Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali, bu yıl yirmi beşinci kez seyircileriyle buluşuyor. 11 Kasım’da başlayan festival, bir hafta boyunca ulusal, uluslararası, panorama, belgesel, animasyon, Fil’m Hafızası seçkisi ve daha birçok özel seçkiyle perdede olacak. Bizler de Fil’m Hafızası ekibi olarak her yıl olduğu gibi festival partneri olarak filmleri yerinde izleyip sizler için değerlendiriyor olacağız. İlk olarak festivalin panorama bölümünde izlediğimiz filmlerden bazılarıyla ilgili izlenimlerimizi sizlerle paylaşmıştık. Festivalin ikinci günlüğünde ise uluslararası filmlerin seçkisinden seçtiğimiz filmlerle ilgili izlenimlerimizi yazdıktan sonra üçüncü günlüğümüzde ise festivalin en merak uyandıran ulusal yarışma filmlerinden sizler için seçtiklerimizi kaleme aldık. Keyifli okumalar…
Eksi Bir (Yön. Ömer Ferhat Özmen, 2024)
Ülke sinemasının son yıllarda odağına aldığı mevzulardan biri de mültecilik hiç kuşkusuz. Zira uzun yıllardır ülkemize gelip yerleşen mülteciler; bir süre sonra toplumda istenmeyen, dışlanan, ötekileştirilen bir konuma geldiler. Linç edilmek istendiler, evleri ve işyerleri yakıldı, tehdit edildiler, dayak yediler ve daha birçok insanlık suçuna maruz kalmaya da devam ediyorlar. Savaştan, işkenceden, haksız yere yargılanmaktan, açlıktan, sefaletten kaçarak ülkemize sığınan insanlara kiralık ev verilmedi veya çok yüksek kiralar istendi. Fakat son yıllardaki en öne çıkan davranışlardan biri ise asla kimsenin oturmayacağı harabe, yıkık-dökük, derme-çatma evlerin mültecilere kiralıktır ilanlarının çıkmasıdır. Özmen de tam olarak bu ilanları gördükten sonra Eksi Bir’i yapmak için yola çıkıyor.
Apartman yöneticisi Enver, apartmandaki “kokudan” rahatsızdır. Ve işin enteresan tarafı kokunun nereden geldiğini de tespit etmiştir. Kendi tabiriyle baharatlı, acayip bir kokudur bu ve bodrum kattan tüm apartmana yayılmaktadır, çok da rahatsız edicidir. Tabii çok daha önemli koşuşturmaları, dertleri olmayan Enver; bir dilekçe yazarak tüm dairelere imzalatmak üzere apartmanda bir yolculuğa çıkar. Peki, dilekçeyi kimler imzalayacak, nasıl tepkiler verecektir?
Özmen, geçmişten bu yana sıkça kullanılan ve genelde de çok başarılı olan bir yöntem deniyor. Bir apartman dairesini Türkiye alegorisi olarak kullanıyor. Kürt, dindar, entelektüel, bürokrat, seküler, “padişahım çok yaşa!”cı ve daha nicesi… Film; bu farklı kimlikleriyle ülkeyi var eden vatandaşların hangisinin ne gerekçeyle dilekçeye imza atıp atmadığını ve o andaki talepleri, yorumlarıyla nasıl bir bakış açısına sahip olduklarını oldukça yalın ve gerçekçi bir bakış açısıyla aktarıyor. Tüm bu artılarının yanında seyirciyi şaşırtan ama aynı zamanda kahkahalara da boğan final sahnesiyle son bulan film, mekân kullanımıyla da göz dolduruyor. Müfit Kayacan’ın ve diğer tüm oyuncuların takdir edilesi oyunculukları da unutulmamalı. 46. Clermont-Ferrand Uluslararası Kısa Film Festivali’nde dünya prömiyerini, Türkiye prömiyerini ise 43. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde yapan ve En İyi Kısa Film ödülünün sahibi olan Eksi Bir’in İzmir Kısa Film Festivali de dâhil olmak üzere katılacağı tüm festivallerden ödülle dönmesi oldukça büyük bir ihtimal.
