Bu yıl 29. Adana Altın Koza Film Festivali Ulusal Belgesel kategorisinde yarışan Bakırköy Underground filmi hakkında yönetmen Berkay Şatır ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Keyifli okumalar.
Bakırköy Underground, seyirci gösterimini gerçekleştiren bir film ve gösterim yolculuğuna devam ediyor. Adana Altın Koza Film Festivali’ne kadar uzanan bu süreçte filminiz nerelerde belgeselseverlerle buluştu?
Bakırköy Underground‘ın ilk gösterimini 15. Documentarist Istanbul Belgesel Günlerinde gerçekleştirdi. Sonrasında Müze Gazhane’nin Müzik Belgeselleri II seçkisi kapsamında bir özel gösterimi yapıldı. Şimdi ise Altın Koza’da üçüncü kez seyircisiyle buluştu.
Gözlemlediğim kadarıyla genelde olumlu tepkiler alıyorsunuz, katıldığınız festivallerde ve gösterimlerde seyirci tepkisini nasıl buldunuz; hayalinizdeki seyirci olgusuyla eşleşiyor muydu?
Genelde olumlu tepkilerle karşılaştığımızı ve belgeselin ilgi çektiğini söyleyebilirim. Özellikle bir seyirci profili hayal etmemiştim; ancak bir profilin ortaya çıktığını gözlemleyebiliyorum. Genelde genç bir yönetmenin ilk filmini merak eden ilgili izleyiciler ya da Bakırköy’de veya başka illerde, semtlerde underground müzik kültürüyle ilgilenmiş bireyler gösterime katılıyor. Gösterimlerde underground müzikten filmin biçimsel tercihlerine ve filme dahil olan çocukluğuma kadar geniş bir skalada soru-cevaplar gerçekleştirdim.
Bakırköy, film bilgisinde paylaşıldığı üzere bir “kurtuluş yeri” olarak adlandırılmış. Sizin için bu kurtuluş tam anlamıyla neyi ifade ediyor ya da neyden kurtulmayı hedefliyor?
Bakırköy’ün bir kurtuluş yeri olarak vurgulanması filmdeki röportajların birinden alınan bir cümle. Bakırköy’ün kentteki konumuyla alakalı. Bakırköy, tarihi Bizans’a dayanan çok eski bir merkez, yani köklü bir yerleşim alanı. 20. yüzyıldaki yoğun iç göçle beraber, on yıllar içerisinde çevresinde yepyeni yerleşim alanları kurulmuş. 1992 yılında bu yerleşim alanları ilçe olarak Bakırköy’den ayrılmış ve bugün Bahçelievler, Güngören, Bağcılar ilçeleri ortaya çıkmış.
Bakırköy’de bir müzikal altkültürün ortaya çıktığı 80’lerin sonlarından itibaren çevreden Bakırköy merkezine toplanmaya gelmek organik bir kentsel hareketlilik olarak süre gelmiş. Yani çevre semtlerde oturan gençlerin Bakırköy’de buluşup birbirlerini, kendi benzerlerini bulmaları benim kişisel deneyimimin ötesinde çok eskiye dayanıyor. Bugün her ne kadar sosyalleşme biçimleri sosyal medyanın etkisiyle değişmiş olsa da çevre ilçelerden Bakırköy’e gelme eylemi devam ediyor. Çevre semtlerin sunmadığı özgürlük, sosyalleşme, kendini ifade etme ihtimallerini Bakırköy sunuyor diyebilirim. Oralarda kabul edilmez olan Bakırköy’de kabul edilir olabiliyor. Çevre semtler ile Bakırköy arasındaki sosyo-politik farkların sebep olduğu bir durum bu. Yani, kurtululan şey sıkışmışlık, kurtuluş ise kendin olma, kendini ifade etme.
Yeraltı gruplaşmaları ve underground kültürü ele alırsak bu tarzı biçimlendiren şey nedir? İnsan neden popüler toplumdan kendini soyutlar ve alternatif bir sığınak arayışına girer?
