Başarılı oyunculuk kariyeriyle 2016 yılında Çekmeceler (2015) filmiyle 21. Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema Oyuncu Ödülleri’nde Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu ödülünü kazanan ve 2020 yılında Aşk Büyü Vs (2019) filmiyle 39. İstanbul FF’de En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanan Ece Dizdar, Mükemmel (2024) adlı kısa filmiyle ilk kez senaristlik ve yönetmenlik deneyimi yaşamıştır.
Mükemmel (2024), 61. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Kısa Film Yarışması’nda Jüri Özel Ödülü’nü kazanmış ve Portekiz’deki Olhares do Mediterrâneo – Kadın Filmleri Festivali’nde gösterilmiştir. 25. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali’nde En İyi Üçüncü Film ödülü kazanan Mükemmel (2024) kısa filmi üzerine filmin başrol oyuncusu Özlem Öçalmaz ve filmin yönetmeni Ece Dizdar ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli okumalar dileriz…
Öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. İlk olarak 61. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’ndeki ödül konuşmanız üzerine konuşarak başlamak istiyorum. Ödül konuşmanızı dinlerken çok duygulandım. Konuşma esnasında sahnede adeta ödülü kutlayan küçük bir kız çocuğu vardı. Bu ödülün sizin için özel bir önemi var mı?
Ece Dizdar: Aslında özel bir önemi yok ancak Altın Portakal’ı oyunculukla alsaydım bu kadar coşkulu bir konuşma yapacağımdan emin değilim. İlk defa bir filmi yazdım ve yönettim. Filmim de böyle bir karşılık gördüğü için bu beni çok mutlu etti.
Filminizin İngilizce ismini doğrudan “Foreskin” yani sünnet derisi seçmişken, Türkçe ismini bedenin mükemmelliği felsefesi üzerinden “Mükemmel” olarak seçmişsiniz. Buradaki mükemmellik felsefesini biraz açıklar mısınız?
Ece Dizdar: Ana karakter üzerinden yaratılmış ve doğal olanın mükemmel olduğunu ve var olanın iyi olduğunu anlatıyorum.
Bu hikâyeyi yazarken bir çıkış noktanız var mıydı? Senaryoyu oluştururken süreç nasıl gelişti ve başlangıç noktası neydi?
Ece Dizdar: İlk tohumu bundan 13 yıl önce bir arkadaşım doğum yaptıktan sonra atıldı. Azra karakterinin filmde yaşadığı hayvani reaksiyon, arkadaşımın doğum sonrası deneyimiyle paralellik gösteriyordu ve bu görüntü aklımdan hiç çıkmadı. Filmin sonunda özel teşekkürler arasında o arkadaşımın ismine de yer veriyorum; hikâyeyi yazmadan önce ilk olarak arkadaşımı arayıp onun rızasını almıştım.
Başlangıçta hikâyenin merkezi lohusalıkken, sünnet ve sünnetin normalize olmuş hâli de beni düşündüren konulardı. Sonunda bu temaları birleştirerek senaryomu yazdım. Sonrasında Gülengül Altıntaş ile altı haftalık senaryo doktorluğu sürecimiz oldu ve senaryoyu yirmi sahneden on dörde indirdik.
Sizin için senaryonun yazılması nasıl bir süreçti ve bu süreçte neler yaşadınız? Sizin deneyiminizi merak ediyorum.
Ece Dizdar: Senaryoyu yazmaya karar verdikten sonra, ağustos ayında Özlem ile anlaşıp Azra karakterini tamamen onun üzerinden yazmaya başladım. O dönemde Ankara Film Festivali’nde jüri üyeliğine davet edilmiştim. Festivale giderken bilgisayarımı, notlarımı ve defterlerimi yanıma aldım. Festival süresince geceleri boş vaktimde otelde senaryomu yazmaktan başka hiçbir şey yapmadım ve senaryomu bir haftada tamamladım.
Bir röportajınızda “Hiçbir şey bana bunu yazdığımda ve yönettiğimdeki kadar çıplak hissettirmedi.” şeklinde bir demeciniz var. Bahsettiğiniz bu çıplaklık hissini ve yazım sürecindeki yaşadığınız duyguları nasıl tanımlarsınız merak ediyorum.
