8. Çalı Köy Filmleri Festivali’nde Fil’m Hafızası ekibi olarak hazırladığımız köy temalı özel seçkide gösterilen Körfez (2022) isimli kısa filmin yönetmeni Kumru Karataş ile filmi, sinema sevgisi ve festival hakkında sohbet ettik. Keyifli okumalar dileriz.
Körfez filminin ismi neye dayanıyor? Filmle alakalı ilk fikirler ve ilhamlar nerelerden ve nasıl geldi?
Aslında ismin hikâyesi çok enteresan. Ben ilk başta bu filmi kısa film yapımı dersinde, üniversitede ödev olarak yazdım. Sonra derste tek tek bütün sınıf sunumlarımızı yaptık. Sunumları dinledikten sonra hocamız sağ baştan “Filminin ismi ne?” diye herkese sormaya başladı. Ben de filmi yazmıştım ama bir isim koymamıştım. Sıra bana geldi. “Seninkinin adı neydi?” dedi. “Bilmiyorum ki düşünmedim.” dedim. “Hemen şu an aklına ilk gelen şeyi söyle.” dedi ve Körfez dedim bir anda. Ben böyle bilinç dışından gelen şeylerin gücüne çok inanıyorum. Yani mutlaka aslında hayatımızda bir yeri, bir anlamı olduğu için ağzımızdan çıktığını düşünüyorum. “Tamam.” dedi ve sonra bir daha hiç değiştirmek istemedim. Hatta yapımcımla bunun tartışmasını çok yaptık. ‘’Gerçekten körfez mi?’’ diye. Evet gerçekten Körfez. İsmi buradan geliyor. Sonrasında neden ismi Körfez diye bunu soran çok oldu. Ben de bu hikâyeyi anlatınca ‘’Körfez bir şeylerin ayrımı, bir sınır olduğu için ve filmde de aslında bir ayrım, tercihle alakalı şeyler izlediğimiz için aslında uygun da bir isim olmuş.’’ dediler.
İzleyicilerinden annenin mistik gücü mü var sorusu gelmişti sana. Filmin isminin çıkması da aslında mistik olmuş.
Evet, kesinlikle öyle. Ben mistik şeylerin enerjisine çok inanıyorum. Bence sanat yapmak, film yapmak genel olarak zaten çok mistik şeyler. Çok rasyonel bir iş yaptığımızı düşünmüyorum. Her ne kadar tabii ki rasyonel tarafları olsa da genel olarak böyle mistik şeyler güzel oluyor.
Eline sağlık. O zaman şöyle devam edeyim. Okuyucularımızın da seni daha yakından tanıyabilmesi adına filmin serüvenini ve senin sinemaya başlayışını bize anlatır mısın?
Tabii anlatırım. Benim babam da sinemacı idi. Bu nedenle evde kendimi bildim bileli hep güzel filmler izlenirdi. Bir gün on bir yaşındayken bir bilim kurgu filmi izliyorduk. Filmin hangi film olduğunu asla hatırlamıyorum ama bir bilim kurgu filmiydi, onu çok net hatırlıyorum. Filmin bir sahnesinde ben filmin güzelliğinden hüngür hüngür ağlamaya başladım. Asla duygusal bir sahne değildi ama ben ‘’İnsan denilen varlık nasıl yaratabilmiş bunu? Biz tür olarak böyle bir şey yapabiliyoruz. Bu ne kadar büyüleyici bir şey.’’ diye düşünerek ağladım ve o an ‘’Evet, benim hayatta bunu yapmam gerekiyor.’’ dedim. Muhtemelen benim bu bilim kurgu ve distopya hayranlığım da buradan geliyor.
Peki böyle hissedenler mi sinemacı oluyor sence? Bunu hissetmeyen biri sinemayla gerçekten meslek olarak uğraşabilir mi?
Uğraşabilir ama ben bunu hissedip sinemayla uğraşanların daha iyi sinemacı olduğunu düşünüyorum. Daha iyi filmler yaptığını düşünüyorum. Bilmiyorum, biraz fazla klişe ya da romantik gelebilir ama öte yandan bence yaptığımız iş romantik de bir iş. Film yapmada yürekten gelen bir şeylerin olması lazım. Samimi olması lazım. Karşındaki insana samimiyetle gitmediğin zaman seyirci bunu net bir şekilde anlıyor. Seyirci her şeyi hissediyor ve seyirciye samimiyetle gittiğin müddetçe yaptığın şeyin gerçekten bir karşılığı olduğunu görüyorsun. Bu nedele de eylemin yürekten geldiğini düşünüyorum. Sonrasında da ‘’Evet, hayatım boyunca benim bunu yapmaya, insanlara benim şu an hissettiğim şeyi hissettirmeye çalışmam gerekiyor. Bunun için yaşamam ve yönetmen olmam gerekiyor, film yapmam gerekiyor.’’ dedim ve sinemacı olmaya karar verdim.
