“Feleğin çemberinden geçmek” tabirinin, bir hayat anlayışı olarak benimsendiği on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sı, gerçekçilik ile kadercilik arasında içsel bir sorgu hâlindeydi. Hem tasvirler ve temsiller, gerçeğe en yakın biçimleriyle yansıtılmaya çalışılmış hem de insanın özünde iyiyi arayan, görece romantik gelenekler terk edilerek kadere dayalı bir kötülüğün de pekâlâ mümkün olabileceği görüşü benimsenmişti. Dolayısıyla feleğin çemberine çevrilmişti gözler; toplum, çember ne tarafa dönerse o yönün gerçekliğine razı olmayı öğrenmişti. Değişen yüzyılda insana daha naif ve toz pembe bir pencereden bakan romantizm, yerini nesnelliğin aynasını tutan ve insanın yalın doğasını ortaya çıkaran natüralizme bırakıyordu. Ve toplum, ilk defa kaderci bir gerçeklikle kötülüğün farklı derecelerini deneyimlemişti.
Böylesi bir değişim sürecinin eseri olan The Quack, eski ve gelenekselleşmiş bir Polonya hikâyesidir. İlk olarak 1982 yapımıyla karşımıza çıkan eser, 2023 yılında modern tekniklerle zenginleştirilmiş ve The Forgotten Love ismiyle beyazperdeye uyarlanmıştır. Ayrılan geniş bütçe ve gelişen sinematografik tekniklerle beraber dönemin koşullarını çok daha iyi yansıtan bu versiyon, karaktere de daha derin boyutlar kazandırarak tam bir yirminci yüzyıl modernist yapımı ortaya koyar. Ancak, her versiyonuyla içimizi ısıtan bu sıcak aile hikâyesi, göründüğü kadar masum mudur? Belki salt bir kavuşma öyküsü olarak filmin lirizmine odaklanmaktansa natüralist bir pencereden, ‘eksiklik’ ve ‘uygunluk’ kavramlarını keşfetmek, kuytuda kalmış noktalara ışık tutacaktır. Dolayısıyla biz bu defa pembe gözlüklerimizi bir kenara bırakarak karanlık bir filtreyle ‘gizlenen’ gerçeklikleri okumaya çalışalım.
Özetleyecek olursak filmin kurgusu, saygın bir cerrah olan Rafal Wilczur’un etrafında örülür. Rafal, kendini insanlığın hizmetine adamış ve buna kendini fazlaca kaptıran, son derece idealist bir doktordur. Şehirdeki yoksul hastaların sağlık masraflarını karşılayan, gerektiğinde kendi özel kliniğinin kapılarını onlara açan Rafal, ne var ki insanlığa yaklaşmak için attığı her adımda ailesinden biraz daha uzaklaşmaktadır. Kendini gece gündüz verdiği işi, hayatının tamamını kaplamaya başlayınca karısı, buna daha fazla dayanamaz ve kızlarını da alarak evden ayrılır. Rafal, onu terk eden karısının peşine düşmüşken şehrin gettosunda uğradığı saldırı sonucu bilincini yitirerek hafızasını kaybeder. Ne var ki buna tanıklık eden cerrah arkadaşı, Rafal’a yardım etmektense arkadaşını oracıkta ölüme terk eder. Rafal bedenen ölmez, ancak geçmişini hatırlamadığından Antoni Kosiba olarak yeni bir kimlikle hayata döner. On beş yıl, yoksul bir dilenci kılığında dolandıktan sonra bir gün şehrin yakınlarındaki kasabaya yolunun düşmesiyle ikinci bir başlangıç noktasına varılır ve melodrama başlar. Zira Antoni’nin kızı Marysia da burada yaşamaktadır. Fakat aradan geçen yıllar içinde babasını çoktan unutmuş olan kız için Antoni, tamamen bir yabancıdır. Filmin ilerleyen süreci, birbirini yeni baştan tanıyan bu iki insanın, natüralist bir kader örüntüsüyle yeniden kavuşmasını anlatır.
Genel hatları itibariyle filmin romantizm ve tesadüflerin ön plana çıktığı melodrama ögeleriyle dolu olduğunu görürüz. Ancak film, aynı zamanda karakterlerin temsil biçimleriyle güç dengelerine farklı bir yaklaşım sunar. Bunun ilk örneği filmin henüz başında gelir: Herkesçe son derece saygın bir hekim olarak sevilen Rafal, zorlu bir cerrahi operasyonla bir çocuğu hayata döndürür. Bu açılış sahnesinde hem Rafal’ın idealize edilmiş insanî yönüne hem de ameliyatın zorluğuna özel bir odaklanma vardır. Kimi noktada abartıya kaçan bu idealize etme çabası, hemen ardından gelen onur kırıcı olaylarla anlam bulur. Gün boyunca pek çok zorlu operasyon ve hastayla mücadele ettikten sonra izleyicinin gözünde gittikçe yücelen Rafal, eve geldiğinde eşi tarafından reddedilir. Zira her ne kadar başka insanlara şifa dağıtan bir kurtarıcı kimliğiyle yükselse de ihmal ettiği ailesinin gözünde gittikçe uzaklaşan bir ‘yabancı’ya dönüşmüştür.
