Fil’m Hafızası olarak 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde Uluslararası Kısa Film Yarışması kapsamında Dank (2024) filmi ile yarışan Tuvana Simin Günay ile söyleşi gerçekleştirdik. Filmi ve festival süreci hakkında merak ettiklerimizi sorduk. İçten ve samimi cevapları için Tuvana’ya teşekkür ederiz.
Aslında sektördeki mesleğin kurgu. Birçok festivalde adını görüyorum. Önemli işlere imza atıyorsun. Bence hareketli görüntüleri film yapan en önemli şeylerden biri kurgudur. Bu bağlamda kurgu sanatına oldukça önem verdiğini düşünüyorum. Öte yandan sinema mezunusun. Hayalinde yönetmenlik adına nasıl bir tasarı vardı. “Birgün film yapacağım!” şeklinde ertelenen bir şey miydi yoksa? Sürecin nasıl gelişti?
Her zaman aklımda kendi hikâyelerimi ve hayatta bana dert olmuş meseleleri anlatmak gibi bir gayem vardı aslında. Fakat ne öğrenciyken ne de sonrasındaki beş sene içerisinde kendimde yönetmenlik yapacak yetkinliği hissetmedim. Bahsettiğim sadece yeterli deneyime sahip olmamak ya da teknik bilgi yetersizliği değildi. Hayatta ne istediğimi algılamak ve kendimi tanımakla ilgili de bir deneyimsizlik hissediyordum. Dolayısı ile kafamda kendime ve hayata bakışıma dair sorular netleşene kadar yönetmenlik benim için ertelenen bir arzu hâlinde bir köşede bekliyordu. Fakat senin de dediğin gibi kurgunun ne kadar önemli olduğunu fark etmem ile işler değişti. Kurgunun gücünün – her film için olmamakla beraber- çoğunlukla filmin nasıl çekildiğinden daha kuvvetli olduğuna inanıyorum. Kurguyu iyi öğrenmem ve birçok filmi tamamlayarak ekiplerimle güzel başarılar elde etmemiz yönetmenlik yapmak konusundaki cesaretimi de arttırdı. Şu an kafamı kurcalayan ise, doğru hikâyeyi bulmak ve onu incelikleri ile senaryolaştırabilmek. Bu süreçte hâlâ öğrenecek çok şey var.
Yanılmıyorsam pandemi sabahlarının bitmek bilmez kasvetini anlattığın oldukça sakin, nahif bir filmin daha var; Günün Başlangıcı (2020). İzleme şansı bulan nadir insanlardan biriyim. Kendimi bu noktada şanslı sayıyorum. Ki zaten Günün Başlangıcı, 1. Akbank Evde Kısa Film Yarışması Mansiyon Ödülü, 1. Mutlu Kısa Film Günleri Kısa Film Yarışması Teşvik ödülünün sahibi oldu. Aradan geçen bu üç yılda anlatı dilinde farkını hissettiğin önemli bir değişim var mı? Anlatmak istediğin, değinmek istediğin konuların benzerliklerini ya da zıtlıklarını gözlemliyor musun? Çünkü uzun zamandır sektördesin ancak Dank (2024) yanılmıyorsam yönetmenliğini üstlenip kamera arkasına geçtiğin kurmaca kategorisinde ilk projen, değil mi?
Günün Başlangıcı‘nı izlemene çok mutlu oldum. İki buçuk dakikalık bir pandemi filmi olsa da çok sevdiğim bir iş ve ilk filmim desem yanlış da olmaz. Fakat pandemi şartlarından ötürü kendi imkânlarım ile tek başıma çekip kurgulayarak, tüm tasarımı tek başıma üstlendiğim bir film oldu. Süresi kısa olsa da “challenge” yaratan bir işti. Müziğini Şevket Akıncı, renklendirmesini de Emre Karagöz yaparak destek oldular. Bu filmde sadece pandemideki durumumuzu değil, aynı zamanda evlerimizdeki evcil dostlarımızın da hayatına biraz empati duyalım istemiştim. Evlere tıkılan hayvanlar meselesi hep çelişkili duygular yaratan bir konu benim için. Çünkü hayvanlar üzerinden bizimle, pandemi sayesinde de bizim hayvanlarla bağımızın kuvvetlendiğini düşünüyordum. Günün Başlangıcı ile Dank arasında saydığım sebeplerden çok fark var tabii. Dank, büyük bir ekiple her aşaması profesyonel yürütülen bir iş. Profesyonellik ve süre açısından bakınca da evet, ilk filmim sorulduğunda Dank diyebiliriz. İkisi birbirinden çok farklı filmler olsa da ikisinde de sade ve duru bir biçimsel tarz var. Henüz tarzım nedir ben de bilmiyorum, keşif aşamasındayım. Birkaç film daha çektikten sonra bir gün seninle yönetmenlik dilimi de konuşuruz umarım.