Neredeyse Kesinlikle Yanlış (Yön. Cansu Baydar, 2024)
Son yıllarda hem ülkemizde hem de yükselen Neo-faşizmin gölgesindeki tüm dünyada yabancı, göçmen, mülteci veya ismine ne dersek diyelim karşıtlığı gittikçe tatsız bir yere doğru sürüklenmektedir. Ülkemize de yıllardır süren Suriye iç savaşından dolayı milyonlarca Suriyeli mülteci gelmiş durumdadır. Ve bu durum, diğer ülkelerde de olduğu gibi ne yazık ki beraberinde yabancı düşmanlığını da getirdi. Bu düşmanlık kimi zaman fiziki şiddetle kimi zaman da ifadelerdeki, davranışlardaki ırkçı şiddetle kendine yer buluyor. Üçüncü kısa metrajına imza atan Cansu Baydar da ülkemizdeki bu durumu gencecik göçmen bir kadının dünyasından aktarıyor.
Hanna, henüz yirmi bir yaşında, gencecik ve hayat dolu bir genç kadındır. Suriye iç savaşından küçük kardeşi Nader ile birlikte Türkiye’ye gelmiştir. Ama amacı Almanya’ya gitmek ve orada yepyeni bir hayata başlamaktır. Nerdeyse Kesinlikle Yanlış, ana akım sinemanın belli başlı kurallarına ters düz ederek oldukça önemli bir işe imza atıyor. Zira art arda yazıldığında bile tehlike çanlarının çaldığı durumlardan beklenen vazifeyi çıkarmıyor. Genç, kadın, göçmen… Hanna; genç kadın bir göçmen olmasına rağmen güçlü, hayal kuran, ayakları üzerinde durup kardeşine kol kanat geren, özgürce sokaklarda dolaşan, seks yapan, gerektiği yerde karşısında kim olursa olsun posta koyabilen özenle yaratılmış bir karakterdir. Filmin en önemli başarısı da budur. Baydar, zaten göçmen olan Hanna’nın başına bir ya da birkaç felaket daha getirerek mağduriyetini katmerlemiyor. Hanna; tam olarak yiyen, içen, seks yapan, işeyen biri. Herhangi bir kadın… Hanna’yı anlamak veya onunla özdeşlik kurabilmek için büyük mağduriyetlere, aşırı dramaturjiye gerek yoktur. Sadece savaşı düşünen, silahlar üzerinden gelecek ile ilgili plan kuran, travmalarının üstesinden gelemeyen, bir hayali bile olmayan erkeklerin dünyasında gözünü gökyüzüne dikmiş olan Hanna, son zamanların en olumlu çizilen kadın karakterlerinden biri olarak parlıyor.
Prömiyerini 81. Venedik Film Festivali Orrizonti bölümünde yapan, Akbank Kısa Film Yarışması’nda En İyi Senaryo, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Ulusal Kısa Film, Kısadan Anlat Proje Yarışması’nda En İyi Proje, Bakü Uluslararası Kısa Film Festivali’nde En İyi Kısa Film ödüllerine layık görülen Neredeyse Kesinlikle Yanlış’ın ödül yolculuğunun devam edeceği tahmin etmek zor değil.
Merhaba Anne, Benim Lou Lou (Yön. Atakan Yılmaz)
İnsan doğar, büyür ve ölür. Binlerce yıllık bu insan fizyolojisi tür aktarımını, üremeyi, sosyal yapılanmayı kadın ve erkek üzerinden gerçekleştirir. Çocuğu olan kadına anne, erkeğe de baba denir. İnsan dünyaya ya erkek olarak ya da kadın olarak gelir. Bazı işler erkeklere göredir, bazı işler kadın işidir. Erkekler asla ağlamaz, kadınlar asla gülmez. Ancak tüm bu zehirli kalıp yargılar bir insanın hayatını mahvetmeye, yaşamını tekinsiz kılmaya yeter. Merhaba Anne, Benim Lou Lou, Hakkı’nın bedeni ve cinsel yönelimi üzerinden geliştirilen ideal erkek düzlemini bozguna uğratan çarpıcı bir film olarak dikkat çekmektedir. Queer sinema bağlamında oldukça parlak, vizyoner bir anlatım sunar. Annesinin cenazesi için aile evine dönen Hakkı, babasıyla ve genel ahlak yasalarıyla yüzleşmek zorunda kalır. Oysa tek sorumluluğu biricik annesine küçük bir elvedadır. Özlemini, hasretini, yüzleşmelerini, pişmanlıklarını toksik erkeklik kodları sebebiyle yıllarca ertelemek zorunda kalmıştır çünkü Hakkı, Lou Lou adıyla Drag Queen gösterimleri yapmaktadır.
