Ekim ayı sinemaseverler için ayrı bir öneme sahiptir. Bir nevi yeni bir yılın, yeni umutların, aşkların, maceraların, arkadaşlıkların, buluşmaların başlangıcıdır. Uzun süren yaz mevsiminin yakıcı sıcaklarını uğurlarken ılık ılık esen sonbahar rüzgârının veya kimi zaman çiseleyerek kimi zaman ise bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun insana huzur veren etkisi, yılın en şahane filmleriyle taçlanır. Sonbahar ve sinema denilince ilk ve tek akla gelen şey, Filmekimi’dir dersek abartmış olmayız. 2002 yılından beri sinemaseverlere Ekim ayında adeta bir sinema şöleni yaşatan Filmekimi, bu yıl 13-22 Ekim tarihleri arasında sinema tutkunlarını salonlarda ağırlayacak.
Cannes, Venedik ve Toronto gibi sinema sektörünün kalbinin attığı festivallerin ödül alan, öne çıkan ve çok merak edilen filmleriyle seyirciyi buluşturan Filmekimi, bu yıl da her sinemaseverin ilgisini çekecek bir seçkiyle geliyor. Peki, izlemek istediğiniz filmlere henüz karar veremediniz mi? Fil’m Hafızası, Filmekimi’nde kaçırılmaması gereken filmleri sizler için kaleme aldı. Keyifli okumalar…
The Zone of Interest (Yön. Jonathan Glazer, 2023)
Bu yılki festival macerasıyla en öne çıkan yapımlardan biri şüphesiz İngiliz yönetmen Jonathan Glazer’ın son filmi olan The Zone of Interest (2023) olmalı. İlk gösterimini 76. Cannes Film Festivali’nde yapan film, Grand Prix ve FIPRESCI ödüllerinin sahibi olmuştu. Ben filmi şahsen görmedim, lakin benzersiz anlatımı, kusursuz yönetimi ve düşündürücü temalarıyla film, sinemaseverlerin ve kimi şanslı festival izleyicilerin dikkatini çekmişe benziyor.
Kısaca hatırlatmak gerekirse, Jonathan Glazer’ın göz alıcı görsel tarzı ve karmaşık temaları keşfetme eğilimi taşıyan sınırlı nitekim son derece etkili ve iz bırakmış bir filmografisi bulunmaktadır. İlgili okur, şık bir İngiliz suç draması olan Sexy Beast (2000), yas ve doğaüstü olayları keşfeden Birth (2004) ve soyut anlatısı ve olağanüstü Scarlett Johansson performansıyla akıllara kazınmış bilim kurgu filmi Under the Skin (2013) filmlerini hatırlayacaktır. Glazer’ın filmleri genel olarak kasıtlı tercih edilmiş belirsiz bir anlatıya sahiptir. Filmografisi görece sınırlı olmasına rağmen, her bir eseri benzersiz ve kalıcı bir sinema başarısı olarak öne çıkar.
Glazer’ın, önceki filmleri ile karmaşık ve esrarengiz hikayeleri cesurca ele alma konusunda kendini kanıtladığını söylemek sanıyorum ki yanlış olmaz. The Zone of Interest bu trendi sürdürüyor gibi görünüyor. Üstelik bunu, sinema tarihinde sıkça işlenen bir konu ve ortama dalarak yapmaya çalışıyor: Holokost, insanlık tarihindeki en hassas ve acılı dönemlerden biri olmaya devam ederken, Glazer’ın cesur yaklaşımı, insan doğasının en karanlık yönlerini keşfetme isteği tarafından yönlendiriliyor ve göz ardı edilemez bir hikâye yaratmaya yelteniyor.
Film, Auschwitz olarak bilinen Nazi toplama kampının sınırları içinde geçiyor. Yorumlardan anladığım kadarıyla, Glazer sadece tarihsel olayları servis etmek yerine, bu karanlık dönemde yaşayan ve bu dönemde çalışan insanların günlük yaşamlarını, ahlaki ikilemlerini ve içsel çatışmalarını keşfeden bir hikâye örüyor. Nazi subaylarından kampın mahkûmlarına kadar, farklı roller üstlenen herkese odaklanarak, izleyiciyi insanlığın karmaşıklığı ve iyi ile kötü arasındaki çizginin belirsizliği ile yüzleşmeye zorluyor.