Kurgudan vizöre uzanan uzun bir yolculuk var aslında senin hikâyende. Ben Dank’ın yaratım sürecini oldukça merak ediyorum. Seni yakından tanıdığım için biraz hâkim olsam da daha detaylı öğrenmek isterim. Öncelikle artık kendi filmimi yapmak istiyorum dediğin nokta neresi oldu? İkinci olarak da Dank’ı nasıl hikâyeleştirmeye karar verdin?
Dank, kendi filmimi yapmak istediğim bir noktadan çıkmadı. Tamamen hayatın küçük tesadüfleri ile gelişti. Bir akşam Ecem ile Karaköy’de oturuyorduk. Ecem Gündoğan, Dank’ın senaristi aynı zamanda da yakın arkadaşım. Başına gelen bir olayı anlattı. Epey gülüp, üstüne konuştuk. Sonra ben de başıma gelen bazı Dank hikâyelerini anlattım. Derken kendimizi bütün akşam bu konuyu konuşurken bulduk. En sonunda kalkarken “Neden bu konudan bir film yapmıyoruz?” dedik. Bizce bu durumların içinde kalan binlerce insan vardı. Bu yüzden filmin seyirciye çok rahat geçeceğini ve empati hissi yüksek bir film olacağını öngördük. Ecem o hafta hemen senaryonun ilk taslağını oluşturdu. Sonra bir yıl boyunca ayda birkaç kez buluşup beraber senaryonun taslağına çalıştık. İşte budur dediğimiz noktada da çekmeye karar verdik.
Filmin çekimleri sırasında kurguyu da düşünsel olarak bitirmiş olmalısın. Beklenmedik bir sürprizle karşılaştın mı? Set süreci, planların, deneyimlerin nasıldı? Bir kurgucu gözüyle filmi yönetmek nasıl bir duyguydu?
Sete çıkmadan önce tüm planları ve sahneleri kafamda birbirine bağlamıştım. Zaten senaryodaki kurgu ve çekim planı anlamında da çok hazırlıklı çıktım sete. Bu yüzden kurguda ciddi bir problem yaşamadık. Bir kurgucu olarak hâkimiyetin avantajını çok hissettim. Fakat setimiz maalesef çok talihsiz geçti. Her setin kendine özgü zorlukları vardır. Set doğası gereği aksiliklerle dolu bir alan zaten ama bizim setimiz normalin üstünde aksiliklerle doluydu. Filmi 2022’de pandeminin zirve yaptığı bir dönemde çektik. Hamal karakteri için Serkan Keskin ile anlaşmıştık. Ertesi gün sabah 06:00’da sete çıkacakken, Serkan koronaya yakalandığı için gelemeyeceğini söyledi. Biz de aynı akşam 17:00’den sanırım 23:00 sularına kadar yeni erkek oyuncu aradık. Kayhan son dakika gece 01:00’de dâhil oldu ve sabahına senaryoyu ezberleyip geldi. Dolayısıyla provasız paldır küldür sete girdik. Set başlar başlamaz da görüntü yönetmenim Engin korona olup seti bırakmak zorunda kaldı. Işık şefimiz Ersin de aynı şekilde. Ve ekipten başka da bırakmak zorunda kalanlar oldu. Bütün setin korona olması nedeniyle acılar içinde zar zor tamamlanan bir işti. Set çıkışı ekipçe çorbacıya gitmek yerine hastaneye gittik zaten 🙂 Açıkçası seti bitirebilmemizi bile mucize olarak görüyorum. Filmin nasıl olduğundan önce, ortaya bir film çıkarabildiğimiz için ekipçe tabii ki çok gururlu hissediyoruz.
