları, çocukları… Zira Bresson, filmdeki kötülüğün temsili olarak bir erkeği seçer.
Müzik kullanımını pek de benimsemeyen Bresson’un bizi Schubert’in piano sonatı ile ihya ettiği Au hasard Balthazar, yönetmenin diğer filmleri gibi minimalist tavrından asla ödün vermiyor yine de. Anne Wiazemsky bu ilk deneyiminde tam da Bresson’un istediği gibi donuk oyunculuğuyla harikalar yaratıyor. Özellikle Marie ile Balthazar’ın birlikte oldukları sahnelerin muazzamlığına paha bile biçilemez. Ellere odaklanma konusundaki takıntısı ayyuka çıkan Bresson’un bu filmde ayakların cazibesinden de kendini alamadığı hemen anlaşılmakta. Özellikle de Balthazar’ın çile çeken ayakları gözümüzün ödünden gitmez asla.
Alterity (2011)
Video yerleştirme, heykel, anamorfik çizimler yapan çok yönlü bir sanatçı olan Ergin Çavuşoğlu, Alterity‘de (2011) Robert Bresson’un başyapıtı Au hasard Balthazar’a (1966) doğrudan bir saygı duruşunda bulunur. Türkiye’de bir mekânda çekilen görüntüler, Çavuşoğlu’nun maharetiyle büyüleyici bir video yerleştirme işine dönüşür. Kısa film ile video art arasında bir yerlerde duran Alterity, siyah-beyaz ve sessiz bir şekilde var eder kendini. Bresson’un Au hasard Balthazar’da kullandığı (Piano Sonata No.20 in A Major, II. Andantino (D. 959) Written by Franz Schubert Performed by Jean-Joël Barbier) müziği aynen kullanılması da seyirciyi Au hasard Balthazar evrenine taşır. Bir eşeğin bir yandan çocukların oyuncağı, bir yandan yetişkinlerin şiddet uygulamaktan çekinmediği ve yük taşıttıkları bineği, diğer yandan ise gençlerin arzularına hizmet edecek bir istismar aracı olarak kullandıkları hayatı gözler önüne serilir.
Bir yandan boynundan hiç çıkmayan ipi ve sırtından hiç inmeyen semeri taşımak zorunda kalan, diğer yandan ise kalabalığın içinde her zaman yapayalnız olan eşeğin hazin hayatı en az Bresson’un Au hasard Balthazar, filmiyle aynı etkiyi yaratır. Nefes kesen kırsal ve engebeli doğa manzaralarına karşı gerilim yüklü bir ahlak ve ihanet hikâyesinde eşeğin hayatı ile özdeşleştirilen genç kızın hayatı yok sayılmıştır.
EO
Aktör, yazar, şair, tasarımcı, yönetmen, ressam… İsminin başına konulacak unvanların çokluğuyla öne çıkan Polonyalı Jerzy Skolimowski, tüm bunların yanında ilerleyen yaşına rağmen üretmeye, ürettiği işlerle övgüler toplamaya devam ediyor. Son yapıtı EO (2022), prömiyerini yaptığı bu yılki Cannes Film Festivali’nin en yenilikçi filmi olarak görüldü. Cannes’da Jüri Özel ödülünü Felix van Groeningen ve Charlotte Vandermeersch imzalı Le Otto Montagne (2022) ile paylaşan EO ile Skolimovski, gençlere taş çıkartacak bir hamle yapmış oldu. Büyük usta Robert Bresson’un başyapıtı Au hasard Balthazar’ın (1966) bir yeniden uyarlaması olarak nitelendirebileceğimiz EO, tıpkı Bresson’un o gün yaptığı minvalde bir hamleyle sinemada yeni bir yol açıyor. Bir anlamda belli bir alana sıkışıp kalmış gençlere yol gösteriyor.
