Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış kategorisinde uluslararası prömiyerini yapan ve Queer Palmiye adaylığı alan Kurak Günler, 2022 yılının en çok beklenen ve vizyona girmesiyle en çok ses getiren yapımı oldu. Antalya Altın Portakal’da “En İyi Yönetmen” dahil sekiz ödül; Ankara’da “En İyi Film” dahil altı ödül kucaklayan yapım, taşrada gerilim dolu iki saat vadetmekte. Yönetmen koltuğunda Tepenin Ardı (2012), Abluka (2015) ve Kız Kardeşler (2019) filmlerinden tanıdığımız Emin Alper var.
Çiçeği burnunda savcı Emre, su krizi soruşturmasıyla kendisini Yanıklar isimli kasabada siyasi bir çatışmanın içinde bulur, aynı zamanda kasabanın az gelişmişliğiyle mücadele etmek zorunda kalır. Esasında Anadolu’nun gelişmemiş bir ilçesine atanan savcı, öğretmen veya memur hikâyeleri alışık olduğumuz ve yerli sinemanın yanı sıra Erken Cumhuriyet döneminden beri edebiyatın da işlemeyi sevdiği bir konu. Bu bağlamda filmi nasıl konumlandırabileceğimizi tartışabiliriz ve filme geçmeden önce merkez-taşra geriliminin teorik çerçevesinden söz edebiliriz.
İlk kez Edward Shils tarafından toplumu analiz etmede kullanılan merkez-çevre teorisi, sosyolog Şerif Mardin tarafından Türkiye’nin toplumsal yapısını açıklamada kullanılmıştır. Mardin, bütünleşme sorunlarının temelinde, Osmanlı’nın toplum yapısında yer alan merkez-çevre geriliminin yattığını söyler. Mardin’e göre Osmanlı’daki yöneten-yönetilen/ seçkinler-halk/ merkez-çevre arasındaki kültürel farklılık, modern Türkiye’ye miras kalmıştır. Cumhuriyet’le gelen çağdaşlaşma ve hukuku reforme etme girişimleri, asırlar boyunca geleneksel yapısına sıkı sıkı sarılan ve Mardin’in “çevre” olarak tanımladığı taşrada dirençle karşılaşır. Türkiye, özellikle 1950’lerden beri (taşranın politik düzeyde kendine bir yer edinebildiği çok partili hayata geçilen dönem) merkez ve taşra arası gerilimi deneyimlemekte. Bu bağlamda, yönetmenliğiyle tanıdığımız Emin Alper’in sosyal bilimler alanında doktorasını almış akademisyen kimliğini göz önünde bulundurduğumuzda, merkez-taşra gerilimini tartışma zeminine taşıması oldukça ilgi çekici. Peki, Alper anlatımı nasıl yapmakta?
Film, taşrayı ve iç karartıcı manzarasını herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak katılıkta bir olumsuzlama kümesiyle tasvir etmekte. Az gelişmiş, hukuk tanımaz, homofobik, istismarcı, azınlık düşmanı ve patriyarkal olarak tasvir ederken izleyiciye alternatif bir fikir geliştirmesi için hemen hemen hiçbir boş alan bırakmıyor.
Taşranın karakteristik özellikleriyle çatışma halinde olan figürlerin kompozisyonlarına gelecek olursak: Savcı Emre’nin kim olduğu, hangi sınıfsal veya fikirsel bileşenleri temsil ettiği konusunda yeterince bilgi sahibi değiliz. Pekala gri bir karakter olarak temsil edilebilir fakat bu temsil son derece muğlak bir şekilde tasvir edilince bir cumhuriyet savcısının veya savcılık makamının üzerine bina edilen iktidar ilişkilerini tartışamıyoruz. Film, merkez-taşra meselesine tek taraftan ve indirgemeci yaklaşıyor.
Murat ise tüm mağduriyet unsurlarını üzerinde barındıran bir karakter. Çocuk yaşta istismara uğrayan, cinsel eğilimine saygı duyulmayan, tek başına muhaliflik yapan, kimsesiz ve yakında zamanda da evsiz kalacak biri olarak tasvir edilip kurbanlaştırılıyor.
Ortaya çıkan tablo; kendi iktidar ve ikbal alanının kısıtlanacağı endişediyle maskülen ritüeller (domuz avı, meskun yerde silah kullanımı) marifetiyle halkı mobilize etme konusunda oldukça hünerli yerel eşraf ile son derece muğlak ve mağdur olarak tasvir edilen karşı bir kutup var. Asimetrik ve karikatürize bir çerçeveyle karşı karşıya olmamıza rağmen altını çizerek söylemek gerekir ki izlediklerimiz gerçek. Bilhassa final sahnesi izleyiciler için Madımak’ı veya Maraş olaylarını hatırlatmakta. Fakat problem şu ki Alper’in, metropol izleyicisinin zihnindeki taşrayı yeniden sorgulatacak, onu rahatsız edecek, onu düşünmeye davet edecek herhangi bir çabası yok.
En önemlisine gelince taşra bu denli alaşağı edilirken sahip olduğu sıfatları neden ve nasıl taşıdığına dair film, herhangi bir sorunsallaştırma veya tarihselleştirme yapmamakta. Taşra kötü mü? Evet. Peki ama neden ve nasıl? Orasını şimdilik bir kenara mı koyalım? Film bu haliyle Doğu’yu geri kalmış, kendisini ise gelişmiş olarak tasvir eden ve post-kolonyal literatürde “Beyaz Adamın Yükü” (White Man’s Burden) olarak işlenen “oryantalist bakış açısının bir temsili” gibi duruyor.
Kurak Günler, sinematografi ve homoerotik gerilim sahnelerini saymazsak, enikonu bir art-house temsili olduğu konusunda şüphe uyandırıyor.
–
Şerif Mardin ve merkez-çevre teorisi hakkında faydalandığım makaleler:
Morsümbül, Ş. (2015) Merkez-Çevre Perspektifinde Türk Toplum Yapısındaki Gözlemlenen Problem Alanlarına Yönelik Sosyolojik Bir Değerlendirme
Gülener, S. (2007) Türk Siyaseti’nde Merkez-Çevre İlişkilerinin Seyri ve 27 Mayıs 1960 Darbesi
Narlı, M. (2013) Romanlar ve Taşralar Türk Romanında Taşra Algıları Üzerine Bir Değerlendirme
Solak, Ö. (2014) Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Merkez -Taşra Çatışması