Ece Dizdar: Yazarken kendimi gerçekten de çok çıplak hissettim. Benlik duygumu bedenimden değil de zihnimden aldığımı fark ettim. Eskiden sadece benim onay mekanizmasıyla ve onaylanmakla ilgili dertlerim olduğunu sanıyordum. Artık biliyorum ki herkesin onaylanmakla alakalı dertleri var. İnsanların karşısına geçip buyurun ben buyum ve böyle düşünüyorum demek bana hem kıvanç veriyor ancak bir yandan da beni çok utandırıyor.
Altın Portakal’daki konuşmama dönecek olursam, duygularımı bu kadar şeffaf bir şekilde ortaya koyduğum için kendimle çok gurur duyarken bir yandan da bu utanmama sebep oldu. Çünkü kırılgan olabilmek üzerine çalışılması gereken zor bir şey bence. Bu kadar kırılgan olduğum için kendimle gurur duyarken bir yandan da bundan çok utanıyorum
Bugüne kadar içinde bulunduğunuz işlere baktığımız zaman, çok geniş bir yelpazede üretim yapıyorsunuz. Mükemmel kısa filminizle de ilk kez senarist ve yönetmen olmayı deneyimlediniz, üretim yaptığınız alanların her birinin farklı dinamikleri ve yönetimleri var.
Ece Dizdar: Evet, bu beni gerçekten yoruyor.
Merak ettiğim şey de siz bu kadar geniş bir yelpazede üretim yaparken bu çıplaklık hissi ile nasıl başa çıkabiliyorsunuz? Kimlerden eleştiri alıyorsunuz? Başarı kriterlerinizi neye göre belirliyorsunuz?
Ece Dizdar: Mükemmellik üzerine yıllar önce oturttuğum ve bu filmde bahsettiğim mükemmel kavramından biraz farklı bir felsefem var. Bana göre mükemmel olan o günkü şartlar altında elimden gelenin en iyisidir. Bunları yapacak cesareti edinebildiğim ve kendime bu alanları tanıyabildiğim için kendimle gurur duyuyorum.
Filmin beğenmeyeni kesinlikle olacaktır, oluyor da. Ben bu hayata her şeyin en iyisini yapacağım diye söz vererek karışmadım. Yaptığım kadarı iyi diyorum. Böylece kendime hata yapma şansı veriyorum.
Sinema dünyasının içinde ismini kanıtlamış biri olarak, her ne kadar ilk filminizi çekmiş olsanız da sizin yeni sinemacıların karşısında ayrıcalıklı olarak değerlendirileceğinizi düşünüyor musunuz? Bunu soruyorum çünkü bu şekilde düşünen insanlara rastladım.
Ece Dizdar: İnsanlar bu tarz şeyler düşünmekle haklılar, onları anlayabiliyorum. Yeni sinemacılardan bu alanı da bize bıraksanıza diyenler olabilir, ama kısa film diye bir tür olduğunu ve Martin Scorsese gibi büyük yönetmenlerin de eğer isterlerse kısa filme dönebileceğini unutmayalım. Tüm türlerin ortak noktası hikâye anlatmak. Benim öyküm de yayımlandı aynı zamanda. Her hikâyenin günün sonunda kendi türünü bulacağını düşünüyorum.
Özlem Öçalmaz: Aslında hepimiz temelde hikâye anlatıyoruz. Zaten Ece de bu işin işçisi. Herkesin sanat alanında her şeyi deneyebilmesi gerektiğini düşünüyorum. Sen nasıl mühendissin ve sinemayla ilgileniyorsun. Bazı meslekler var ki elbette onun eğitimi alınmadan yapılamaz. Ancak sanat alanı o kadar geniş ki, eğer insanda bu alanda bir çeşit yaratıcı güç ve Allah’ın verdiği bir yetenek varsa ve bu gücü sanat aracılığıyla dönüştürmeyi de becerebiliyorsa hikâyesini ister filmle anlatır isterse de resim yapar. Sonsuz deneme şansları var bence. Günün sonunda zaten iyi olan kalıcı oluyor.
Filminizin konusuna gelecek olursak film sünnet ve Azra karakterinin lohusalığı üzerinden iki katmanda ilerliyor. Filmin sonunda Azra karakteri lohusalığının da etkisiyle büyük bir paranoyaya kapılıyor. Filmin sonunu bu şekilde bırakmanızın özel bir sebebi var mıydı ve son sahnede Azra nereye koşuyordu?
Ece Dizdar: Filmde defalarca bebeğin muayeneye gitmesi gerektiği söyleniyordu. Bana sorarsanız Azra hastaneye koşuyordu, ama asıl ilgilendiğim şey tartıştığım konuydu. Ancak filmin sonu tamamen seyirciye kalmış, herkes farklı bir şekilde değerlendirebilir.