Atakan Yılmaz’ın titizlikle tasarlanmış Lou Lou karakteri, ülkemizde siyasal alandan hukuki düzleme her basamakta problemli süreçlerle uğraşmak zorunda kalan Queer bireylerin görünürlüğünü merkeze alır. Film, Hakkı’nın mücadelesi, aile dinamikleri, toplumsal cinsiyet, ölüm ve yas kıskacında sıkışmış, hayatın gerçeklerini dramatize etmeden yansıtmayı tercih eden önemli bir belge niteliği taşımaktadır. Cinsiyet tanımının ne olup olmadığı üzerine binlerce akademik makale, görüş, fikir beyan edilse de toplumun bir türlü ikna olmadığı şey cinsel yönelimin bireyin yalnız ve ancak kendisini ilgilendiren bir konu olduğudur. Cinsiyet belası, yüz yıllardır insanların üstüne çöken bir kasvet gibi varlığını hissettirmeye devam etmektedir. Merhaba Anne, Benim Lou Lou cinsiyetlerin performatif yapısını eleştiren bu eleştirisini de erkek olmak algısı üzerinden sorgulatan oldukça cesur bir anlatı sunar ve kendisi olmaktan hiçbir zaman vazgeçmeyen bütün Lou Lou’lara “Merhaba” der.
Tavuk Suyuna Çorba (Yön. Deniz Büyükkırlı)
Kadın düşmanlığı ülkemiz de dahil olmak üzere içinde yaşadığımız dünyanın en büyük sorunlarından biridir. Üstelik bu hiçbir zaman popülerliğini kaybetmeyen konu hâlâ bir vampir gibi kadınların hayatını etkilemeye, kanını sömürmeye, yaşam alanlarını ihlâl etmeye devam eder. Eşinden, ailesinden, toplumdan baskı gören kadın; şiddete, tacize, kötü söylemlere maruz kalır. Çünkü eş olma durumu kadını erkeğe bir armağan gibi sunar, kadına birçok sorumluluk yükler. Evlilik kurumunun kutsallaştırılması, erkeği kadının tapulu malı gibi gören ataerkil düzlemin temel sorunlarının başında gelir. Kadın düşmanlığı tarihteki ilk mizojini örnekleriyle birlikte olağan gücüyle kendini tekrarlamaktan bir an olsun vazgeçmez. İlk günah doktrininden itibaren erkeğin yetersizliği ve iktidarsızlığıyla mücadele etmek zorunda kalan kadın, bütün insanlık gelişimi boyunca yine erkeğin eylemlerinin sorumlusu olarak gösterilir. Oysa cennetten kovulma pahasına merak ettiği şeyin peşinden giden kadın, erkeğin her daim bir ardılı, ötekisi olarak ancak yer edinebilir. Erkek sinirleniyorsa, şiddet uyguluyorsa bu eylemlerinin sorumlusu yine kadındır. İtaatkârsızlığının cezasını çekmek zorundadır.
Kadına yönelik şiddet en ilkel yaklaşımlardan biri olarak insanlık tarihinin büyük bir ayıbı sayılmalıdır. Ancak çoğu toplum, eşleri tarafından şiddete maruz kalan kadınların bu yazgısını gayet olağan bir durum olarak ele alıyor. Hâl böyle olunca evlilik bağları erkeğin şiddetini ve tacizini meşrulaştırabiliyor. Eşinin adli tıp incelemesine katılmak zorunda kalan genç bir kadının hikâyesinin anlatıldığı Tavuk Suyuna Çorba derdini bir kadın hikâyesiyle anlatmayı tercih eder. Yıllarca kocasının şiddetine maruz kalan genç kadın, yine erkeklerden oluşan bir topluluğa kendisini ifade etmek zorunda kalır. Sistemin erkekler üzerine geliştirilmiş pozitif yaklaşımı yine kadını duymazlıktan gelen bir tavır sergilemektedir. Genç kadın, suçsuz olduğunu kanıtlamak için daha ne kadar mücadele etmek zorundadır? Ya da ortada bir suç varsa gerçek suçlu kimdir? Tavuk Suyuna Çorba sürekli artan gerilimiyle etik yargıları yeniden sorguluyor, herkes için adalet talep ediyor.
Görüşürüz Kaplumbağa (Yön. Selin Öksüzoğlu, 2024)
İnci, annesini kaybettiği gün Karadeniz’in sessiz yaylalarında dolaşırken Zeynep’le yolları kesişir. Uzun yıllar sonra büyüdüğü bölgeye geri dönen Zeynep, yanında büyük, siyah bir çanta taşımaktadır. Birbirlerine tamamen yabancı olan İnci ve Zeynep, sisle güneşin iç içe geçtiği dağlarda birlikte vakit geçirir ve gün doğumundan gün batımına kadar yalnızlıklarını paylaşıp birbirlerine yoldaşlık ederler.
