Daha önce bulunmadığınız bir yere ait olmak ve daha önce tanıklık etmediğiniz bir sesin kaynağını bilmek… Henüz çıkılmamış bir yolculuğun hatırası gibi.
Ömer Kavur’un filmlerindeki izleri takip ederek hayallerin peşinden bizi kimsenin beklemediği istasyonlara, harabelere götüren Kavur, Dünya prömiyerini 52. Rotterdam Film Festivalinde yaptı. 42. İstanbul Film Festivali’nde Türkiye prömiyeri öncesinde filmin yönetmeni Fırat Özeler ile Kavur üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Keyifli okumalar dileriz.
*Kurmaca, deneysel ve belgesel modları ile deneyiminiz hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Kavur özelinde sınırlarda dolaşmaya ve üç yapı arasında denge kurmaya çalıştık. Daha önce kısalarımda kurmaca ve deneysel yapmıştım. Deneysel olan çok daha kişisel bir hikayeydi. Zaten hep ilgimi çekiyordu. “Kişisel olanı nasıl türler arasında aktarabiliriz?” veya “Bir hikâyeyi nasıl belirli yapılara sadık kalarak ancak sınırlandırmadan anlatırız?” diye.
Kavur o açıdan yeni bir deneyim oldu, çünkü bir yandan belgesel yapıyoruz ve onun belgesel olduğunu hiçbir zaman inkâr etmiyoruz. Ama bir yandan da tamamen kurmaca bir karakterin gerçek bir karakterle iletişimi söz konusu. O noktada biraz sınırlarda dolaşmasını istedik.
Ömer Kavur belgesel fikrinden de önce çok ilgimi çeken biriydi. İç dünyasının ne kadar katmanlı olduğunu biliyordum. O yüzden belgesel çalışmalarına başladıktan sonra Kavur’u da sanki kurmaca bir karaktermiş gibi; hayat öyküsünü anlatan, dinamikleri, git-gelleri, yükselişleri ve düşüşleri olan bir karakter olarak kabul ettim. Kadın karakteri de öyle, iki karakter birlikte bir yola çıkmış gibi onların diyaloğunu dinleyelim istedim. Evet, gerçek bir karakter ve kurmaca bir karakter iç içe geçiyor. Ama aslında ikisine de kurmaca bir karakter gözüyle bakmaya çalıştım. Bu aslında benim Kavur’a karşı olan mesafemi korumama da yardımcı oldu. Çünkü onu korumak da çok önemli bir mesele, o mesafe kaybolunca belgesel yapmanın bir anlamı kalmıyor.
*Filmden bir alıntı yaparak: “Her şey onun filmleriyle başladı.” Ömer Kavur ile nasıl tanıştınız?
Lisede tanıştım. Zaten çok fazla film izlediğim bir dönemdi ve her izlediğim filmden de etkilenmeye açıktım. O dönemde, Gizli Yüz’ü izlemiştim ve o yaşta anlaması çok zor bir filmdi. O gizem beni çok etkilemişti. Bir filmden bir şey hissedebilmek, onu anlayabilmekten ziyade sadece duygu üzerinden hareket edebilmek hâlâ bana çok saf geliyor.
Daha sonra araştırınca, onunla aynı lisede okuduğumuzu öğrenmiştim. O da bir bakış açısı sağlamıştı bana. Filmleri anlamlandırırken yeni bir yol olmuştu. Çünkü biz aynı lisede okumuşuz, aynı koridorlardan geçmişiz, aynı manzaraya bakmışız. Filmlerinin içine biraz daha girmeye çalışırsam anlayabilirim diye düşündüm, öyle başladı. Tekrar tekrar izleme deneyimi yaşadım. Aslında bu filmdeki kadının da yaşadığı hikâyeyle aynı. Bu durum zaman içinde sürekli devam etti ve en sonunda bir belgesel yapmak istedim. Çünkü filmleri kadar kişiliği de anlatmaya değer. Aslında kişiliğiyle filmleri de birbirinden hiç ayrı değil. İç dünyası nasılsa filmleri de aynı şekilde aynı duygular üzerinden yansıyor. Aynı hareket noktalarına sahipler.