Körfez’deki anne karakterini ben sana tip olarak çok benzettim. Anne karakterinde göstermek ya da anlatmak istediğin bir kavram ya da durumlar var mıydı? Çünkü annenin film boyunca çok fazla fedakâr ve ilgili yanını görüyoruz.
İzlerken herkes çok benzetiyor. Kadın konusu edebiyatta çok fazla temsiliyeti olan bir şey. Hayatta zaten öyle. Her şey oluyoruz: Eş oluyoruz, sevgili oluyoruz, anne oluyoruz, abla oluyoruz, patron oluyoruz, işçi oluyoruz ve aslında her birinin farklı kimlikleri, farklı aidiyetleri olsa da belli bir noktada bazen kendimizle alakalı olan şeyleri kaçırabiliyoruz. Öyle bir anne oluyor ki bazen, ben kimdim diye sormayı unutabiliyor ya da öyle bir işine veriyor ki kendini, ben şu an ne istiyorum ve mutlu muyum diye düşünmeyebiliyor. Bunların hepsi kaçabiliyor hayatın içinde. Burada da anne kimliği üzerinden yola çıkıp, normal şartlarda ortada eril bir psikolojik baskı yüzünden cesaret edemeyeceği bir şeye cesaret eden ve bunu anne olmasıyla bahane eden bir karakter var. Eril düzene karşı çıkabilmesi ve cesaret edilemeyecek şeye cesaret edebilmesi için orada anneliği bahane ediyor.
Bir kadının hatta insanın yapması gereken şeyi anne oluşu sayesinde gerçekleştirebiliyor.
Evet. O anlamda benim çok önem verdiğim bir şeydi bu. Çok fedakâr bir anne. Çocuğa başka bir dünya kurmuş bir odanın içinde. Dışarı çıkılmayan bir evrende çocuğuyla oyunlar oynuyor, ona masallar okuyor, bebekler yapıyor, kağıtlardan kartonlardan gezegenler yapıyor. Çünkü çocuk gökyüzünü göremiyor. Fakat her kadının belli bir noktada dışarı o adımı atmaya cesaret etmesi gereken bir gün geliyor.
Filmde annenin yarattığı o dünya çok güzeldi. Orada senin daha kişisel şeylerin var mıydı?
Camın kenarında duran mavi elbiseli ve uzun sarı saçlı bir bebek var mesela, o benim. Biz çocukken kız kardeşimin en sevdiği oyuncak bebeği idi. Hatta kendi adını koymuştu Meryem diye. Özellikle o çok olsun istedim ama en önemli ve en kişisel şeyim herhâlde, şu an bile anlatırken gözüm doluyor, annenin final sahnesinde ormanda yürüdüğü sahnede üstündeki o krem rengi hırka. Benim bu senaryoyu yazarken hiç üzerimden çıkarmadığım ve çok zor dönemlerimde giydiğim, tırnak içinde depresyon hırkam diye adlandırdığım hırkam. Yazdığım şeyi kanlı canlı karşımda monitörde görünce depresyon hırkam işini yaptı, her şey yerine ulaştı ve görevini tamamladı dedim.
Senin duygusallığını ve bir de bu hırka hikâyesini de öğrenince gerçekten büyümüş bir Kumru’yu, onun gücünü ya da olmak istediğin kişiyi izlemiş olduk gibi düşündüm.
Kesinlikle evet. Filmi çekeli iki yıl oldu. Aylardır izlemiyordum ve dün izleyince insan hâlâ kendinden bir şeyler görüyor. Bunu da aslında bu yüzden yapmışımdır diyor. Bazen çok sevdiğiniz filmleri tekrar tekrar izlersiniz ama her izlediğinizde yeni bir şey keşfedersiniz ya. İnsanın bunu kendi filmi için de yapması çok enteresan bir şeymiş. Çok büyüleyici bir şeymiş. Bir yandan ne yazdığını ve ne çektiğini çok sonradan anlayabiliyorsun.