Bu sorunun cevabının on yıllar içerisinde değiştiğini düşünüyorum. 90’larda metal; punk, hardcore müzik Türkiye’de bir altkültürdü. 2000’lerde ise popüler kültürün bir parçası hâline geldi. Benim bu müzikle tanışmamdaki en etkili mekânlardan biri Kirke’ydi: üç katlı bir metal giyim mağazası. Bakırköy’ün merkezinde 2007-2011 yılları arasında böyle bir mekânın var olabilmesi dahi bize popüler kültüre dair bir şeyler söylüyor. Şu an ise elektronik ve hip-hop müziğin dominasyonunun yanında yeniden altkültür niteliği taşıyor. Frozen Clouds, Kozmik Yıkım, Hedonistic Noise gibi birçok yeni grup oldukça aktif bir şekilde üretiyor son yıllarda. Tüm bu on yıllarda müzikal altkültürlerin üyeleri çok merkezi alanlarda bir araya gelmiş durumda. Yani underground olmak, göz önünde olmamak anlamına gelmiyor. Dolayısıyla soyutlanmanın sadece ana akım ifade ve yaşam biçimlerinden bir soyutlanma olduğunu düşünüyorum.
Popüler kültürün, geleneksel yaşam tarzlarının, ana akım ifade biçimlerinin tek yol olmadığı çok açık. Popüler olan sizi tatmin edecek bir ürün sunmadığında alternatif akım ortaya çıkıyor. Alternatifin ortaya çıkması da ancak üretim yoluyla gerçekleşiyor. Underground topluluklarda tüketici ile üretici çok daha iç içe geçtiği için de ifade biçimleri ile yaşam biçimleri de iç içe geçiyor.
Underground’ı tanımlamak ve sınırlarını çizmek çok zor bir iş, özellikle de sürekli şekil değiştiren, erişilebilirliğinin seviyesi değişen bir olgu olduğunu düşünürsek. Üniversiteden arkadaşım Kerem Yalçıner, Türkiye’de “Underground” hakkında çok değerli bir master tezi yazdı; Underground’ı tanımlamanın güçlüğünden ötürü sürekli tırnak içerisine alarak kullandı bu kavramı.
Karakterlerimiz; müzik zevklerimizden okuduğumuz kitaplara, hatta izlediğimiz filmlere kadar bize yolculuk eden bir gerçeklik. Toplum genelinde yıllardır süre gelmiş punk kültürü neden sadece amiyane tabirle serseri kesime atfediliyor? Oysa eğitimli, görece kültürlü, lisans sahibi birçok kesim de entelektüel bir hazla heavy metal ve hiphop gruplarıyla kolaylıkla ilişki kurabiliyor.
Karakterlerimizle tükettiğimiz kültür ürünlerinin çift yönlü bir diyalog içerisinde oldugunu düşünüyorum. Yani izlediğimiz filmler, dinlediğimiz müzikler, okuduğumuz kitapların karakterimizin kurulumunda çok büyük bir etkisi olduğuna inanıyorum. Bu tercihler zamanla birikerek perçinleniyor ve sonraki tüketim ürünlerimize dair tercihlerimizi etkiliyor.
Punklığın, metalheadliğin serserilere atfedilmesi biraz altkültür popüler kültür zıtlığından ortaya çıkan bir durum, ki bence günümüzde çok büyük bir geçerliliği yok. Artık herkesin her şey ve hiçbir şey olduğu bir dönemdeyiz gibi geliyor. Bu tarz üst kimlikler arasındaki sınırlar belki bir on yıl öncesinde çok daha keskindi ama şu an çok muğlak, ve bence böylesi daha iyi. Punk veya metal müzik dinlemek tamamen kişisel beğenilerle alakalı şeyler. Sokakta kendini ifade etme biçiminizin bu müzik tarzları ekseninde olması da öyle. Altkültürün bir parçası olmak eşittir serseri olmak anlamına gelmediği gibi orta sınıf bankacı yalnızca Tarkan dinler anlamına da gelmiyor. Bilgiye erişimin her zamankinden daha kolay olduğu bu çağda estetik beğenilerin sınıfsal karşılığının keskin hatları kalmadı.