Dank her gün hepimizin başına gelebilecek orta gerilimli bir olayın perdeye yansıması diyebilir miyiz?
Evet, herhangi sıradan bir günümüzde yaşayabileceğimiz hayatın içinden en fazla bir saatlik bir an aslında. Çoğumuzun buna benzer onlarca anısı da vardır zaten. Ama bazen bu hikâyenin daha farklı taraflara gidenleri de olabiliyor tabii. Sınıfsal anlamda iletişim samimiyetsizlikleri ve zorlukları, üst sınıftan alt sınıfa kibir ve aşağılama ile aktarılabiliyor. Bu bizim filmdeki gibi daha ince detaylarda saklı olabiliyor ya da daha sevimsiz noktalara da gidebiliyor. Ya da diğer taraftan tacizin boyutları artabiliyor. Ama Dank’ta biz sınıfsal gerilim ve iletişimsizliklerden kaynaklanan sonuçları vahim noktalara ulaştırmadan daha ince bir çizgide tutmaya ve düşündürmeye çalıştık.
Bir fikir filme dönüşüyor. Sanırım bu gerçeklik için sinemanın büyüsü diyebiliriz. Üstelik fikrinin ödül kazanması, beğenilmesi, paylaşılması çok tarifsiz bir mutluluktur diye düşünüyorum. Hâlihazırda Dank’ın 60. Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Kısa Film Yarışması finalistliğiyle beraber Akbank Kısa Film Festivali, Directed By Women Turkey, gibi festivallerde de finalistiliği var. Senin için yarışmalar nasıl geçiyor? Seyirci tepkileri nasıl?
Yarışmalar keyifli geçiyor. Birçok kısa filmci arkadaş edindim. Yarışmaların en güzel tarafı bu sanırım. Seninle benzer dertlere ve tutkulara sahip insanlarla temas etmek, onlarla bu tecrübeyi beraber yaşamak. Seyirci tepkileri ise beklediğimizden farklı oldu aslında. Sinema salonlarında gösterilirken seyirci ile beraber filmi tekrar izlemeyi bu yüzden çok seviyorum. Genel olarak filmin birçok yerinde kahkaha atılıyor. Film reaksiyon veren bir seyirci yaratıyor. Aslında bu beklediğimiz bir şey değildi. Çünkü filmin gerilimli bir yanı da var. Yer yer tebessüm bekliyorduk tabii ki fakat gelen tepkiler filmin kara mizahının epey ön planda olduğu yönünde. Ayrıca filmden sonra filmin ne anlattığına dair hem uzun uzun süren hem de birbirinden farklı çok fazla tartışma ortamı oluşuyor. Herkesin anladığı şey kabaca benzer olsa da detaylara inildikçe birbirinden çok farklı okumalar çıkıyor. Bundan da memnunum tabii ki.
Sanırım günümüzde oldukça popüler olan bir kavram burada devreye giriyor: Zalim iyimserlik. Bence Nergis karakteri bu noktada biraz sınırlarını koruma konusunda zayıf kalıyor. Bunun sebebi olarak da sınıf farkı geliyor aklıma. Sanki işçinin, örneğin Süleyman’ın bizim için görevini yapmasından rahatsız oluyoruz. Bu modern dönemin getirdiği bir şey mi sence? Hizmet almaktan rahatsız oluyoruz sanırım, yanılıyor muyum?