Filmin en dikkat çekici yönlerinden biri de başrol oyuncu kadrosu. Sandra Hüller ve Christian Friedel gibi ünlü başrol oyuncuları içeren kadroya bakınca, Glazer’in toplama kampının ürkütücü dünyasına izleyicileri çeken performanslar ortaya çıkartma isteği oldukça bariz. Sandra Hüller’in yakın dönem film tercihleri ile yakaladığı çıkış ise takdire şayan.
Filmin görsel ve işitsel öğeleri de etkileyici duruyor. Glazer’ın -önceki filmlerini de katarak- sinematografi ve ses tasarımındaki ustalığı, izleyiciyi adeta perdenin içine çeken bir deneyim yaratıyor. Unutulmamalıdır ki sadeliği esas alan etkileyici bir film müziği, hikâyenin duygusal derinliğine katkıda bulunur ve izleyiciye karakterlerin seçimlerinin ve çevrelerinin dehşetini çok daha derinden hissettirir.
Sonuç olarak, Jonathan Glazer’ın The Zone of Interest’i, cesur anlatımı ve ustalıklı yönetimi nedeniyle dikkat gerektiren ve Filmekimi’nin kaçırılmaması gereken filmlerinden biri gibi görünüyor. Henüz izleme fırsatım olmasa da film etrafındaki beklenti ve tartışmalar, onu şimdiden önemli bir yaratı haline getiriyor. Kolay cevaplar sunmak yerine düşünmeyi teşvik eden Glazer, umuyorum ki The Zone of Interest ile insan doğası ve zalimliğin kapasitesi üzerine rahatsız edici gerçeklerle yüzleşmeye davet sunan bir film olmuştur.
Fallen Leaves (Yön. Aki Kaurismäki, 2023)
Ansa (Alma Pöysti) Helsinki’de bir süpermarkette, zar zor geçimini sağlayacak kadar para kazanarak hayatını sürdürmeye çalışan orta yaşlı bir kadındır. Son kullanma tarihi geçmiş yiyecekleri eve götürüp yoksullara dağıttığı için işinden olur. Bir gün yolu Holappa (Jussi Vatanen) ile kesişir. Holappa bir metal işçisi olarak çalışmaktadır ve Holappa’nın tüm eğlencesi her gece kendini unutana kadar içki içmektir. İkili, sefaletten kurtularak başka dünyalara adım atmak istedikleri, inişli çıkışlı bir aşk hikâyesine yelken açar. Radyoda Rusya ve Ukrayna savaşına dair haberler yükselir. Vidalar giderek daha da sıkılmaya başlar. Hayat, onlar için giderek daha da umutsuz bir hâle gelmektedir.
Aki Kaurismäki’nin eserlerini seyrederken, Finlandiyalı yönetmenin detaylara ne denli ehemmiyet verdiği gözlerden kaçmaz. Çeşitli tonlar, Kaurismäki’nin inatçı proletarya sinemasını benimseyenlerin aşina olduğu seyrek ses evrenini şekillendirir. Gölgeler, filmin kapsayıcı yalnızlığına ve kederine eşlik eder. Fallen Leaves’in (2023) de, yönetmenin bu kendine has stiliyle bezenmiş bir film olduğu, yönetmenin önceki filmlerinin ortak noktalarına bakılarak tahmin edilebilir.
Filmin örgüsü, ilk bakışta hüzünlü ve depresif bir hikâye üzerine kurulu gibi görünür. Fakat Aki Kaurismäki’nin elinde bu kadar yürek burkucu bir sonuç doğurmayacağını beklemek yersiz olmaz. Zira Kaurismäki, şimdiye kadar umutsuz senaryolardan mizahı ve dokunaklılığı ustaca çıkarabilen benzersiz bir film diliyle donatılmış birden fazla yapım ortaya çıkarmıştır. “Proletarya Üçlemesi” olarak bilinen Shadows in Paradise (1986), Ariel (1988) ve The Match Factory Girl (1990) gibi kariyerinin erken dönem çalışmalarının ortak yönü, hüzünden mizahı ve mutluluğu ustaca damıtabilmesidir. Ve bu filmler, kalp kırıklığı ve kaybın derin uçurumlarını anlatmak için kelimelerin yetersizliğine vurgu yapan kısa ve öz konuşmalardan oluşur. Auteur yönetmenin bu filminin de yapısı, iki hikâyenin kesişimi üzerine kurulmuştur. Bunlardan birinde, çekici ama mağlubiyeti kabullenmiş işçi Holappa fabrika zeminlerinin köşelerinde gizlice votka içerken, büyük metal eşyaları kumlama işine tutunmaya çalışır. Diğerinde ise kararlı Ansa, düşük ücretli ve sonu gelmeyen işlerde bürokratik saçmalıklarla ve kötü şansla savaşır.