Sirkte sömürülen bir eşeğin sahne performansıyla başlayan film, EO’nun mezbahaya katledilmek üzere ölüm yolunu adımlayan hayvanlara karıştığı an ile son buluyor. EO, tüm bu süreçte kimi zaman iyi, kimi zaman da kötü niyetli kişilerle karşılaşıyor. Sirkten at eğitilen (işkence edilen) bir haraya oradan bir barınağa, barınaktan kesime götürülen atlarla zorlu bir yolculuğa, yolculuktan bir grup taraftarın maskotluğuna, hayvan çiftliği ya da deney yerleri gibi zulüm merkezlerine kadar birçok yere sürükleniyor. Kiminde sevilip kutsanırken kiminde hunharca sömürülüp acı çekiyor. En önemlisi ise EO’nun, iyi ve kötü niyetli insanlar tarafından hep kullanılması oluyor. Kimi günah çıkarmak kimi de öfkesini yönlendirmek, para kazanmak, yalnızlığını paylaşmak için yaklaşıyor ona. Günün sonunda kimse gerçekten onu düşünerek yaklaşmıyor. Çekimler boyunca setteki birçok kişinin et yemeği bıraktığı, hiçbir hayvana zarar verilmediğinin teyit edildiği filmin, kulağını verenlere çok şey söylediği muhakkak. Bu anlamda EO, Au hasard Balthazar’ın yaptığının da fazlasını yapan oldukça başarılı bir örnek. Lakin Adana’daki gösterimde izleyicilerin yarısından fazlasının bir eşeği başrolde izlemeyi, eşeğin gözünden hem türlerinin yaptıklarını görmeye tahammül edemediği, bir anlamda gerçeklerle karşılaşmayı hazmedemediği için salonu terk etmesi gibi bir gerçekle karşı karşıyayız.
Yaban
41. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde ilk gösterimini yapan ama ulusal yarışmadan eli kolu boş dönen Yaban (2022), bu kez şansını 29. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde deniyor. Afganistan doğumlu Tareq Daoud’un yönettiği, Türkiye-İsviçre-Fransa ortak yapımı olan, İngiliz Amira Casar’ın başrole hayat verdiği Yaban, bir ilk filmin tüm acemiliklerini taşıyor. Daoud, sunduğu gerilimi, delirme durumunun yarattığı psikolojik baskıyı seyirciye tam olarak geçirmekte sorun yaşıyor. Kızının velayetini boşandığı kocasına kaptıran Claire’in kızını kaçırmaya çalışmasını, bu uğurda kaçak yollardan sınırı geçme çabalarını anlıyoruz. Ama kızıyla birlikte herkesten ve her şeyden uzaktaki derme çatma bir kulübede bekleyen Claire’nin delirme sürecine bir türlü ikna olamıyoruz. Başta kızını yanına alabilmek için en zoru yapmaktan çekinmeyen, ayakları yere sağlam basan, güçlü bir kadın profili çizen Claire’in nasıl birdenbire her şeyin ucunu kaçıracak kadar büyük bir hezeyanın içine girdiğini anlamak mümkün değil.
Aslında çıkış noktası, mekân kullanımı, kadın hikâyesi anlatması gibi konularda doğru bir başlangıç yapan filmin tüm bunları nihayete erdirmekte güçlük yaşaması yerli sinemanın sürekli yaşadığı sorunlardan biri. Daoud da dışarıdan bir göz olarak bu tuzaktan kurtulamıyor ne yazık ki. Yine de başkaraktere hayat veren Amira Casar’ın oyunculuğu bir nebze filmin seyrini mümkün kılıyor. Casar tarafından hayat bulan Claire’in, Roman Polanski’nin başyapıtlarından Repulsion’daki (1965) Carol’ın yaşadığı hezeyanları akla getirmesi her ne kadar kâğıt üstünde heyecan verici olsa da aynı etkiyi yaratamıyor.
Tuba BÜDÜŞ
Angels of Sinjar
Ezidi halkının IŞİD terör örgütü tarafından uğradığı soy kırımı anlatan belgesel, dünya üzerindeki hegemonyayı ve eşitsizlik kavramlarını insan hakları için mücadele eden Hanife’nin gözünden bize aktırıyor. Kaçırılan ve tecavüze uğrayan kardeşlerini bulup evlerine geri götürmek için babasına verdiği sözün motivasyonu üzerine kurulan film, tam anlamıyla hakikatin beyaz perdeye aktarılmasından oluşuyor. Üstelik arşiv niteliği bakımından gerçeği birebir yansıtan görüntülere sahip. Kadraja giren her birey yaşadığı derinlemesine acıyı hâlâ ilk günkü tazeliğinde hissediyor.