Bu soruyu Özlem Hanım’a da sormak istiyorum, filmin sonunu siz nasıl değerlendirirsiniz?
Özlem Öçalmaz: İzleyici olduğum yerden bakarsam ben o sahneyi Azra’nın kâbusu olarak düşünmüştüm. Devamında Azra birden gözünü açacak ve yaşadığı olayların aslında hiç gerçekleşmemiş olduğunu fark edecek.
Sizin için Azra karakterinin yaratım süreci nasıldı ve siz son sahneyi oyuncu gözünden nasıl tahayyül etmiştiniz?
Özlem Öçalmaz: Film çekimleri esnasında gerçekten lohusa olduğum için oyuncusu olduğum nokta benim için çok hülyalıydı. Kızım Bilge de henüz 50 günlüktü. Film benim için uyku ve uyanıklık arasında bir süreçti.
Azra karakterini inşa ederken Azra’nın bebeğinin beden bütünlüğünü koruma mücadelesi ve lohusalık deneyiminin ona yaşattığı hormonal duyguları düşündüğünüzde kendi lohusalık deneyiminizle karakterin yaşadığı duygular arasında bir paralellik görüyor musunuz?
Özlem Öçalmaz: Ece’nin hayalindeki Azra’da lohusalık semptomu olan bir hayvanlaşma hikâyesi de vardı. Tabii ki lohusalığımı yaşarken Azra kadar yoğun duygular hissetmedim. Lohusalıkta bebeğini vücudundan bir parça olarak görüyorsun. Bilge ilk doğduğunda onu bir organım gibi hissediyordum. O parçanın serçe parmağının dahi kesilmesi bile bir ritüel olsaydı bu yüzden Azra da buna zaten karşı çıkardı. Hiçbir anne kendi çocuğunun zarar görmesini istemez.
Bilge’yi ilk defa sete sokarak toplumun içine sokmuş oldum. Setimiz çok konforlu olmasına rağmen, bir yandan Azra’nın hikâyesini takip ederken, diğer yandan da Bilge’yi setle paylaşmak istemiyordum. Azra karakteriyle duygusal anlamda bu paralelliği yaşadım diyebilirim. Örneğin içerisi 50 derece yanıyordu, ama Bilge’ye duyduğum koruma içgüdüsüyle üşüyebileceği için tedirgin oluyordum.
Bebeğiniz Bilge ile oyunculuk mesleğiniz üzerinden kurduğunuz ilişkiyi de merak ediyorum. Mükemmel kısa filminden önce de “Gebe” isimli tiyatro oyunu ile üç gerçek hamile kadının hikâyesini anlatan bir oyunda hamilelik sürecinizin sonlarına doğru yer almıştınız ve bu oyunun proje yaratıcılığı da size aitti. Dokuz ay boyuncu birlikte sahnede yer aldığınız partnerinizle oyunculuk üzerinden kurduğunuz ilişki ve Bilge doğduktan sonra kısa filmde de devam etmeniz size neler hissettiriyor?
Özlem Öçalmaz: Yaratıcı hissi tetiklediğini düşündüğüm için hamilelik duygusunun çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Hamilelik süreci, insana hem fiziksel hem de ruhsal olarak tanrısal bir güç hissi veriyor. Bu duygu, sadece bana değil, çevremdeki birçok arkadaşıma da yansıdı.
Oyuncular kostüm giyer, role girer ve oyun oynarlar. Bilge de karnıma düştüğü andan itibaren oyun arkadaşım oldu. Amadeus’ta Constanze karakterini canlandırırken, sonra Gebe oyununda da karnımdayken onu konuşturuyordum. Doğdu ve kısa filmimizi çektik. Bilge artık benim hayatımda bir insan, büyüyecek ve beraber oyun oynamaya devam edeceğiz. İyi ki benim rol ve oyun arkadaşım oldu. Ancak umarım oyuncu olmaz.
İlk kez yönetmenlik yaptığınız filminizde özel ihtiyaçları olan iki oyuncuyla birden çalışıyordunuz. Sette 52 günlük bir bebek ve henüz yeni doğum yapmış olan lohusa bir oyuncu vardı.
Ece Dizdar: Sette bebek ve köpek olmaz diye bir söz var, hele ki bir de ilk filmse…
Oyuncu olmanızın bu zorluklarla başa çıkarken yönetmenlik deneyiminize katkı sağladığını düşünüyor musunuz?