Fallen Leaves, özellikle karmaşık ya da yoğun bir film değil. Ancak dünyanın duyusal zevklerine karşı pek az filmde olduğu gibi sürekli tetikte bekler. Bu da sonuçta onu senaryosunda gömülü olan sefaletin üzerine çıkarır.
Kaurismäki, sadeleştirilmiş donuk melankolinin adeta bir ustasıdır ve Fallen Leaves ile sadık tebaasına görünüş ve ruh açısından yakın bir hikâye hediye eder. Gölgeli ışıklandırması ve renk paletleri, yönetmenin her zamanki dokunuşları olarak bu yapımda da gözlemlenebilir. Bu film, onun Fin işçi sınıfının acılarıyla ilgili diğer öykülerini temel alır ve baştan sona diğer yönetmenlere alaycı selamlar barındırır. Onurunu hiçbir zaman kaybetmeyen, kötü kaderle, bürokrasiyle ve patronlarla karşı karşıya kaldığında bile pes etmeyi reddeden işçi sınıfının hayatını, sevgi dolu bir dille tasvir eder.
The Old Oak (Yön. Ken Loach, 2023)
Eşitsizlikle ilgili filmler, toplumsal dinamiklere uygun şekilde güncelleniyor; bu kez İngiliz taşra halkı ile Suriyeli mültecilerin hikâyelerine odaklanıyoruz. 87 yaşındaki yönetmen Ken Loach, toplumsal eşitsizlikleri anlatma misyonundan vazgeçmiyor. Bu misyona, senarist Paul Laverty gibi yetenekli isimler de eşlik ediyor. Bu sayede dünyadaki adaletsizlikleri kanıksamak ve olağanlaştırmak yerine onları sorgulayan bir sanatsal zeminden bahsedebiliyoruz. Bu yıl Filmekimi’nde, Loach-Laverty birlikteliğinin son eseri olan The Old Oak (2023) yer alıyor ve dolayısıyla politik sinemayı sevenler için kaçırılmaması gereken bir film.
Hikâye, 2016 yılında İngiltere’nin kuzeydoğusunda küçük bir maden kasabasında geçer. Maden ocağının kapanmasının ardından genç nüfus kasabayı terk ederken geleneklerine sıkı sıkıya bağlı yaşlı kesim geride kalır. Zaman içinde emlak fiyatlarının düşmesiyle bir grup Suriyeli mülteci bu kasabaya yerleşir. Fakat kasaba sakinleri ekonomik sıkıntılar nedeniyle mültecilere karşı olumsuz bir tavır sergiler. Nitekim, filmin geçtiği 2016 yılı ırkçı nefret suçlarının yükseldiği, sağ görüşün güçlendiği ve Brexit referandumunun yapıldığı kritik bir dönemi kapsar.
Ken Loach, her filmiyle kapitalist sisteme duyduğu öfkeyi ustalıkla yansıtan bir yönetmen olarak bu kez öfke dolu yerel halk ile Suriyeli mülteciler arasında bir dostluk olasılığını inceliyor. Bu iki farklı kutup, kasabanın tek barı olan The Old Oak’da buluşur.
Türkçe ismi Umudunu Kaybetme olarak çevrilen film, umut ve dayanışma temaları etrafında döner. Bu bağlamda, Loach’ın bar seçimi elbette ki tesadüf değildir. Farklı kesimlerin buluştuğu, kamusal yaşamın önemli bir parçasını temsil eder. Tarihsel bağlamı düşünüldüğünde ise madencilik topluluğunun ve gençlerin bir araya geldiği, dayanışma seslerinin yükseldiği özel bir alan olarak karşımıza çıkar.
Loach’ın filmleri genellikle belgesel vari bir anlatım benimser, böylece daha gerçekçi bir tablo sunar. Önceki filmlerinde olduğu gibi bu filminde de amatör oyuncularla çalışmıştır. Bu yaklaşımla doğal davranışları yakalamayı amaçlar.
The Old Oak, yönetmenin açıkladığı üzere kariyerinin son filmi olma özelliğini taşıyor. Loach toplumsal gerçekçilik akımının önde gelen temsilcilerinden biri olarak kabul edildiğinden bu film, aynı zamanda bir dönemin sonunu simgeliyor. Üstelik Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye yarışma bölümünde yer alması, filmi daha da ilgi çekici kılıyor. Bu nedenle Filmekimi’nde mutlaka izlenmesi gerekenler listesinde yer almalı.