Orta Doğu coğrafyasına ışık tutan Angels of Sinjar (2022), esasen kayıp ve tutsak ailelerini bulmak için yolculuğa çıkan ve binbir zorlukla mücadele eden bir takım aktivistin başından geçenlere odaklanmaktadır. Ezidi inanışına göre Tanrı bir inci yaratır ve onu taşıması için Anfar adlı kuşu görevlendirir. İnci parçalanıp yeryüzüne yayılır ve yaratılan yedi melek dünyanın farklı yerlerinde görevlendirir. Adını bu güçlü melek metaforundan alan belgesel, tam da anlamına yakışan bir saygı duruşla dünyanın öbür ucuna dağılan ailelerini toplamak için görevlendirilen Hanife imajıyla buluşur. Ailesindeki her bir bireyi inci tanesi kadar değerli gören genç kadın, çıktığı bu ölümcül yolculuktan asla pes etmez. Her şeyini kaybeden Ezidi’lerin yaşamak için artık tek bir gayesi vardır: Ailelerine kendi topraklarında kavuşmak.
Sick of Myself
Sick of Myself (2022), ismiyle müsemma olarak narsist bir kadının ilgi çekmek üzere girdiği çeşitli uğraşları ele alıyor. Thomas ile olan ilişkisi yolunda gitmeyen Signe’nın (Türkçe karşılığı: işaret), karmaşık bir psikolojiye bürünerek popüler olmak için türlü yollara başvurması anlatılıyor. Kristoffer Borgli imzalı 2022 yapımı olan film, dramatik bir malzemeyi çeşitli komedi unsurlarıyla harmanlıyor ve bu sayede seyirciyi kendine çekiyor. Filmde korku unsurlarının da yer almasına rağmen durumun absürtlüğü, sahneleri hafifletiyor ve neler olacağına dair merakın sürekli canlı kalmasını sağlıyor. Bireyselliğin, kariyerin, arkadaşlığın, aile yapısının ve vicdanın çeşitli sorgulamalarını yapan film; derin sosyolojik gözlemler ve olguları eğlenceli bir şekilde ele alıyor. Böylece filmin, her karesi canlı bir hâl alıyor.
Yönetmenin aynı zamanda senaryosunu da yazdığı bu filmde; dramatik yazarlığın tüm incelikleri sergilenerek geniş bir metafor ve zengin içerik sunuluyor. İnsanlık hâlleri, hayallerin ve gerçeklerin gerek flashbackler, gerek de hayali sahnelerle ele alınıyor ve bu da samimiyeti artırıyor. Film, 75. Cannes Film Festivalinde “Un Certain Regard” seçkisinde yer almıştır.
The Stars at Noon
Claire Denis’nin 75. Cannes Film Festivali Büyük Ödülü sahibi filmi The Stars at Noon (2022), Nikaragua devriminin alevlendiği döneme ışık tutan uyarlama bir eser. Ancak uyarlandığı romanın aksine Nikaragua iç karışıklığı yerine tüm dünyayı etkisi altına alan büyük bir sorunu da beraberinde işliyor: Covid-19
Maskelerle ve Covid önlemleriyle başlayan hikâye Amerikalı genç bir gazeteci olan Trish’in topraklarına dönmek için verdiği mücadeleyi konu ediniyor. Kendisine kurtarıcı olarak seçtiği kişi ise Trish’ten daha gizemli olan İngiliz bir iş insanı. Yalanlar, komplolar, ayaklanmış bir halk üçgeninde ilerleyen aksiyon, bu ülkeden kaçmak için birbirine güvenmek zorunda kalan iki gizemli âşığın hikâyesine odaklanıyor.
Otuz dört yıl aradan sonra filmini Cannes’a gönderen Denis, büyük ödülün sahibi olarak kendisini festivalde görmeyi özleyenlere büyük bir sürpriz yapıyor. Kitap uyarlaması bir filmi bu denli sistematik bir yatkınlıkla işlemek hâlihazırda alıştığımız ve güvendiğimiz Claire’in güvenli kıyısında bizleri yüzdürüyor. 1984 dönemine ait bir sorunu günümüz dünyasına uyarlayan ve o döneminin buhranını modern çağda pandemi alegorisiyle eşleştiren simgesel bir bakış sunuyor. Sokağa çıkma yasakları, ülkelerarası ulaşımın kısıtlanması, karakterlerin sınırlarda sıkışıp kalmaları klostrofobik bir anlatıyla destekleniyor.