Bakırköy Underground’ı daha yakından tanımak isteyenler için bir devam sorusu yöneltmek istiyorum; belgeselinizde Art Diktatör grubunun kurucularından Hakan’ın çok değerli bir sözü var: “Zaman akıp gitti, ortada pek bir şey yok.” Bu cümle bir yetişkinlik sitemi mi, yoksa genel bir memnuniyetsizlikten mi ibaret?
Bu cümleyi bağlamıyla birlikte ele almak gerekiyor. Hakan Nurcanlı’nın bu sitemi 90’larda çok hareketli bir sahne olmasına rağmen bugün Bakırköy’de bu kültür ve bu müzik adına hiçbir şey kalmamış olmasına yönelik. Şehrin sürekli değişen yapısıyla, kültürün değişen yapısı birbirine çok acı bir şekilde eşlik ediyor. 90’lardan günümüze neredeyse hiçbir mekânın kalmaması, Bakırköy’de zamanında çok güçlü bir şekilde yeşermiş bir sahnenin birkaç fotoğrafa ve sözlü tarihe sıkışmasına sebep oluyor.
Benim filmimin de bir alt başlığı mevcut, “bir altkültürü hatırlamak”. Yani Bakırköy Underground, çoktan yitip gitmiş bir kültürün geçmişine ve bugünkü kalıntılarına bakıyor. Elbette filmimin Bakırköy tayfasını tüm üyeleri ve tüm detaylarıyla ele almak gibi bir iddiası yok, bunu da belirtmem gerekiyor. Benimkisi çok daha kişisel referans noktalarından ortaya çıkmış öznel ve sınırlı bir bakış. Bakırköy’deki metal topluluğunun tarihiyle kendi çocukluğumu ve Bakırköy’ün bu gününü harmanlıyorum.
Filmin üzerinde durduğu retrospektif hava bana kalırsa çok başarılı bir şekilde ilerliyor. Yaşları daha büyük kişiler zaman zaman gençlerin idolü olmuştur. Hepimizin hayranlık duyduğu büyükler elbette vardır, hâlâ varlar. Bu hususta en etkilendiğim konulardan biri de metalciler arası hiyerarşi oldu. Dede-torun ilişkisi olarak adlandırılan bu yapılanma tam olarak nedir ya da neyi temsil ediyor? Bu yapılanma sınıfsal mı?
90’lar Bakırköy metal tayfasında dede-torun bir hiyerarşik sistem; ancak kendi içersinde sınıfsal farklara dayanan bir derecelendirme yok. Bakırköy merkezi konumundan ötürü hem ekonomik olarak orta-üst sınıfta kalan Yeşilköy, Florya gibi semtlerden kişilerin geldigi, hem de daha alt sınıfta kalan Bağcılar, Güngören gibi semtlerden kişilerin geldiği bir alan. Bu kişiler aynı tayfanın içerisinde bir ekonomik sınıflandırma bulunmadan yer alıyorlar. Bu dede-torun sistemi daha çok yaş almaya ve tecrübeye dayalı. Tayfaya torun olarak giriyorsun, büyüdükçe kıdem atlıyorsun ve dede oluyorsun. Dedelerin torunlara sözü geçiyor ve bir tür çıraklık gibi dedeler torunlara çeşitli işlerini yaptırıyor.