The Boy and The Heron (Yön. Hayao Miyazaki, 2023)
Sır gibi saklanan, Japonya’da vizyona girmeden fragmanı bile yayımlanmayan Hayao Miyazaki filmi The Boy and The Heron, Filmekimi bünyesinde 13-22 Ekim tarihleri arasında gösterime girecek.
Spirited Away (2001), Howl’s Moving Castle (2004), Princess Mononoke (1997) filmlerinin yönetmeni Hayao Miyazaki 2013’te The Wind Rises ile sinemaya veda edeceğini duyurmuştu. Aradan 10 sene geçtikten sonra The Boy and The Heron için de yönetmenin son filmi olduğuna dair söylentiler tekrar gündeme geldi. [1] Ancak auteur yönetmenin yapımı yedi sene süren ve tamamen elle çizilen bu film ile sinemaya dönüşü olukça heyecan verici.
“Ölümün sona erdiği yerde, hayat yeni bir başlangıç bulur.”
Miyazaki filmlerine aşina olan seyircinin fragmandan hemen anlayacağı üzere, The Boy and The Heron yönetmenin filmografisiyle sıkı bir aktarım içerisinde. Ayrıca “son film” söylentilerini destekler nitelikte otobiyografik ögelerin de göze çarptığı bir film. Tanıtımı yapılmadan seyircinin tek beklentisi filmin Genzaburo Yoshino’nun 1937 tarihli “How Do You Live?” kitabının bir uyarlaması olacağı yönündeydi. [2] Söylemek gerekir ki The Boy and The Heron kitabın bir uyarlaması olmaktan çok kitabı ve soruyu merkezine almaktadır.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Tokyo’da bir hastanenin bombalanması sonucu annesini kaybeden Mahito Maki, babası ile birlikte annesinin memleketine yerleşir. Yas ile mücadele ederken kendini lanetli olduğuna inanılan bir kulede esrarengiz gri bir balıkçılın yanında bulur. Fantezi ile gerçeklik arasındaki ayrım muğlaklaştıkça Mahito, kaderi önlemek üzere zaman ve mekânı aşan bir evrene yolculuğa çıkar.
Seyircilerin The Boy and The Heron üzerine yaptığı yorumlar çoğunlukla filmin “sinemaya harika bir veda” olduğu yönünde. Bu bağlamda yönetmenin kendi filmlerine dönüp baktığı, bazı hisleri korurken bazı nedenselliklerden de arındığı yönündeki yorumlar göze çarpıyor. Biz bazı duyguları ve olayları deneyimledik, deneyimliyoruz ancak bir türlü çocukluğumuzdaki gibi olmuyor. Sevdiklerimizden ayrı kaldığımızda bir çocuğun hissettiği kadar tekinsiz gelmiyor bize artık bu dünya. Miyazaki filmlerinde tanıdık anlar ve hisler, tekinsiz olduğu kadar cezbedici, sürreal ögelerle bezenmiş bir evrenden bize göz kırpıyor.
[1] Stüdyo Ghibli The Boy and The Heron filminin yönetmenin son filmi olmadığını, hatta kendisinin şu anda yeni bir film üzerinde çalıştığını duyurdu. [2] Filmin orijinal ismi “Kimitachi wa Dō Ikiru ka,” Yoshino’nun kitabı ile aynı ismi taşımaktadır. Miyazaki’nin çocukken okuduğu ve kendisini derinden etkilediği bir kitap olan How Do You Live, Türkçe’ye “Nasıl Yaşıyorsunuz?” veya “Nasıl Yaşarsın?” olarak çevrilebilir.