Filmi bu şekilde okuyanlar da oluyor. Ama bizim anlatmaya çalıştığımız kesinlikle iyimserlik değil. Nergis’i “iyimser” ya da “iyi” bir karakter olarak çizmeye çalışmadık. Öyle olduğunu da düşünmüyoruz. Daha doğrusu iyimser olup olmamasından ziyade hepimizin olduğu gibi onun da ait olduğu sınıfa dair bazı davranış kalıpları ve insanlara dair yargıları var. Sınırlarını korumada zayıf kalıyor, evet ama aslında sınırlarını kendisi bile isteye karşı tarafa açıyor. Çünkü amacı Süleyman’a sınıfsal anlamda kendini kötü hissettirmemek. “Bak dostum ben üst sınıfım ama seni kendimden aşağı görmüyorum. Bunu anlamam için de elimden geleni yapıyorum.” demeye çalışıyor. Bunu kanıtlamak için filmin yarısı boyunca çaba içerisinde. Hatta sırf bu yüzden evini hamala bırakıp kendisi nalbura bile gidiyor. Fakat Süleyman, ne zaman gerçekten sınırları kaldırıp arkadaşça yaklaşmak istese, Nergis net bir şekilde sınırlarını çekip, senden rahatsızım ve gitmeni istiyorum enerjisini verebiliyor. Dolayısı ile aslında Nergis sınırlarını çekemeyen birisi değil. Üst sınıf kibri taşıyan samimiyetsiz birisi aslında. Fakat bir taraftan da Süleyman’ın sınırları fazla esnettiği de ayrı bir tartışma konusu. Dolayısı ile biz aslında iki karaktere de eşit bir noktadan bakmaya çalıştık. Yani ikisi de biraz suçlu, biraz suçsuz.
Tekrar senin hakkında sorular sormak istiyorum. Tuvana Simin Günay’ı bize anlatmanı istesek? Tuvana’nın sinemaya olan tutkusu nasıl gelişti, şu an sektörde neler yapıyor?
Çocukluğum sanatla iç içe geçti diyebilirim ama en çok müzik ve sinema ile iç içeydim. Ailem Ankara’da işletmeciydi. Barlar ve cafeler işlettiler. Bunlardan adı Tenedos olan mekân yirmi üç yıl işletildi ve benim evim gibiydi. Alt katında sahnesi vardı ve her hafta yoğun programlar olurdu. Jazz konserleri, rock konserleri, film- tiyatro gösterimleri vs. Dolayısı tüm çocukluğum ve gençliğim haftada dört, beş gün bu etkinliklerden beslenerek geçerdi. Annem felsefe mezunu ve evde de bolca kitap okunur, film izlenirdi. Her zaman sanata dair bir şeyler yapacağım belliydi aslında. Sanırım birçok ailenin tam tersi bir durum ama mühendis olacağım desem, ailem hem şaşırır hem üzülürdü 🙂 Kısaca benim sinema ile ilişkim küçük yaşta bolca izleyerek başladı diyebilirim ve giderek benim için diğer sanat dallarından daha heyecan verici ve ön plana geçen bir hâl aldı. Lise üçüncü sınıfta sinema okuma kararımı vermiştim ve bu yüzden sözel alan seçtim. Güncel olarak da sektörde kurgucu olarak çalışmaya devam ediyorum. Yönetmenlik şu an için hobi gibi. Bir dahaki filmimi çekmem birkaç sene sürecektir zaten. Ama kurguyu bırakmayı düşünmüyorum. Olabildiğince ilerlemek en büyük hedefim aslında. Çok sevdiğim ve beslendiğim bir işim var, bu yüzden kendimi şanslı hissediyorum.
Bir ara yüksek lisans yapıyordun, akademik olarak da sinema ile ilgileniyorsun aslında. Bilimsel çalışmalar, kuramlar, projeler, çekimler derken oldukça yoğun bir gündemin var.
Lisans ve yüksek lisans yaparken akademi ilerlemek istediğim bir yerdi ama arkadaşlarla kısa filmler çekmeye başladıktan, yani üretmenin zevkini tattıktan sonra, akademi cazip bir alan olarak gelmemeye başladı. İçimde üretmeye dair büyük bir tutku var ve asla sönmüyor. Dolayısıyla yüksek lisans sonrası akademik tarafı bıraktım. Tabii ki okumalar yapmaya devam ediyorum ama ilerlemek istediğim alan film yapımı. Şu an kurgucu olarak uzun, kısa, belgesel, fragman vs. derken her sene 10 civarı filmin ekibinde yer alıyorum. Çok yorucu tabii ki. Bazen işlerin çakıştığı, geceli gündüzlü çalıştığım zamanlar da oluyor ve bazen kaçıp gidesim de geliyor ama dediğim gibi üretmeye ara verdiğim zamanlar kendimi çok pasif hissediyorum ve hemen dönmek istiyorum. Bu yüzden tutkum beni diri tutuyor.