Filmi izlerken başta baba karakterini soğuk, mesafeli ve tehlikeli buldum ben. Hatta acaba baba karakteri yok mu diye düşündüm. Acaba annesi bir şey yarattı, babası yok muydu gibi. Babayı odunlarla beraber gördüğümüz sahnede aşırı gergin hissettirdi. Anne karakterinin zıttı olarak yaratmaya çalıştığın bir detay mıydı o? Ya da toplumda var olan kadın ve erkek dinamiğini mi yansıtmak istedin?
Baba karakteriyle alakalı dışarıdan ilk baktığınızda evet, kullandığın kelimelerin hepsi çok doğru. Tehlikeli, tekinsiz, gergin, otoriter. Bunlar bizim Türkiye’de, toplumda çok tanıdık, aşina olduğumuz bir baba profili. Aslında bir erkek profili. Fakat belli bir noktada aslında şunu da atlamamamız, gözden kaçırmamamız gerektiğini düşünüyorum. Senaryoyu yazdıktan sonra bunun üzerine yapımcımla çok tartıştık. ‘’Ben yapamıyorum. Baba karakterini sevemiyorum. Nasıl seveceğim ben bu adamı?’’ diye. Ama benim bu karaktere belli bir noktada empati de duymam gerekiyordu. Çünkü çekeceğim ve yönetmeni benim. Ben yaratmışım onu ve sevmiyorum. Tolstoy, Anna Karenina için ‘’Bu kadın bana direniyor.’’ diyor yazarken. Ona çok yakın bir şey aslında bu.
Herkesin birtakım rolleri var. Eril bir düzende anne kızıyla ilgilenip onun barınması, beslenmesi, psikolojisi, eğlencesi, oyunu ile ilgilenirken adam da aslında boş durmuyor, adamın eli armut toplamıyor. O evde ısınmak da lazım ve adam ısınmak için gereken odunu kesiyor. Bir şeyler yemeleri lazım, yeni getirdiğim buğdaydan yedi mi diyor adam. Eve ekmek getiriyor, buğday getiriyor, meyve getiriyor. Belli bir noktada aslında herkes üzerine düşeni yapıyor. Adam da belki istemezdi bu kadar katı, bu kadar soğuk, bu kadar taşlaşmış olmayı. Ama o evrende bir noktada hayatta kalmaları ve babanın onları koruması gerekiyor. Karısını ve kızını beslemesi gerekiyor, ısıtması gerekiyor ve dolayısıyla belki de bunların hepsinin içinde o beklediğimiz hassasiyette bir insan olamıyor. Bunun için ona ne kadar kızılabilir ki? Adil bakmak gerekiyor birazcık.
Senaryoyu ilk yazdığımda ve bittiğinde, ben bu adama ısınamıyorum dediğim noktada adil bakmıyormuşum onu fark ettim. Çünkü kızgın olduğum şeyler vardı eril düzenle ilgili. Kızgın olduğum erkekler vardı, kızgın olduğum hikâyeler vardı. Babama kızgındım, eski sevgilime kızgındım. O yüzden baba karakteri benim için başka bir yerdeydi. Ama onun da sebepleri var. Annenin olduğu kadar onun da sebepleri var. Dolayısıyla aslında özetlemek gerekirse şunu söyleyebiliriz: Evet, toplumsal rollere ve ataerkil düzene uyan taraftaki yerlerden bir tanesinde duruyor baba. Fakat ona da bu kadar yüklenmemek gerektiğini düşünüyorum. Bu biraz belki büyümekle alakalı, biraz tarafsız bakabilmek ile alakalı. Burada tabi ki eril düzeni övecek değilim. Bunun tam tersi bir film yaptım. Bu aslında eril düzene bir başkaldırı filmi aslında. Fakat arada bir dönüp bir şeylere tarafsız bakıp karşı tarafla da empati yapmamız gerektiğine inanıyorum.
Filminle büyümüşsün ve bakış açını değiştirip geliştirmişsin. Zaten filmin en sonunda da babanın aslında duygusal tarafını görüyoruz diye not almışım. Ama soru işaretleri de bıraktı filmin sonu bende. Orada anneye ne oldu? Metaforik olarak mı bir fedakârlık yoksa gerçekten gün ışığında anneye somut olarak bir şeyler yaşatan bir fedakârlık mı görüyoruz? Anne konuştuğumuz gibi daha mistik bir şey mi?