Filmim retrospektif yapısından dolayı film bu konuyu yalnızca açıyor; ancak neden böyle bir sistemin var olduğunu incelemiyor. Sistem kendi içerisinde sınıfsal olmamasına rağmen, sistemin var olmasının sınıfsal bir dayanağı olduğunu düşünüyorum. Tecrübeyi esas olan bir tür ılımlı feodalite; usta-çırak, abi-kardeş benzeri bir örgütlenme biçimi
Konumuz, aslında geniş açıdan bakarsak İstanbul. Yakın markajda ise Bakırköy’e odaklanıyoruz. Belgeselinize konuk olan birçok kişinin de söylediği gibi aslında “bizim gibi”lerin sığına olan bir yeri derinlemesine anlatıyorsunuz; ancak aynı kültürden beslenen Kadıköy, Taksim, Bakırköy kitleleri de bu üçgeninde içinde konumlanabiliyor. Yine belgeselinizde geçen bir diyalogu ele alırsak Bakırköy’de kolektif bir bilincin hâlâ oluşamamasının en önemli sebebi nedir? Neden inandığımız değerler şu an eski popülerliğini koruyamıyor?
Kültürün bir temsiliyet meselesi oldugunu düşünüyorum. Benimsenmiş öğretilerin temsil edilmesi ile kültürel değerlerin görünürlüğü ve günlük yaşama dahiliyeti gerçekleşiyor. Temsil edenlerin artık etkin olmadığı bir noktada ise kültürün gündelik yaşamdaki yeri sekteye uğruyor. Bugün Bakırköy’de 90’larda ve bir miktar 2000’lerde olan bir underground kültür temsilinin olmaması Bakırköy’de artık önceden olan kilit toplanma alanlarının olmaması ile ilişkili. Hâlâ birkaç stüdyo, kafeler ve dövmeciler var ancak bu mekânlar kültürel değil işlevsel nitelikler üstleniyor. Önceden topluluklar mekân ekseninde bir araya gelirken bugün bu mekânların kalmamış olması bir araya gelme ihtimalini ortadan kaldırıyor. Öte yandan günümüzde iletişim modelleri de değişti. Önceden fiziki mekânlarda bir araya gelmek kendi benzerini bulmak için bir şartken, artık sosyal medya bu ihtiyacı karşılayabiliyor. Dolayısıyla yakınındaki merkeze gidip benzerini bulmak bir zorunluluk olmaktan çıkmış durumda.
Bakırköy’le Kadıköy ve Taksim gibi merkezler arasındaki en büyük fark, Bakırköy’de konser verilebilecek ve içki içilebilecek bir barın hiçbir zaman var olmamış olmasıdır. Önceden de Bakırköy tayfası konser vermek için Beyoğlu’na gidermiş, bugün de bu durum böyle. Filmimde yer alan üç konser de Beyoğlu’nda farklı mekânlarda çekildi. Önceden insanlar Bakırköy’de bir araya gelip birbirlerini tanıyıp konserler için şehrin farklı noktalarına giderken, bugün ne tanışma ne de konser alanı kalmayınca kolektif bir bilinç de oluşamıyor.
Fatih Akın’ın İstanbul Hatırası (2005) filminden oldukça etkilendiğinizi söylediniz. Bildiğiniz üzere filmin yan başlığı da Köprüyü Geçmek. Müthiş bir metafora sahip. Belgeselinizde yer yer ilk dönem Fatih Akın imajları hissediliyor aslında. Bu anlatıyı bilinçli olarak mı tasarladınız, yoksa organik bir şekilde mi gelişti?
2008’de henüz on dört yaşındayken bu filmde de yer alan ilk görüntülerimi Fatih Akın’ın İstanbul Hatırası‘ndan etkilenerek çektim. Onun İstanbul icin yaptığını ben de Bakırköy için yapabilirim diye düşündüğüm bir ilk ergenlik hevesiydi. Ardından on yıl sonra bu projeye geri döndüğümde sinema bagajım çok daha fazla doluydu ve yıllar içerisinde gelişen beğenilerimi filme aktarmaya çalıştım. Yine de Köprüyü Geçmek‘te hayran kaldığım o doğallık ve sokak ruhu hem kendi beğenilerimde hem de filmimde yerini korudu. 2008’deki çekimler her ne kadar savruksa güncel çekimler de o kadar savruk ve neredeyse kalıp dışı.