*Bence bir sanatçı olarak, iç dünyası tabii ki de çok zengin Ömer Kavur’un. Sinemayla uzaktan yakından ilişkide olan ve bir şeyler üreten kişilerin anlayacağı, bağdaşacağı birçok nokta vardı filmde. Üretim açısından düşünülünce sanatçıdan bağımsız fakat onu yine de onu bağlayan bir tıkanıklık da var. Bir şeylerin akmadığı -ya da akamadığı- bir yol filmi.
Bana çok ilginç gelen şöyle bir durum var; bu adam otuz yıl önce, kırk yıl önce ne yaşadıysa aslında aynısını yaşıyoruz şu an. Hâlâ zor bir sektörün içindeyiz, hâlâ film yapmak çok zor. Bir yandan kişisel problemler, bir yandan film yapma macerası iç içe geçince daha da zorlaşıyor. Filmde hissediliyor olmasına sevindim.
*Ömer Kavur’un gençlik döneminde çektiği ve daha önce hiçbir yerde gösterilmemiş kısa filmini bulduğunuzda ne hissettiniz?
Bu filmlerden sadece bir iki röportajında bahsediyor. Biri bayağı eski, Yatık Emine’den sonra verdiği bir röportaj, diğeri de hayatının son zamanlarında olması lazım. Ben o röportajları okuduğumda filmi bulmayı çok istemiştim. Bayağı bir süre aradık. Bulamadık. Bir noktada umudu kestim.
Ama zamanla bir yerlerde izine rastlayabildik. Bir akşam telefon geldi Mehmet Rado’dan, “Ben iki üç makara buldum, makine var. Orda oynatacağım ve bakacağım.” dedi. Bir iki hafta sonra aradı tekrar ve “Fırat filmler çıktı.” dedi. İşte o anı unutamıyorum. Gerçekten büyülüydü.
İzlediğimde çok garip bir hisle karşılaştım, aslında bir nevi öğrenci filmleri. Ama otuz yıl boyunca yaptığı tüm filmlerin izleri var. Özellikte İntihar çok belirleyici. Gizli Yüz’den de Akrebin Yolculuğu’ndan da izler var. Beni en çok heyecanlandıran şey oydu. Yani onun ileriki yıllardaki sinema hayatının izlerini görmek, en çok büyülendiğim şey oldu filmlerde.
*Bir “yol filmi” yaparken yeni izler bulmak da eminim çok etkileyici olmuştur.
Evet, zaten belgeselin yapımı da bayağı bir yolculuktu, bir sürü şehir gezdik ve binlerce kilometre yol yaptık. Tam da Kavur’un filmlerindeki o başladığı yere dönen dairesel yolculuklar gibi geliyor bana. Bir hayatı anlatıyorsun, elinde profesyonel olarak çekilmiş filmler var ama o yolculuk seni en başa götürüyor.
*Arşiv çalışması hakkında bilgi verebilir misiniz?
Arşiv çalışmasına röportajlarla başladım, otuz yıl boyunca verdiği tüm röportajları bulmayı amaçladık. Çok az bir eksikle bulduk kütüphanelerden. O aslında filmin temel omurgası oldu. Bütün hikâye o röportajlardan oluşturulmuş metin üzerine kurulu, onun kendi hayat hikâyesini kendi cümleleriyle dinlemiş oluyoruz. Geri kalan kısım o omurgayı genişletmek oldu bizim için. Yani o hayat hikâyesinde kimlerle karşılaşmış? Bunun bir dökümünü yaptık, insanlara ulaştık. Dediğim gibi daha kişisel arşivler üzerinden gittik. Türkiye’de çok gelişmiş ve kurumsal bir arşivcilik geleneği olmadığı için kişisel arşivler bizi çok ilerletti.
*Bilgisayar oyunu sahnesi de çok tatlıydı.
Çok kafamızı karıştırmıştı aslında o sahne, çünkü mahrem bir an. Bir insanın bilgisayarına giriyorsunuz, maillerine bakıyorsunuz ve yarım kalmış bir oyunu buluyorsunuz. Çok düşündük. Ama daha sonra bir sınır aşmadığına karar verip kullandık.
*O oyundaki böcek de yine bir yolculukta aslında, bir şeyler arıyor.
Aynen öyle, imkânsız bir şeye ulaşmaya çalışıyor. Süper Mario’ya benziyor zaten o oyun, prensesi kurtarmaya çalışıyor. Ama finalde “Aa Mario, prenses burada değilmiş.” gibi bir şey çıkıyor.