Bir filmi izlersiniz ve seyirci olarak burada bu oldu galiba diye kendinizce bir çıkarımda bulunursunuz ama bilemezsiniz. Bu yönetmen için böyle miydi? Yönetmenin kafasında aslında nasıl bir şey vardı? Bu nasıl bir dünyaydı? Arka planı neydi? Tabi ki benim içimde bu hikâyenin ve bu soruların birtakım cevapları var. Spesifik olarak da bu aslında iki bin bilmem kaç yılında geçen ve şu doğa olayı olduğu için insanların güneşe çıkamadığı bir evren diye size kendi kafamda yarattıklarımı dakikalarca anlatabilirim. Ama bunların aslında hiçbir önemi yok. Çünkü önemli olan siz bunu nasıl görüyorsunuz. Bir ipucu vermem gerekecek olursa şunu diyebilirim: Aslında en büyük korkularımıza dönüp bakmıyoruz, gerçekten korktuğumuz şey korkmamız gereken bir şey mi diye. Belki de hiç öyle bir şey yoktur.
Körfez’in ortaya çıkış ilhamlarından biri, insanlığın tarihin başından beri karanlıktan korkması ve buna mantıklı bir açıklama bulamıyor oluşuydu. Neden karanlıktan korktuğunu bir insana sorduğunuzda karanlıkta bir şey olabilir, ne olduğunu bilmiyoruz ama tekinsizlik var, oluyor. Aynı şeyi tam tersine çevirirsek ve insanlar ışıktan korkarsa ne olur diye düşündüm. Karanlıktan korkarken orada ne olduğunu bilmiyoruz ama bir şey vardır diye korkuyoruz. Yani ne olduğunun bir önemi yok, bir tehlike var. Aynı şeyi ışığa çevirdim aslında. Karanlıktan neden korktuğunun mantıklı bir açıklamasını yüzyıllardır yapamayan bir insanlık varken bence insanlar niye güneşten korkuyorlardı diye sormak birazcık bana haksızlık olur diye düşünüyorum. Ama finalde aslında ortada korkacak hiçbir şey olmadığının, hiçbir şeyin korktuğumuz kadar öcü olmadığının farkına varmak, bu korkuları aşmak temel oluyor.
Böyle deyince bende şu an çok katman açıldı. O korkular, belki konuştuğumuz eril baskılar, toplum, kendini gerçekleştirememiş anne rolüne sıkışıp kalmak, kendi kararını verememek. Çok daha fazla etkilendim.
Bu arada Kurtlarla Koşan Kadınlar (1989) kitabından çok ilham aldım. Anne ve kızın oyun oynadığı sahnelerde kadının taktığı kurt kafası aslında oraya minik, tatlı, temsili bir gönderme gibiydi.
Filminin dünyasını distopik olarak sınıflandırabiliriz. Seni bu türe, bu hikâyeye çeken şey ne oldu, izlemeyi en çok sevdiğin türlerden biri distopya mı?
Kesinlikle izlemeyi en sevdiğim türlerden birisi distopya. Gerçek dünyada yeterince sıkıcı ve monoton bir hayat yaşıyoruz. Ben beyaz perdede farklı bir şey izlemek istiyorum. Beyaz perdede farklı bir dünya görmek istiyorum. Sinemanın şu olsa ne olurdu ihtimalini seviyorum. Zaten senaryo yazımının da altın kurallarından biridir bu. Sinemanın bu tarafı beni heyecanlandırıyor. Hiçbir zaman olamayacağım bir insan olmuş olma fikri, hiçbir zaman izleyemeyeceğim, içinde bulunamayacağım bir dünya görme fikri. Yeterince sıkıcı ve monoton bir dünyada yaşadığımız için ben beyaz perdede ihtimallerin sonsuzluğunu görmemiz gerektiğine inanıyorum. Var olduğumuz dünyayı bükebileceğimiz bir alanı bunun için kullanmanın çok daha efektif, çok daha etkili ve çok daha büyülü olacağına inanıyorum. Bundan kaynaklı da yaşadığımız gerçekliği eğip bükmek için harika bir araç sinema. Ben niye bunun için kullanmayayım ki?
İzlerken benim en çok etkilendiğim şeylerden birisi filmin müzikleri oldu. Müzik seçiminde nasıl hazırlıklar yaptınız? Nasıl çalıştınız? Çok etkileyiciydi.