Özellikle Fatih Akın’ın izini takip edeyim diye bir gayem olmadı. Yapmaya çalıştığım şey filmin konusuna, kentin dokusuna ve ele aldığım müzik türlerine uygun ve izlediğimde benim de hoşuma gidebilecek bir biçim yaratmaya çalışmaktı.
Köprüyü Geçmek’e geri dönücek olursak Bakırköy Underground’ı bir köprü olarak ele alırsak karşı karşıya duran iki Berkay arasında nasıl bir fark görüyorsunuz, olmak istediğiniz köprünün karşısında duran bir Berkay daha var mı?
On dört yaşında ilk cekimlerimi yaparken henüz belki daha ne anlama geldiğini tam olarak bilmeden yönetmen olmak istiyordum. Aradan geçen zamanda çok fazla farklı şey yaptım. Kültür sanat kurumlarında, platolarda çalıştım, akademide ilerledim. Yani bir süre savrulup yolumu bulmaya çalıştıktan sonra bugün ilk hayalim olan yönetmenliği gerçekleştirmenin mutluluğunu yaşıyorum. Şu an hem Galatasaray Üniversitesi’nde sinema alanında bir akademisyenim hem de film üretmeye çalışıyorum ve bunun böyle devam etmesini diliyorum. Karşı karşıya duran Berkay’lar geçmiş gelecek ve bugünün Berkay’larıysa, şu an barışık durumdalar.
Biraz da imgelem olarak ilerlemek istiyorum. Açıkcası o kadar fazla üzerine konuşulacak konu var ki; bu röportaja sığdırmamız imkânsız görünüyor. Ben size bir kelime söylesem, onun sizdeki karşılıklarını ifade etseniz;
Eloy Hakan: Bakırköy’de böyle bir underground kültürün başlamasındaki en önemli isimlerden biri. Sattığı çekme kasetlerle ve açtığı Eloy Kafe ile topluluğun oluşmasında çok etkin bir rolü var.
Kirke: Benim için her şeyin başladığı yer. Kirke’nin önünde saatlerimi geçirdim. Yapacak hiçbir şeyim olmadığında dahi çıkıp Kirke’nin önünde otururdum. Güzel tişörtler aldım. 2008’deki ilk çekimlerimi Kirke’de yaptım.
Cem Karaca: Bakırköy denince akla gelen en önemli isimlerden biri. Bakırköy Underground, Cem Karaca ile açılıyor, “Buyrun Bakırköy’ü bir de yukarıdan temaşa edelim” diyor. Bu cümle onun huzurunda bir anlatı izliyoruz gibi bir izlenim yaratıyor bende.
Ağrı Dağından Uçtum: Filmde bu şarkıyı söyleyen gençlere tamamen şans eseri denk geldim. Bakırköy sahil üst geçitinden kameramla geçerken bir anda karşıma çıktılar. Film yapmanın bazen tamamen şans ile alakalı olduğunu hatırlatan kimi anlardan.
Punk is Not Dead: Çocukken metalciden çok punkçıydım ama etrafım metalcilerle sarılıydı. Bakırköy’de metal tayfasını takiben çok güçlü bir punk tayfası da ortaya çıkmış. Benim filmim bu topluluğa değinmiyor.
Son olarak Bakırköy Underground’ı festivalde izleme şansı yakalayamayanlar için soruyorum: Filminizi en yakın tarihte nerede izleyebiliriz?
Bakırköy Underground, Başka Sinema’nın Evde Festival seçkisi kapsamında 16-25 Eylül tarihleri arasında çevrimiçi erişime açık olacak. Filmi Başka Sinema’nın platformu üzerinden izleyebilirsiniz.