Bir de şöyle bir etkisi var, bir dönemin sonu gibi. Film hep mektuplar, yazılı belgeler üzerine kurulu. Fakat orada maillere, dijital ortama geçiyoruz. Biraz da “bir hayatın sonuna geldik” hissini güçlendiriyor. Artık daha yeni, modern bir zaman içindeyiz. Otuz yıl boyunca tek tek kurşun kalemle yazdığı senaryolarını, artık bilgisayarda yazmaya başlaması benim için zaman mevhumu açısından etkileyiciydi.
*Ömer Kavur’un filmlerindeki kadınları düşündüğümüzde, belgeselde artık kadının onu araması fikri bence çok hoş. Çünkü filmlerindeki ana karakter hep hayal olan bir kadının peşinde ancak bu sefer kadın onun peşine düşüyor.
Kavur’un kadınları hayal; Gece Yolculuğu’nda Zuhal Olcay bir hayalden ibaret ya da Nurseli İdiz’in karakteri tam anlamıyla bir hayalet. Bana tersyüz etmek çekici gelmişti. Sanki onun filmlerindeki bir kadın, filmden dışarı çıkmış ve böyle bir görev üstlenmiş. Kendisi artık eskisi kadar edilgen değil, hayal değil. Tamamen gerçek ve bu sefer Kavur’u o arıyor.
*Film boyunca manzaralara, yollara ve ufuğa bakıyoruz. Ara ara, geniş planlara tezat, sadece ışığın düştüğü noktayı görebildiğimiz de oluyor. Filmin sinematografisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Sinematografik açıdan benim için belirleyici iki nokta vardı. Birincisi, bu bir yol filmi. Bir yolculukta da karşılaşabileceğimiz aslında hep gelip-geçici mekânlar var. Kavur’un filmlerinde her zaman olan oteller, dinlenme tesisleri, yol kenarı kasabaları… İnsanın yaşantısında kalıcı bir yeri olmayan, tam bir bağ kuramadığı veya tam olarak kendisini ait hissedemediği ancak bazı şeyleri şekillendiren mekanlar… Kavur da otelde çalışıyor üç sene mesela ve belki Anayurt Oteli’yle en büyük bağını oradan kuruyor. Hiçbir zaman ait hissedemeyeceği bir mekâna ait aslında. Bu mekânlar ömrümüzde kalıcı değiller. Bu bir yandan o mekânların gerçekliğini de sorgulatan bir şey: hayal mi, gerçek mi sorusunu bize sordurtan bir şey. Ama bir yandan da aslında bir yolculuğun en değişmez parçaları.
İkinci motivasyonun da aslında direkt olarak onun filmlerini referans aldığım için ortaya çıkmış bir yapı. Çünkü onun filmlerinde de benzer bir imaj kullanımı var: olabildiğince geniş manzaralar…. Bunu tekrar yaratmaya çalıştık. Benim tercihim olarak da daha kontrastlı ve doğal ışıkla hayal alemi yaratan bir dil belirlemek istedik.
*“Biz onlarla hiç ayrılık yaşamadık, biz hep ayrıydık.” Filmde Kavur’un ailesiyle aslında “hiç yaşamadığı” ayrılık beni çok etkilemişti. Eşyalarla bağlantılı olarak da kendinden bir şeyleri şehrin bir yerlerine saklaması da oldukça etkileyiciydi.
O cümleyi okuduğumda, hatırlıyorum, ben de çok etkilenmiştim. Filmdeki Tanpınar’ın şiirinde de aynı eşya vurgusu vardır mesela. O müthiş dize: “Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner.” Zamanla unuttuğumuz hatıralar var ama maalesef unutamadığımız eşyalar var. Fransa’dayken annesinden fotoğraf istiyor mesela, sen ben ve aramızda Koko olan. O fotoğrafı sonra gördüğümüzde aslında Kavur o fotoğrafta yok. O bana çok etkileyici geliyor, tamamen hayalete dönüşmüş, fotoğraflardan bile silinmiş bir insan temsili. O yalnızlık hissi, çok yıkıcı.