Çok teşekkür ederim. Benim müzikle çok ayrı bir ilişkim var. Bir beste dinliyorum ve benim kafamda bir sahne oluşmaya başlıyor. Sonra kafamda oluşan sahnenin üzerinden film yazıyorum. Körfez‘de de bu böyle oldu. Ben Körfez‘in o ana müziği olan tınısını dinlerken aklıma birtakım sahneler gelmeye başladı. Gözümün önünde bir şeyler akmaya başladı ve ben oturup yazmaya başladım.
Yapımcımla bu konuda da çok istişare ettik. ‘’Müziklerini özgün yaptıralım, çok daha iyi bir müzik yaptırabiliriz. Anlıyorum, seviyorsun. Gönül bağın var ama hem özgün müzik yaparsan müzik ödülü de alma ihtimalin olur festivallerde.’’ dedi. Bunu istiyorum dedim, çünkü yeri ayrı. Çünkü ben bundan aldığım ilhamla filmi yazmışım zaten. Bu çok önemli bir şey. Müzik en temel taşı benim için.
Kızın ve annenin oyun oynadığı sahnede çalan müzik Gökhan Terlemez’e ait. Aynı zamanda filmin ses tasarımcısı da o. Bütün filmin seslerini yaptı. Kendisi çok sevdiğim bir arkadaşım ve müthiş bir insan, çok yetenekli bir adamdır. Küçük bir kızı var ve filmi ilk izlediğinde bu hikâye beni inanılmaz etkiledi ve ben kadınla kızın oyun oynadıkları sahneye özel bir müzik yapmak istiyorum dedi. Öyle ayrı, duygusal bir hikâyesi var. Kızı olduğu için ve o sahneyi çok özel bulduğundan onda da ayrı bir yer edindi. Müziklerin hikâyesi böyle.
Çok güzel bir hikâyeymiş kesinlikle. Son olarak festivalleri konuşabiliriz. Çalı Köy Filmleri Festivali’nde olmak, filmin çeşitli festivallerde yarışması ve gösterilmesi nasıl bir his?
Kısa film yaptığınız zaman bunun mecra olarak tek gösterim alanı festivaller olabiliyor. Çünkü vizyona sokamıyorsunuz, kısa filmde böyle bir şey yok. Kısa filmde sizin tek alanınız festivaller. Dolayısıyla sadece kendi sektörünüzden, kendi meslektaşlarınızın izlediği, aynı sektörden farklı departmanlardan insanların izlediği ve hâliyle tırnak içinde elitist bir kitleye hitap edebiliyorsunuz.
Çalı’nın en güzel ve en önemli özelliği bu bence. Sinemayla hiç alakası olmayan, bambaşka meslekler yapan, bambaşka yaş gruplarından insanlar buraya gelip sizin filminizi izleyebiliyorlar. Bu çok önemli bir şey çünkü benim zaten sinema yapmak isteme sebebim, yola çıkış amacım bu. Daha çok insana hitap etmek, daha çok insana ulaşmak, insanlara sesimi duyurmak. Ben sadece kendi mesleğimden, kendi sektörümden insanlara sesimi duyurmak istemiyorum. Ben herkese sesimi duyurmak istiyorum. Bu yüzden sinema yapmak istedim en başta. Çalı’nın bütün güzelliği burada. Dün de film gösterimleri sonrasında müzik eşliğinde hep birlikte dans ettik, eğlendik. Çok güzeldi. Sokakta, mahallede top oynayan çocukların ve yönetmenlerin, müzisyenlerin bir arada karşılıklı dans edebildiği dünya üzerindeki tek yer burası. Dün öyle görüntüler çıktı ki alıp belgesel yaparsınız. Gerçekten inanılmazdı. Bence en önemlisi burada sınıf diye bir şey olmaması. Burada üç yüz kişiyle birlikte benim filmimi izledik ve bu çok güzel bir şey. Bu başka bir festivalde ya da başka bir yerde yaşayabileceğiniz bir durum kesinlikle değil. Bir kısa filmci olarak zaten bunu yaşayabildiğim ve yaşayabileceğim tek yer olduğu için burası çok özel. İlk gelişimdi ama asla son gelişim olmayacak.
İyi ki geldin. İyi ki geldik. Fil’m Hafızası olarak da tanıştığımıza çok memnun olduk. Çok teşekkür ederiz.
İyi ki geldiniz, iyi ki çağırdınız. Ben teşekkür ederim, çok memnun oldum.