Ece Dizdar: Oyuncu olmamın özellikle oyuncu yönetiminde faydası olduğunu düşünüyorum. Özel gereksinimleri olan bir oyuncum olduğu için onun konsantrasyonunu önceledim. Sette set çalışanlarını oyunculardan daha çok önceleyen yönetmenlerle de çalışmıştım. Ancak ben oyuncunun tarafındaydım diyebilirim.
Oyuncu-yönetmen olduğunuz için oyuncularınıza biraz torpil geçtiniz anladığım kadarıyla.
Ece Dizdar: Evet, evet, hep de öyle olacak.
Özlem Öçalmaz: Ece filmi yönetirken adeta disiplinli bir diktatör gibiydi. Ancak bunu herkesten farklı olarak şefkatli bir yerden sevgiyle, incitmeden yapıyordu. Oyunculuk deneyiminin, oyuncu yönetiminde böyle bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Müthiş bir yönetmendi bence.
Hikâye anlatmayı iyi bildiği için sette de ne istediğini çok iyi biliyordu. Hızlı ve pratikti. Oyuncunun konsantrasyonunu bozmadan, motivasyonunu düşürmeden yönlendirmelerini incelikle yapıyor; yalnızca istediğini almakla yetinmeyip benim de iyi görünmem için büyük bir özen gösteriyordu.
Gösterim sonrasındaki söyleşide “Arkadaşlar filmde ben gerçekten lohusaydım, aslında oynamadım.” diyerek bir şaka yapmıştınız. Sizin Azra karakteri için özel bir hazırlık süreciniz oldu mu?
Özlem Öçalmaz: Özel bir hazırlık sürecim olmadı. Ben bir kuklaydım diyebilirim. Ece beni aldı, rolümü ezberletti, kostümümü seçti, sete koydu ve ne istiyorsa yaptırdı. Arkadaş olduğumuz için ve onun kariyerini de çok iyi bildiğim için ona sonsuz güvendim. Ben de adeta onun filminin bebeği gibiydim ve Ece’ye aşırı teslim oldum.
Ece Dizdar: Hazırlanabilecek bir durumda da değildi o esnada. İstediğim her şeyi alabilmek için Özlem’i dikte ettim. Filmi bir kez daha Özlem’i oynatarak çekecek olsam şu ankinin aksine Özlem’den malzeme talep ederim. Ona doğaçlama için hiç özgürlük alanı bırakmadım; hatta nidaları için bile.
Çünkü o kapıyı açsaydık kontrolü sağlayamazdık. Özlem’in durumu nedeniyle yeterince hazırlanamadık. Daha fazla zamanımız olsaydı, ona doğaçlama şansı tanır, senaryoya yansıtır ve Özlem’le farklı egzersizler yapardım. Ancak böyle bir imkânımız ve vaktimiz yoktu.
Anladım, tabii ki henüz Bilge de yeni doğmuş ve 52 günlüktü sanırım değil mi?
Ece Dizdar: Evet, filmi toplam yirmi bir saatte çektik; bunun beş saati gece sahnelerine, kalanları gündüz sahnelerine ayrılmıştı. Dört sahnede bebek de bilfiil yer aldı. Bu kadar kısa sürede, oldukça zorlu bir süreçti.
Özlem Öçalmaz: Ece, mekân ve kamera hareketlerini titizlikle planlamıştı; ne çekeceğini net bir şekilde biliyordu. Matematiğini bize iyi aktardı, bu yüzden sette herkes ne yapacağını tam olarak biliyordu.
Ece Dizdar: Bu titiz hazırlığın iki sebebi vardı: birincisi korkuydu, ikincisi ise Bilge sete girdiğinde hata yapma şansımız yoktu.
Yönetmenlik ve senaristliğin yanı sıra bu filmle ilk kez yapımcı kimliğiyle de yer aldınız. Yapımcı olmakla ilgili neler söylemek istersiniz, zorlandığınız noktalar oldu mu?
Ece Dizdar: Yapım anlamında benim çok büyük bir şey yapmama gerek kalmadan yapımcımız Tayfur Aydın seti kurdu.