Bu biraz da zaman yolculuğu gibi. O fotoğraftaki an, bir yandan gerçek değil gibi ama gerçek, yaşandığını biliyorsun. Kavur da zaten buna çok kafa yorduğu için, neredeyse her filminde vardır o arda kalmış eşya ve fotoğraf vurgusu. Mesela Kırık Bir Aşk Hikâyesi’nde, aslında bütün o yaşanan aşktan geriye sadece tek bir fotoğraf kalır. Lokantada çektirdikleri o fotoğraf. Ama artık bir şey ifade ediyor mu? Sadece uzun uzun bakabilirsin o fotoğrafa, geçmiş gitmiş. Gerçekliğinden bile emin olamazsın bir otuz yıl sonra.
İşte o noktada hayattan arda kalmış eşyalar bana ilginç geliyor. Belki bu belgesel yapılmamış olsaydı bir kolinin içinde kalacaklardı. Öyle bulduk zaten, korunuyorlardı ama tavan arasındaki bir kolinin içinde bekliyorlardı. Yarım kalmış bir hayatın izlerine ulaşıyorsun ve onu tekrar canlandırmaya çalışıyorsun. Fotoğraflarda, mektuplarda, tren biletlerinde, yarım kalmış bir bilgisayar oyununda. Hepsinde bu his var.
*Ömer Kavur’un bahsettiği “arayışın umudu” hakkında ne düşünüyorsunuz? Arayış mıdır yalnız olan, yoksa umut mudur?
Bence yalnızlığa sebep olan arayıştır. O noktada Ömer Kavur’a katılıyorum ben, çünkü bir şeyleri aramaya ve mecazi de olsa bir şeylerin peşine düşmeye karar verdiğinizde kendinizi biraz dış dünyaya kapatmamız gerekiyor. Çünkü kendimize dair bir şeyler bulmaya çalışıyoruz. O yüzden bence yalnızlıkla asıl bağlantılı olan arayış ama orada arayışın umudu derken kastettiği de şu. Bu arayış insanın kendisine dair o kadar çok şey vadediyor ki! Bir şeye ulaşamayacağını bilsen bile, yani soruların cevapsız kalacağını bilsen bile artık o arayışın sonunda veya o yolculuğun sonunda aynı insan olamıyorsun. Bence o açıdan kesin bir cevap vadetmese bile bir değişim vadediyor. Belgeseli yaparken arayışın umudundan kastının o olduğunu hissettim.
İnsan bazen umutsuzluğa kapılıyor çünkü. Yaptığım hiçbir şey, bir sonuca ulaşmayacak veya harcadığım emeğe değmeyecek, gibi. Aslında böyle düşünmemek gerekiyor, o yolun sonunda bir şey bulamasan da en azından kendinle ilgili bir şeyler bulmuş, bir şeyler keşfetmiş olacaksın. Kendine dışarıdan bakabilmiş olacaksın.
*Sizin için de yalnızlık bir devinim midir yoksa yolun sonu mudur?
Bence bir devinimdir. İnsan yalnız kalarak o yalnızlığa çözüm de üretebilir. Ancak sonradan tekrar yalnız kalarak tekrar bir şeyleri aramaya karar da verebilir. Bunun bir sonu yok ki. Tamamen döngüsel bir devinim içinde bana göre.
*Gizli Yüz’deki saat kulesi gibi, değil mi?
Evet. Adamın, kadınla saat kulesindeki konuşmasında aslında hiçbir şeyin cevabını bulamadığını görüyoruz. O kadına ulaşmış olması bir şeyi çözmüyor. Ama o karakter neye karar veriyor? Yolculuğa devam etmeye. Ve aslında o yolda yalnız kalarak mutlu olduğuna karar veriyor. Dolayısıyla o dediğimiz döngüsel sürece dönmüş oluyoruz.
Belgeselde bir istasyon sahnesi var, karlı bir istasyon. Orayı unutamıyorum. Buz gibiydi, kimse yoktu. Tren bile durmadan geçiyor çoğu zaman. Biz orada beklediğimiz için durdu, yoksa yine durmayıp geçecekti. Trenlerin bile durmadığı istasyonlarda yaşayan insanlar var. İşte o an aidiyeti güçlendiriyor. Buralarda da bir hayat var; ben o hayatın da bir parçası olabilirim diyorsunuz. Dolayısıyla içinde olduğumuz, yaşadığımız hayatı da anlamlandıran bir şey yolculuk.