Rafal yatağa girip sevgi ve şefkat bekleyen erkeksiliğiyle eşine sarılır, ancak içten içe ağlayan kadın, adeta taş kesilmiştir. Kocasına dönüp bakmaz, hatta neredeyse nefes bile almaz. Bunun üzerine Rafal, kan ağlayan bir sesle karısından, onu mutlu edemediği için özür diler. Bu sahnede Rafal’ın o zamana değin hiçbir abartıdan kaçınmadan desteklenen ve şişirilen ‘erkek kurtarıcı’ rolü, karısına yetememesiyle birlikte alaşağı edilmiştir. Ertesi günse karısı tarafından terk edilir; üstelik ‘yüce’ işler başarmamış olsa da maskülen varlığını daha yoğun hissettirebilen, bir başka erkek için. İdealizm ile realizmin çarpıştığı, ikincisinin galip geldiği bu savaş, bir yandan da Rafal’ı efemine etmiş, yani erkeksi gücü tüketmiştir. Hemen ardından maruz kaldığı ölümcül şiddet, karakteri kelimenin gerçek anlamıyla yok etmiştir. Başarılı; erdemli, cömert ve yardımsever bir cerrah olarak yücelik bakımından bir ‘bütün’ oluştururken kimliğinin özünü oluşturan cinsî yönden artık tamamen ‘eksik’tir. Ne ailesi kalmıştır geriye, ne erkekliğinden ileri gelen herhangi bir güç ne de kimliği.
Rafal ne kadar ‘eksiltilmiş’ bir erkek portresi çizerse kızı Maria da o kadar aykırı bir kadın olma yolunda ilerler. En başta üniversiteye gidip okuma, kendi gelirini kazanma ve bağımsız olma hayalleri vardır. Bunu gerçekleştirmek için bir barda çalışmaya başlar. Bu koşullar ve Marysia’nın hayallerinin temelindeki ‘özgürleşme’ göz önüne alındığında, dönem normlarının çizdiği cinsiyet rollerinden yine uzaklaşıldığı görülür. Yani Maria, sözüm ona kadınsılıktan uzaklaştıkça kendine bağımsız ve güçlü bir hayat kurabilecektir. Ne var ki film, bunu bir ideal olarak göstermek yerine tıpkı babası gibi genç kızın ‘eksikliğini’ tamamlamaya çalışır. Çünkü natüralist yaklaşım, doğal hâlinden uzaklaştığı takdirde insanın kendi felâketine neden olacağını savunur. Bu nedenle doğasındaki özü korumalıdır herkes; entelektüel faaliyetler nedeniyle biyolojik öze karşı sınır ihlâlleri, ‘feleğin’ cezasıyla son bulur. Bu anlayışı desteklemek istercesine Maria, hayalleri için para biriktirdiği sırada bir kont çocuğu olan Lezsek’e âşık olur. Ve hayallerini evcil bir yaşam temelinde yeniden kurarak mutluluğu bu sefer evlilikte aramaya başlar.
Bu sırada köydeki bir baba kızın yanında kalmaya başlayan Rafal, yeni kimliğiyle Antoni, köydeki birkaç kişiyi tedavi etmesinin ardından hafızasını yavaş yavaş geri kazanır. Cerrahi yetenekleri, uğradığı şiddet sırasında kaybolmamıştır; elleri içgüdüsel olarak beyin ameliyatından bacaktaki kırığa, gelen her vakaya şifa dağıtır. Özellikle köyün kadınları tarafından hayranlıkla karşılanan Antoni’nin evinin önünde artık uzun hasta kuyrukları oluşmaya başlamıştır. Gelen kadınların çoğu ise hasta olduğu için değil, Antoni’yle vakit geçirmek ya da onu görmek için uydurma bir hastalıkla kuyruğa dâhil olur. Antoni, eski saygınlığını yeniden kazanmaya başlarken burada yine kadınların ilgisine ilişkin ayrıntı, daha sonra konuk olduğu evin kızıyla yaşadıkları cinsel ve duygusal yakınlık, karaktere yitirdiği erkekliği yeniden bahşeder bir bakıma. İktidarsızlaştırılmış, eksiltilmiş, içi boşaltılmış bir erkek kimliğinden sıyrılarak erkekliğini tüm yönleriyle yaşayan ve deneyimleyen ‘bütün’ hâlini geri kazanmıştır. İşte ancak bu noktadan sonra (doğal bütünlük sağlandığı anda), o zamana değin trajik bir yönde ilerleyen olaylar, beklenen mutlu sona çevirir yönünü. Özüne sadık şekilde geri dönen insanlar, mutluluğu ‘hak etmişlerdir’ (!).
Toplumsal cinsiyet rollerinin, kader algısında nasıl etkin olduğu ve natüralizmin her iki cinsiyete öğütleri, böylelikle romantik bir dilde temsil edilir. İzleyici olarak bizler her ne kadar hikâyenin de nihayet mutlu sonla bir bütün oluşturmasından keyif alsak da yüzeyin altında yatan telkin, çoğumuzun dikkat etmeden yadsıdığı, farkında bile olmadığı, genel bir kabul hâline gelmiştir. Dolayısıyla telkinlerin izini sürmek için insanı her yönüyle bir bütün olarak görmek yerine toplumsal cinsiyet rollerinden uzaklaştıkça eksilen ve cezalandırılması gereken bir varlık olarak değerlendiren, idealize edilmiş romantik kurguların derinlerini kurcalamak gerekir. Peki, ya Rafal, karısının peşinden gitmeyip de ‘erkekliğine’ laf edilmesi pahasına işine verseydi kendini? Yahut Maria, mutluluğu bir erkeğin kollarında aramak yerine üniversite hayallerini sonuna kadar gerçekleştirseydi? Baba kızın birbirine kavuştuğu bir mutlu sonla içimizi ısıtamazdık belki; ama kendi hayatımızda bu sınırları yıkarak ‘olması gerekenleri’ bizzat belirleyebildiğimiz, başkalarını aydınlatmak için değil, kendimizi görebilmek için tüm dünyayı aydınlatacak bir ateşi yakardık hiç değilse.