Küçük bir kız çocuğu için ölümün gerçekliğinden, yas duygusundan kaçmak mümkün müdür? Bir yetişkin için çekip gittiği, sırt çevirdiği evine dönmek kolay mıdır? Görüşürüz Kaplumbağa, bu iki sorunun cevaplarını arayan bir yalnızlık hikâyesi. Film, yas, özlem ve çaresizlik duygularını iki karakter üzerinden ele alıyor. Annesini yeni kaybetmiş olan İnci, çocuk kalbiyle onu bekleyen büyük acıdan kaçarken, Zeynep de yıllar önce terk etmiş olduğu kökleri ve ailesiyle yüzleşmek için cesaret topluyor.
Görüşürüz Kaplumbağa, derdini çok sesli bir biçimde anlatmıyor. Her duyguyu birbirine uyumlu bir biçimde ören film, sinematografik tercihleriyle de bunu destekliyor. İlk başta uzak plan çekimleriyle açılan hikâye, karakterler birbirlerini tanıdıkça daha yakın plan çekimlerle devam ediyor. Gerçeğe çok yakın mekân tasarımları filmin inandırıcılığını yükseltiyor. Karakterlerini de yapaylıktan uzak çizen Görüşürüz Kaplumbağa’da seyirci bir seyirci değil de gözlemci olarak buluyor kendini filmin içinde. Biri çocuk biri yetişkin iki kişinin ortak kederini beyazperdeye taşıyan film, tam bir naif sinema örneği. Yirmi dört saatlik bir zaman dilimi içinde birbirlerine yol arkadaşı olan Zeynep ve İnci bizim içimizde herkeslerden sakladığımız gizli duygularımızın başını okşuyor. Görüşürüz Kaplumbağa, daha yarası kabuk tutmamış bir yas ve büyüme hikâyesi. Herkesin içindeki saklı kalmış çocuğa el sallayan bir armağan olma özelliği taşıyor.
Morî (Yön. Yakup Tekintangaç, 2024)
Mori’nin babasından geriye kalan tek hatıra, onun anlattığı bir masalın ses kaydıdır. Zaman zaman bu kaydı dinleyen Mori, bir gün okula yeni gelen öğretmeni gördüğünde onu babası zanneder. Mori’nin bu inancı, öğretmeniyle arasında güçlü ve duygusal bir bağın oluşmasına yol açar.
Uzak bir dağ köyünde babaannesiyle yaşayan Morî’nin en değerli hazinesi babasından ona kalan masaldır. Babasıyla tek bağı olan bu kaydı küçük kız defalarca dinler. Bir gün hiç beklemediği anda köye atanan yeni öğretmen beklediği babasıdır onun için. Morî, yeni öğretmenden beklediği sevgiyi almaya çalışırken Meriç de onu anlamaya çalışır. Aynı dili bile konuşmayan ikili arasında bir tür sevgi bağı kurulur. Yönetmen Yakup Tekintangaç’ın Azad (2015) isimli kısa filminden sonra beyazperdeye döndüğü Morî; çocukluk, kimlik, aidiyet temalarına odaklanıyor.
Çocukluğun en saf hâlini işleyen film, yine çocukluk zamanlarında en çok ihtiyaç duyulan sevgi, şefkat ve aidiyet duygusu üzerinde duruyor. Yalnız bir çocuk olan Morî’nin tüm inadıyla sarıldığı masalı, onu hayatın hoyrat gerçeklerinden koruyamıyor. Pek çok kez pek çok kişi tarafından yeni öğretmenin onun babası olmadığı yüzüne vurulan küçük kız, inatla kendini yeni öğretmene sevdirmeye çalışıyor. Güçlü sembollere sahip olan filmde küçük bir kız çocuğunun gözünden kayıp olan babasının bıraktığı boşluğu, insanların onun yalnızlığına ve yararlarına karşı olan umursamazlığını, başka iki dil konuşan iki insan arasında gelişen sevginin güzelliğini izliyoruz. Bir sebeple babasından ayrı düşmüş olan Morî’nin kocaman gözlerine hep beraber bakıyoruz.
Morî, hem başarılı ve etkileyici sinematografisi hem şahane oyuncu seçimleri hem müzikleri hem de anlattığı hikâyesiyle seyircisinin içini titreten bir film. Siz de eğer başka bir masal izlemek isterseniz bu film ile mutlaka tanışmalısınız. Yönetmenin kendi hayatından da bir şeyler kattığı film, Türkiye Sineması içinde parlayan bir cevher.