Dank aslında mekân anlatısı olarak da klostofobik bir film. Oyuncu kadrosu iki kişilik gibi görünse de bana kalırsa mekân da oldukça büyük ve önemli bir role sahip. Arka planda filmin büyük bir kısmını karşılıyor diyebilirim. Bu tercih bilinçli miydi, yoksa sinemanın tanıdığı imkânın zarafeti mi diyelim?
Mekân tabii ki bilinçliydi. Duvarların rengini bile bu tasarıma göre boyattık zaten ama aslında mekân fazla klostrofobik değil. Gayet geniş bir ev gerçekte. Yakın lensler ile plan sekans çekimler yaptığımız için klostrofobik bir hâle dönüştü film. Ve tabii ikinci yarıda hem yakın plan çekimler hem de sürekli aks değişimi de bu klostrofobiyi arttırıyor. Fark ettiysen aks sürekli yanlış tarafa geçiyor. Aks hatası dediğimiz olay sürekli bilinçli bir şekilde yapılıyor. Bu da bir gerilim veya seyirci fark etmese bile sinir bozma hâli yaratıyor. Çekim ve kurgunun sihirli dokunuşları yani 🙂
Bence Dank’ın bir kadın hikâyesi olmasının ötesinde İskandinav kara mizahı var. Yani filminde kurulan cinsiyet dengesi çok akışkan. Bu noktada ayrıca tebrik etmek istiyorum. Cinsiyetlerden bağımsız sadece oluş hâlindeki insanları izliyoruz. Ya da ben öyle hissettim. Benzer yorumlar alıyor musun hiç? Filmdeki kadın karaktere seyircilerin yaklaşımı nasıl oldu, neler dediler?
Biz bir kadın hikâyesi olarak da tanımlamıyoruz. Bize öyle gelmiyor çünkü. Yukarıda da bahsettiğim gibi iki karaktere de eşit mesafeden oklarımızı tutuyoruz. Bu yüzden sadece kadın filmi olarak tanımlanması garip geliyor bana zaten. Kadın filmi demektense kara mizah bir drama olarak tanımlamak daha doğru bu anlamda. Film kesinlikle cinsiyetlerden bağımsız. İki farklı sınıftan erkeğin ya da kadının da yaşayabileceği bir olay bu. Ama bir kadın ve bir erkek olunca cinsel gerilim de doğuyor ve bu anlamda kafa karıştırmasını da anlayabiliyorum. Kadın karaktere yaklaşım ve empati, erkek karaktere göre daha fazla. Özellikle kadınların benzer tecrübeleri var. Kadın seyirciler, kadın karakteri çok iyi anladıklarını ve aynı olayın başlarına geldiğini çokça dile getiriyorlar.
Dank bu sene 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde Uluslararası Kısa Film Yarışması kapsamında yarıştı. Burada yönetmen olarak bulunmak, kendi filminin yarışıyor olması nasıl bir duygu, Altın Koza senin için nasıl geçti?
Altın Koza önemsediğim bir festival ve seçildiğimiz için çok mutluyuz tabii ki. Ama festivalin bu seneki kısa filmlere verdiği değer ve ödül törenindeki yaşananlar dolayısı ile Altın Koza’nın şahane geçtiğini söyleyemeyeceğim. Filmimiz projeksiyonu bozuk bir salonda gösterilecekti ve birçok yönetmen olarak böyle gösterilmesini istemediğimiz için gösterim ve söyleşi hakkımızdan olduk. Ertesi gün bir gösterim yapıldı ama kimsenin haberi olmadığı için gösterim boş geçti. Söyleşi de yapamadık. Daha sonrasında da malum ödül töreni rezilliği oldu zaten. Büyük festivallerde kısa filmlere kıymet verilmemesi çok üzüyor bizi. Bu konuda umarım ki yaptığımız eleştiriler ve yayınladığımız açık mektup ilerideki festivaller için geliştirici olur ve ciddiye alırlar.