*Kimsenin o istasyonlarda beklenmiyor oluşu….
Gizli Yüz’de bir memur vardır, göndermişler ve sonra unutmuşlar. Hâlâ maaşı yatıyor. Aslında gerçek değilmiş gibi görünüyor filmde ama o kadar gerçek ki. O çekim yaptığımız tren istasyonunda mesela; o kadar kimse uğramıyor ki. Garip bir sessizlik var oralarda.
*İnsanın kafası da hiç durmuyor sessizlikte.
Evet ama durduğu da oluyor. Kadının cümleleri var ya: Ben unutmak istiyorum, olduğum yerde kalakalmak istiyorum. Bir yerde durup çürümek istiyorum. Hayatın dinamiğinden uzak, hareketsiz kalmak da bir ihtiyaç. Bana iyi hissettiren bir şey.
*Rüyaların, anıların iç içe girdiği bir anlatısı var Kavur’un, Türkiye sinemasında sık karşılaştığımız ögeler değil bunlar. Ne düşünüyorsunuz?
Bu mesele benim için de oldukça önemli. Yeşilçam sineması o kadar hor görülüyor ki. Ve bu inanılmaz bir düşünce tembelliğine yol açıyor. Ya karikatürize ediyoruz o filmleri ya da hor görüp bir kenara atıyoruz. Ama evet, bunlara kafa yoran birileri var. Ve bu filmlere, bu sanatçılara detaylıca bakmak için hâlâ geç değil. Mesela Kavur’la ilgili en ilginç noktalardan biri. Oldukça politik biri. Bütün röportajlarında fikirlerini açıkça beyan eden biri. Ama Ömer Kavur’u filmlerinden tanıyan birileri varsa “Kavur politik değil” gibi bir algı var. Olur mu, nasıl politik olmaz? Yani illa politik olmak propaganda yapmak mıdır? Mesela Gece Yolculuğu’nda 80 darbesi sonrasındaki kültürel çöküşü görmüyor muyuz? Kapanan sinemaları konuşmuyor muyuz? Ya da porno gösteren sinemalar üzerine tartışmıyor muyuz? Anayurt Oteli’nde, Gece Yolculuğu’nda, Kırık Bir Aşk Hikâyesi’nde de aynısı var. Milli bayramlar Kavur’un bütün filmlerinde ortak bir izlek mesela. Buradaki ulus-devlet eleştirisini neden konuşmuyoruz, Kavur bunu yapıyor. Açıkça yapıyor hem de. Yeşilçam sinemasını sürekli yerme ve hor görme hâli biraz körleştiriyor izleyiciyi. Film bunu biraz olsun sorgulatabiliyorsa çok mutlu olurum.
*Kavur Dünya prömiyerini 52. Rotterdam Film Festivalinde yaptı. Türkiye prömiyerini ise 42. İstanbul Film Festivalinde yapacak. Hatta biletleri ilk 10 dakika içerisinde tükendi. Nasıl hissediyorsunuz?
Öncelikle böyle bir ilgi olması beni çok mutlu etti. Bir yönetmen olarak yaptığın filmin ilgiyle karşılanması çok mutlu eden bir şey. Ama asıl Ömer Kavur’la ilgili, daha doğrusu bir yönetmenle ilgili bir filmin böyle bir ilgiyle karşılanması ve bir merak doğurması çok mutlu edici. Kavur’un da bir cümlesi var, Feride Çiçekoğlu aktarıyor: Bir kişiye bile film yapma hevesi verebildiysem ne mutlu bana, filmlerimin izlenmesine gerek yok. Tam olarak öyle bir noktadayım. Bu belgeselin izlenmesini kendi filmimin izlenmesi olarak görmekten ziyade, birileri izlesin ve bak otuz yıldır aynı meseleleri tartışıyoruz, aynı sıkıntıları çekiyoruz, demek ki bu sıkıntılar hiç bitmeyecek ve bunlarla mücadele edebildiğimiz sürece hayata tutunabileceğiz diyebilmesi beni çok mutlu eden bir şey.
*Çok teşekkür ederim, çok güzel bir röportajdı.
Ben teşekkür ederim, çok keyifli bir sohbetti.