Filminizin yolculuğu nasıl devam edecek, kısaca bahsedebilir misiniz? Ayrıca yurt dışındaki festivallerde özellikle Portekiz’deki Olhares do Mediterrâneo – Kadın Filmleri Festivali’nde bu filme gelen tepkiler ve ilgi nasıldı, neler konuşuldu merak ediyorum. Antalya’da ve İzmir’de film sonrası seyirci ile kurduğunuz diyaloglar ve Portekiz’deki diyaloglardan bahsedecek olsanız bunları ayrıştıran yanlar var mıydı?
Ece Dizdar: Filmimiz Antalya’da çok geniş bir kitleye ulaştı, ilk kez gösterildiği için çok özeldi. Portekiz’de de ilk kez yabancı seyirci ile buluştu.
Dün Özlem’e de anlattım; Portekiz’de filmin farklı tepkiler alması en güzel deneyimlerden biriydi. Filmde bir sahnede kayınvalide karakteri oğluna “Sünnetin yaptırılmadığı nerede görülmüş oğlum?” diye soruyor. Sinan karakteri de “Ne bileyim anne dünyanın birçok yerinde görülmüş mesela.” diyerek cevap veriyor. Sinan karakterinin bu repliği Türkiye’de hiç tepki almazken Lizbon’da inanılmaz bir tepki aldı. Çünkü dünyanın başka bir yerindeyiz ve her yerde görülebiliyor gerçekten.
Portekiz’de filmimizi merkeze alarak birkaç filmle birlikte bedenin kırılganlığı ve mükemmelliği ile ilgili bir münazara bölümü açtılar. Münazara için sosyologlar ve antropologlar geldi. Filmle ilgili yaşadığım en büyük şeydi bence. Yaşananlar karşısında gözlerime inanamadım. Ayrıca Portekiz’e göçmüş olan Türk aileler de kendi aralarında WhatsApp gruplarında konuşarak filmimizi izlemeye gelmişlerdi.
Gelecek yıl Portekiz’deki festivalde jüri olmam için teklif yaptılar, çok hoş bir sürprizdi. Lizbon’u çok sevdim; daha önce hiç gitmemiştim. Şimdi ise İzmir Kısa Film Festivali’ndeyiz. Türkiye’de yirmi beş yıl boyunca devam edebilen festival sayısı çok az olduğu için bu başarıyı ve festivali özellikle önemsiyoruz.
Farklı festivallerden aldığınız tepkileri sormamın sebebi, her festivalde seyircilerin filmlere bambaşka perspektiflerden bakabilmesine tanık olmamdı aslında. Bu, bence muhteşem bir deneyim olmalı.
Ece Dizdar: Tabii ki. Elimden gelse filmimi bütün şehirlere götürmek isterim.
Sünnet konusu üzerine de bir farkındalık uyandırdığınızı düşünüyorum. Filminizle birlikte seyirciye vermek istediğiniz bir mesaj veya sormak istediğiniz bir soru var mıydı? Sizce filminizin seyirci üzerinde nasıl bir etkisi olabilir?
Ece Dizdar: Bence bu konu üzerine tartışmalar başlıyordu ve ben de bunu hissetmişim gibi düşünüyorum. Ben bir sosyolog değilim. Toplumu şekillendirmeye çalışmıyorum, böyle bir misyonum ve haddim de yok. Sanatçı sorular sorar bence. Ben kimseye bir şeyi yap veya yapma demiyorum. Ben tartışıyorum ve seyirciye de isterseniz gelin birlikte tartışalım diyorum.
Özlem Öçalmaz: İnsan olduğumuz bir yerden soruyor aslında.
Ece Dizdar: Evet, insan olduğumuz bir yerden soruyorum.
Lohusalık hormonlarının etkisinde kalan Azra’nın duygularını çok yoğun yaşadığı birçok sahne vardı. Özellikle filmin sonlarına doğru Azra bebeğine karşı sevgisini daha içgüdüsel ve hayvani bir arketip üzerinden gösteriyordu. Siz bu sahneleri oynarken neler hissettiniz ve nasıl bir yaratım yaptınız?
Özlem Öçalmaz: Gerçekten lohusa olduğum için, o dönemde lohusalığı tam anlamıyla gözlemleme fırsatım olmamıştı; çünkü bir acıyı yaşarken onu oynayamazsınız. Şimdi ise lohusa bir kadını çok daha iyi canlandırabilirim. Lohusalıkla ilgili gerçek ve yaşadığım bir yerden daha fazla deneyimim, gözlemim ve birikimim var. Ancak filmde lohusalık üzerine oynamıyordum; zaten o deneyimin içindeydim. Kafamdaki lohusa imajına bağlı kalmak istemedim ve sürecin akışına kendimi tamamen bıraktım.