Les Filles d’Olfa (Yön: Kaouther Ben Hania, 2023)
Bu yıl Filmekimi seçkisi açıklandığında filmlere göz gezdirirken, dikkatimi ilk çeken ve bende izleme arzusu uyandıran üç film oldu. Bunlar: Les Filles d’Olfa (2023), Joan Baez: I Am A Noise (2023) ve Inshallah Walad (2023) idi. Tabii bunların yanına bu yıl Cannes’da En İyi Film dalında Altın Palmiye’yi kucaklayan Anatomie d’une chute’u (2023) da eklemem gerekir. Yukarıda sıraladığım filmlerin hepsinin de ortak noktası kadın hikâyelerini barındırıyor oluşlarıydı. Bir yanda ömrünü insan hakları ve çevre konularında mücadeleye adamış üç oktav ses aralığına sahip efsanevi sanatçı Joan Baez’in ilgi çekici ve sıra dışı hayatını anlatan bir belgesel ile birinci dünya ülkesinde yaşayan başarılı bir yazarın masaya yatırılarak lime lime edilen evliliğini sorgulayan batı dünyasına ait bir film varken, diğer yanda Arap dünyasından iki kadının hikâyesini anlatan iki film vardı. Ve ben 2023 Türkiye’sinde oturduğum koltukta bu her iki dünyadan kadın hikâyesine de uzak değildim. Kendimi tam bir batılı kadın gibi hissetmeme ve yaşamama karşın bugün bilinçli bir şekilde en temel yaşam haklarımı dahi savunmak zorunda bırakılmam beni Arap kadınlarının mücadelesini merak etmeye itti.
Görmeyi istediğim filmler arasında en çok ilgimi çeken ise Les Filles d’Olfa oldu. Çünkü Tunus’un Oscar adayı olan bu film her ne kadar Cannes’da En İyi Belgesel ödülünü almış olsa da aslında yarı kurmaca bir öyküye sahip. Filmin çekim öyküsü ise dört çocuk annesi Tunuslu Olfa Hamrouni’nin iki kızının Işid’e katılmak için evden kaçması sonucu onları bulmak için bir gazeteye röportaj vermesine dayanıyor. Röportajı okuyan The Man Who Sold His Skin (2020) ve Beauty and The Dogs (2017) filmleriyle tanınan yönetmen Ben Hania, Olfa’nın hikâyesini milyonlara duyurmak için onunla iletişime geçiyor ve ortaya Olfa ile kalan iki kızının da filme dahil olduğu yarı kurgu yarı gerçek bir hikâye çıkıyor.
Fransa, Tunus, Almanya ve Suudi Arabistan ortak yapımı olan filmin yönetmen koltuğunda Kaouther Ben Hania otururken, oyuncu kadrosu ise Hend Sabri, Olfa Hamrouni, Eya Chikhaoui, Tayssir Chikhaoui, Nour Karoui, Ichraq Matar, Majd Mastoura’dan oluşmaktadır. Oyuncular arasında yer alan Eya Chikhaoui ve Tayssir Chikhaoui Olfa’nın gerçek kızlarıdır. Olfa her ne kadar filmde yer alsa da kendini oynamamış, Olfa’yı oyuncu Hend Sabri canlandırmıştır. Olfa’nın kayıp iki kızının yerine ise yine iki oyuncu geçmiş ve Tunus’tan Libya’daki Işid kamplarına uzanan bu acı dolu öykü beyaz perdeye aktarılmıştır. Olfa halen iki kızının yeniden ülkelerine dönmeleri ve Tunus’ta adil yargılanmalarının mücadelesini vermektedir.
Film aynı zamanda 2023 Munich En İyi Uluslararası Film Ödülü’nün de sahibi olmuştur.
The Settlers (Yön. Felipe Gálvez Haberle, 2023)
Modern western kodlarıyla harmanlanmış Felipe Gálvez Haberle filmi olan The Settlers kapitalizmin ve toprak sahipliğinin toksik egemenliğine odaklanıyor. İlk yönetmenlik deneyimi olarak bana kalırsa fazla iddialı olan yapım bu yıl Filmekimi’nde izleyebileceğimiz filmlerden biri.
Kazananın kaybettiği doğa coğrafyasında üzerinde bulunan haklara ait olan toprak kavramı dışarıdaki düşmanın her daim ilgi odağı olmuştur. Jose Menandez nüfuzlu, zengin, otarşik güçleri olan bir sömürgecidir. Eşit haklar söylevi, himayesine aldığı halkları koruyup kollama politikasıyla gerçek dışı ümitlerde bulunur. Topraklarını ele geçirdiği halka özgürlük vadederek tutsak eder. Günümüz kapitalinin de en büyük sorunlarından biri olan bu egemenlik anlayışı tarihin karanlık geçmişine kara bir leke olarak düşmektedir. 1901 yılında Tierra del Fuego, beyaz ırkın işgal ederek vahşileri medenileştirmeye çalıştığı bir bölgedir. Atlantik’e kadar yayılma planları yapan Menandez paralı üç asker tutar. İçlerinden biri İngiliz, biri Amerikalı ve diğeri de yerli halktan köle ve mestizo olan Segundo’dur.
Segundo’nun bölgeyi ve insanları tanıması yer yer iki paralı askerin önüne geçebilecek bilgi birikimi üstü kapalı bir biçimde ego savaşlarını da beraberinde getirir. Askerlerin her türlü nefret politikasına maruz kalan Segundo yolculuk boyu zekâsını ve sabrını kullanarak hiç beklemediği bir şekilde kaderini değiştirecek olayların merkezine çekilir. Duraklamak için verdikleri mola yerinde şimdiye dek bilinen çoğu şeyin birer aldatmaca olduğunu fark eder. Emir eri tarafından uğradığı manipülasyonlar Segundo’nun lehine ilerlemeye başlar. Aradan yıllar geçer Tierra del Fuego özgürlüğüne kavuşur, yerli halkın Şili vatandaşı olabilmeleri için birtakım prosedürler gerekmektedir; ancak yaşadığı zorlu hayat şartlarından sonra Segundo ve ailesi herhangi bir millete ait olmanın pek de önemli olmadığını düşünür. Bir nevi savaş suçları olarak görülen hak ihlalleri gün yüzüne çıkar ve adalet mücadelesi başlar. Sömürge kavramının ve Selk’nam soykırımının kökenine doğru bir yolculuğa çıktığımız The Settlers, bize kolonyalizmin aşamalı şekilde gelişimini gösterir. Şili; Arjantin, Birleşik Krallık, Tayvan, Fransa, Danimarka, İsveç ve Almanya ortak yapımı olan film günümüz kapital dünyasında oldukça dikkat çekici bir noktayı merkeze alır: çokkültürlülük. Tüm bunların yanı sıra Felipe Galvez’in adeta tarihi bir belge niteliği taşıyan filmi eril coğrafyalarda kadın olmanın zorluklarını da perdeye yansıtır.
Ayrıca dünya prömiyerini 76. Cannes Film Festivali’nde gerçekleştiren The Settlers, FIPRESCI ödülünü kazanan ilk Şili yapımı film olma özelliği taşıyor.
*Mestizo: Amerika kıtasındaki melezlere verilen ad.
Monster (Yön. Kore-eda Hirokazu, 2023)
Her yapımında birbirinden farklı aile yapıları ve insan ilişkileriyle beyazperdede tanıdığımız Hirokazu, 2023 Cannes Film Festivali’nde de herkesin ilgiyle izlediği Monster (2023) filmiyle adından söz ettirmişti. Bu defa filmi ülkemizde ağırlayacak ve Filmekimi- Dram türü filmler çerçevesinde seyretme fırsatı bulacağız. Her ne kadar yönetmenin en iyi filmleri arasında değerlendirilmemiş olsa da Monster, Hirokazu üslubunun özgünlüğünü korumayı sürdürüyor.
Ayrıntılara girmeden özetle Mosnter, on bir yaşındaki bir çocukla annesi arasında gittikçe tuhaflaşan ilişkiyi konu alıyor. Çocuğunun garip davranışlar sergilediğini fark eden anne, bunun kaynağını okulda arayarak insan psikolojisine ve zihnine doğru bol katmanlı bir yolculuğu başlatmış oluyor. Hirokazu filmlerinden görmeye alıştığımız bu katmanlılık hâlini Monster’da geçmiş ile şimdiki zaman arasındaki geçişlerde gün yüzüne çıkan gerçekler aracılığıyla görmeyi bekliyoruz. Filmde çocuk karakterin başrolde oynaması, 2022 Cannes Film Festivali’nde sergilenen Close (2022) filmini çağrıştırırken şüphe üzerine kurulu senaryo, Akira Kurosawa’nın unutulmaz yapımı Rashomon’u (1950) yeniden yaşatacağa benziyor.
Genel değerlendirmelere bakacak olursak; film yorumları ve eleştirileri şu noktada birleşiyor: Monster’ın vermek istediği, esas önemli olanın insanların ne bildiği veya ne bildiklerini düşündükleri. Yani fenomenolojik bir yaklaşımla bireyin bakış açısını ve kişisel değerlendirmelerini gizemlerle dolu bir kurguda bilginin merkezine alıyor. Kaçınılmaz olarak bu da herkesin aynı anda haklı olabileceği, güvensiz ve şüpheli bir zemin oluşturuyor. Diğer yapımlarında olduğu gibi Kurosawa, bu yöntemle yine doğruluk-gerçeklik-geçerlilik kavramlarını sorgulamaya sevk ediyor bizleri. Bir öğretmen tarafından çocuğa kötü davranıldığını düşünen bir annenin, okul personeline saldırmasını yadırgayabilir miyiz? Ya da babasını henüz kaybetmiş küçük bir çocuğun davranışlarını yargılayabilir miyiz?