Azra’yı oynarken lohusalıkla ilgili bir bağ kurmadım, çünkü zaten lohusaydım. Bu yüzden filmin lohusalık üzerine belgesel bir yönü olduğunu da düşünüyorum. Daha önceki cevabımda söylediğim gibi, adeta bir kuklaydım.
Oyuncular bir karakter yaratırken genellikle bir kırılma anı yaşar. Benim için Azra’nın yaratımı sırasında böyle bir an olmadı. Final sahnesinde, paranoyanın en yüksek olduğu o anlarda elbette bir oyunculuk yaptım, ancak filmin birçok sahnesinde mevcut hâlimi, henüz pişmemiş, öz hâlimdeki kaynağı dönüştürüp ortaya koydum.
Bu konuşmalardan esinlenerek aklıma bir kitap geldi. Nihan Kaya’nın “Yazma Cesareti” adında bir kitabı var. Rollo May’in “Yaratma Cesareti” kitabındaki görüşlere de yer veren bu kitapta bir sanat eseri üretilirken sanatçının bir karşılaşma yaşadığından bahsediliyor. Karşılaşma sürecini kişinin sanat eseri üretiminden önce veya üretim esnasında kendi içinde yaşadığı tüm varoluşsal kaygılar ve korkularla yüzleştiği, aynı zamanda da iç dünyasının toplumsal normlarla etkileşime geçtiği bir süreç olarak değerlendirebiliriz. Bu kitap temelde edebi eserler üzerine odaklı ancak ben bu karşılaşmanın diğer sanat formlarında da yaşanabileceğini düşünüyorum. Siz kısa filminizin üretim sürecinde buna benzer bir an yaşadınız mı?
Ece Dizdar: Nihan Kaya’nın kitabını okumadım, ama Rollo May’in “Yaratma Cesareti” kitabı üzerinden bahsedebilirim. Benim ne annem var ne de çocuğum var. Tahayyül etmediğim bir şey ile karşılaşmaktan bahsediyorsak bu filmle birlikte anne olma hissini yaşadım. Bir anneyi gözlemlediğim yerden içimde anne olan bir tarafımla karşılaştım diyebilirim.
Özlem Hanım peki sizin için böyle bir durum söz konusu muydu? Siz bir şeyler eklemek ister misiniz?
Özlem Öçalmaz: Bir felsefecinin “Kişi her şeyin ölçüsüdür.” şeklinde bir sözü var. Hayatı ve her şeyi, deneyimlediğimiz yerden algılarız. Bence bir sanat eseri yaratmaya çalıştığımız esnada bu ister oyunculukla ister yazarak olsun, ne kadar kendimizle karşılaşarak ve ortaya ne kadar kendimizden bir şeyler koyabiliyorsak, eseri de o kadar yansıtabiliyoruz. Kendinle karşılaşıyorsun, çünkü dışarıdan bir şey alıp o eseri yapamazsın. Bir röportajda, “Oyunculuk maskeyle ilgili değil, maskeli düşünmekle ilgilidir.” şeklinde bir söz okumuştum; bence bu söz, tam da bahsettiğim şeyle ilgili.
Son olarak yakın zamanda bahsetmek istediğiniz sizlerin de yer alacağı yeni tiyatro oyunu veya yeni projeler var mıdır? Böylece okuyucularımıza da öneriler sunabiliriz.
Özlem Öçalmaz: Yakında Henrik İbsen’in yazdığı Nora (Bir Bebek Evi) oyunumuz var. Tuğçe Altuğ Nora’yı canlandırıyor, Deniz Celiloğlu Torvald’ı oynuyor, ben Kristine’yi oynuyorum. Kısa filmlerin ve uzun metrajlı filmlerin aranan yüzü Emrah Özdemir Dr. Rank’ı oynuyor, Işıl Dayıoğlu ve Cem Avnayim de Anne-Marie ve Krogstad karakterlerini oynuyorlar, çok heyecanlıyız. Tolga Karaçelik, Tuğçe Altuğ ve Duygu Altuğ da ortak yapımcılarımız. Bir yandan da Constanze Weber karakterini canlandırdığım Amadeus oyunumuz altıncı sezonunda da kapalı gişe olarak oynanmaya devam ediyor.
Röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için tekrar çok teşekkür ederim. Benim için çok keyifli bir röportaj oldu.