Ön yargılarımız nedeniyle daha en başta yanıtlarını kendimizce verdiğimiz bu sorular, filmin “değişken bakış açısı” biçiminde örülmüş yapısıyla hemen her sekansta yeni bir cevap buluyor kendine. Sanılar ve gerçekler üzerinden beklenmedik durumlarla sarsılmayı ve altüst olmayı seven izleyiciler için merak duygusunu daima diri tutan film, böylelikle kendine özgü bir heyecan temposunu da yakalamış oluyor.
Ekim ayını aynı heyecanla beklerken Hirokazu’nun ters köşe yapan üslubuna alışmak veya aşina olanlar için yeniden hatırlamaya hâlâ vaktimiz var! Nobody Knows (2004), Broker (2022), Like Father, Like Son (2013) gibi yapımların tadı damağınızda kalmışsa Monster’ı kaçırmamanızı öneririz.
Sometimes I Think About Dying (Yön. Rachel Lambert, 2023)
Prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yapan Sometimes I Think About Dying (2023), Filmekimi’nde izleyiciyle buluşuyor. Kevin Armento’nun yazdığı “Killers” (2013) isimli tiyatro oyunundan ilham alınarak sinema dünyasına kazandırılan film, 2019 yapımı Sometimes I Think About Dying kısa filminden uyarlanmış bir romantik dramedi.
Fran (Daisy Ridley), vaktinin büyük bir kısmını kendi kendine geçiren bir ofis çalışanıdır. Sosyal yönden alışılmışın dışında bir tuhaflığı olan Fran, sık sık öldüğünü düşünmektedir. Sosyal iletişimi ne kadar minimalse, iç dünyasında yaşadıkları o kadar hayal edilemez genişliktedir. Dışarıdan bakınca görünen, Fran’in sosyal normlara kıyısından uyum sağlamaya çalışan ama bunun bedelini de ödeyen bir kadın olduğudur. Oysaki bir gün yeni bir iş arkadaşı, onun özenle koruduğu sınırlarını zorlayarak ansızın geçiverdiğinde kendisi için alışılmışın dışında çok farklı bir yaşantıyı tadacaktır.
Sometimes I Think About Dying, isminin hakkını fazlasıyla veren güçlü imgelerle dolu bir film olmasının yanında günümüzde daha çok konuşulması gereken ruhsal problemlere olan incelikli yakınlığıyla öne çıkıyor. Başkarakterin öyküsünü bilmediğimiz yalnızlığı, rahatlıkla tuhaflık olarak adlandırılan davranışları, duygu ifadelerinin adeta donup kaldığı yüzü aslında içinde bulunduğu çökkünlüğün birer yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Sık sık öldüğünü düşündüğünü dile getirdiğinde, o ana dek hissetmeye fırsat bulamadığını tahmin ettiğimiz bir dışavurum yaşıyor. Öte yandan sosyal kabullerin dışında yer almanın her zaman rahatsızlık verici bir durum olmadığını da aynı karakterde izliyoruz: Yalnızlık, insanın iç dünyasındaki tek başınalığı gibi değilse bile, modern yaşamın huzursuz edici akışında rutin bir şey ve başkalarıyla bağlantı kurmak kimi zaman fazlasıyla zorlayıcı ama bir yandan da özgürleştirici olabiliyor. Ölümüyle ilgili kurguladığı ve Fran için doyum kaynağı olabilen imgeler de en nihayetinde bir tür bağlantı aracına dönüşüyor.
Daisy Ridley’nin Fran karakterindeki etkileyici performansıyla Sometimes I Think About Dying, içedönüklük tanımına indirgenen karmaşık bir ruhsal yaşamın izini sürerken, Filmekimi’nin merakla beklediğimiz özel filmleri arasındaki yerini alıyor.
Öğretmenler Odası (Yön. İlker Çatak, 2023)
İlker Çatak’ın yıl içinde adını çeşitli vesilelerle sık sık duyduğumuz ve muhtemelen de duymaya devam edeceğimiz filmi Öğretmenler Odası/Das Lehrerzimmer (2023), nihayet Türkiyeli seyirciyle de buluşmaya başladı. Benim de Türkiye prömiyerini yaptığı 30. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde izleme şansını yakaladığım ve ilk fırsatta tekrar izleme isteğiyle yanıp tutuştuğum yılın en ilgi çekici filmlerinden biri olan Öğretmenler Odası, beklendiği üzere Filmekimi’nde. Bu yıl Berlin Film Festivali Panorama bölümünde prömiyerini yapan, Berlinale ve Alman Film Ödülleri’nin de dahil olduğu çeşitli sinema organizasyonlarından ödülleri toplayan yapım, yolculuğuna bu yıl Almanya’nın uluslararası film dalında Oscar aday adayı olarak devam ediyor. Film, listenin son haline kalır mı bilemiyorum ama benim gönlümde çoktan ödülü aldı bile. Neden mi?
Almanya doğumlu, Türk asıllı yönetmen İlker Çatak, yıllardır sinemada farklı bakış açılarıyla irdelenen bir meseleyi bir kez daha ele alıyor. Okul, sınıf, öğretmen, öğrenci, veli… Etik değerlerin, genel geçer ahlak kurallarının, öğretmenlik mesleğinin sınırlarının, profesyonelliğin ve daha nice göklerden gelen bir emirmişçesine basma kalıp bir şekilde sahiplenilen değer yargılarının tartışmaya açıldığı filmde Çatak, seyirciye hazmı zor bir deneyim vadediyor. Zira seyirciye en başta başkarakter Carla Nowak olmak üzere film boyunca kusursuz bir karakter sunarak her daim tutunabileceği bir dal vermiyor. Seyircinin adeta mahkeme salonundaki halk jürisi gibi konumlandırıldığı filmde en nihayetinde akıl çerçevesinde yapılan tüm muhakemelerin sonu toplumsal meselelere dayanıyor.
Filmin senaryosunu Johannes Duncher ile birlikte yazan Çatak, Almanya’da bir okula matematik öğretmeni olarak atanan Carla Nowak’ın bir yandan okul sistemine, bir yandan meslektaşlarına, bir yandan da velilere karşı verdiği mücadeleyi perdeye taşıyor. Nowak’ın önemsediği en önemli değeri öğrencileridir. Ne yazık ki Nowak, okulda yaşanılan bir hırsızlık nedeniyle idarenin yaptığı soruşturmanın öğrencilerine zarar verdiğini düşündüğü için kendince çözümler aramak zorunda kalıyor. Nowak, alternatif çözüm yollarına başvurmazsa ırkçılık başta olmak üzere birçok sebepten ötürü olayların amacı dışında noktalara sapma tehlikesi taşıdığını fark ediyor. Nowak’ın bu çözümleri ise daha başka sorunları doğuruyor. Ve işler içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Öğretmenler Odası’nı bugüne kadar meselesini öğretmen-veli-idare-öğrenci ilişkisi çevresinde kuran birçok filmden farklılaştıran yanları var. Zira film okul ortamını toplumun içine düştüğü durumu yansıtan bir mikro alan olarak kullanıyor. Üstelik Çatak; tüm film boyunca mücadelesine eşlik edilecek, takipçisi olunacak olan Nowak’ı özdeşlik kurup nihayetinde katarsis yaşanacak bir karakter olarak kurmuyor. Nowak, asla siyahın karşısında bir beyaz değil, doğrusu ve yanlışıyla gri bir karakter. Nowak, çürümüş bir toplumda beyaz olarak kalmanın mümkün olmadığının bir örneği adeta.
Günün sonunda tüm yaşanılanların sonu, ülkenin sorunlarının bir tezahürüne dönüşüyor. Irkçılık başta olmak üzere Alman toplumunda zuhur eden her şey okulun dört duvarı arasında da yaşanıyor. Özellikle Türk asıllı olduğu için haksız yere hedef gösterilip ifşa edilen Ali isimli öğrencinin durumu Nowak’ı, kariyerini tehlikeye atacak hamleleri yapmaya zorlarken seyircinin tüm yaşanılanlara sakince tanıklık etmeyip büyük bir sorgulamaya yeltenmesi kuvvetle muhtemel. Başarılı kurgusu ile velilerin ve öğrencilerin de dahil olduğu tüm bu kaos ortamında yaşanılanların etkisini bir kat daha arttıran filmin finali de takdire şayan. Tüm soruları yanıtsız, tüm önyargıları karşılıksız bırakan finaliyle oldukça özgün bir yerde duran Öğretmenler Odası, başta benim gibi Nowak ile meslektaş olanlar için kaçırılmaması gereken bir yapım.