Bu yazı, sinemada karşılaştığımız kedileri derleyen dokuz kurmaca filmlik bir listedir. İsminden de anlaşılacağı üzere, köpek sahiplerinin aksine kedi sahipleri genellikle toplumda bir nebze yalnızlaşmış, yalnızlaştırılmış kişiler olarak karşımıza çıkmaktadır. Belki de bu sebeple kediler yaşlı bir adamdan genç bir cadıya, yalnız bir müzisyenden özel dedektife ilginç karakterlerle birlikte yer alarak onların değişmez bir parçası olmuştur.
İlk dört film, kediler ve şehirler üzerinden geniş bir perspektif sunarak İstanbul ve New York’un 1960-1990 yılları arasında değişen mimari ve toplumsal yapılarını gözler önüne sermiştir. Beşinci ve altıncı filmler, sinemada cadı ve kedi ilişkisini işleyen filmlerdir. Bu filmlerde kediler cadının bir uzantısı, karakterinin ve kimliğinin bir dışavurumudur. Yedi ve sekizinci filmler, kedilerin dedektifler ve mafyalarla birlikte ekranda yer aldığı filmlerdir. Kedilerin dokuz canı vardır derler, dokuzuncu filmse kedilerin kendine has, itaatsiz doğasının gözler önüne serildiği bir filmdir. Kediler rol yapar mı yapmaz mı diye soracak olursanız hemen yanıtlayalım: Kendisi isterse yapar, siz isterseniz yapmaz!
Onların dokuz canı var dense de biz kedilere doyamadık, doyamayız. Listenin sonuncu filmi ise İstanbul’da özgürlüğü ve laf dinlemez hâliyle sokak kedileri üzerine bir belgesel. Onlar, şehir manzarasının insanlar kadar değişmez parçası…
Hanım (Yön. Halit Refiğ, 1988)
Olcay, tedavi edilemeyen bir kanser teşhisi aldıktan sonra geride bırakacaklarını düşünmeye başlar. Onu yıllarca hayata bağlayan, yalnızlığını paylaşan kedisi Hanım, Olcay’ın en büyük endişesi haline gelir. Görünen o ki, 80’lerin İstanbul’unda kedi sahiplendirmek kolay iş değildir.
Olcay, zaman zaman Hanım’ı bir kuş kafesine koyup Boğaz kıyısına götürür. İstanbul, bir zamanlar tanıdık ve sıcak hissini giderek kaybetmiş; silüeti kadar insanları da yabancılaşmış, soğuk ve acımasız hâle gelmiştir. Olcay o denli yalnızdır ki ölümünü paylaşacak kimsesi dahi yoktur. Anısını yaşatacak, Hanım’a iyi bakacak gönüllü bir kimse de görünürde yoktur.
Hanım, insanın kendi ölümlülüğüyle baş etmesini son derece dokunaklı bir dille ele almaktadır. Olcay, kalbinin temizliği ve naifliğiyle günümüzde var olması imkânsız gibi görünen bir karakterdir. O, bir zamanlar Boğaz’dan bakıldığında İstanbul’un güzelliğinin akılda bıraktığı iz gibi geçmişte kalmış ve artık yalnızca hatıralarda, filmlerde var olabilecek bir insandır. Zaten filmi izlerken insan ister istemez sorar: Sevgili kedisi için ölümünü erteleyebilecek biri var mıdır?
Harry and Tonto (Yön. Paul Mazursky, 1974)
70’lerin New York’unda kedisi ile birlikte sakin bir hayat süren Harry, zorla evinden çıkarılır. İkili yeni bir ev kiralamak yerine kendilerini hayatın akışına bırakırlar ve Amerika’yı baştan başa kat ederler.
Yolculuğun başlangıç noktası kentin değişen simasıdır. Çünkü New York, tek başına yaşayan bir yaşlı adam ile kedisi için gitgide daha zorlu bir hâle gelmiştir. Oysaki yaşlıların kediler kadar değişime isteksiz olması beklenir. Öyledir de fakat değişimi reddetmek anlamsızdır. Anlamlı olan değişime meydan okumaktır. Harry de öyle yapar, şehre meydan okur ve kedisini de alır gider. Bir zamanlar kurmuş olduğu bağların onu yıllarca alıkoyduğu, hep çıkmak istediği o yolculuğa kedisiyle birlikte çıkar.
Her yıkım beraberinde yeni başlangıçları da getirir derler ya, işte aynı o şekilde Harry ile Tonto, merhaba dedikleri her şehrin yol ayrımında birilerine de veda ederler. Yolculukları yalnızlığın özgürleştirdiği ve birlikteliğin ölümsüzleştirdiği harikulade bir arayış hikâyesidir.
Inside Llewyn Davis (Yön. Ethan Coen ve Joel Coen, 2013)
60’ların başında Llewyn Davis, tek başına sahne almakta ve Greenwich Village folk müzik sahnesinde tutunmaya çalışmaktadır. Ancak geceyi geçirecek bir koltuk bulmak başını omzuna yaslayacak bir dost bulmak kadar zordur. O kadar yalnızdır ki her günü aynı mücadeleyi yeniden vermekle geçer.
Inside Llewyn Davis dendiğinde akla Oscar Isaac, Justin Timberlake, Carey Mulligan ve Stark Sands tarafından seslendirilen şarkıların yanı sıra sarman bir kedi gelir. New York’tan Chicago’ya, metroda ve arabada Llewyn; sahibi olmadığı, ismini bile bilmediği bir kediyle birlikte seyahat eder. Mekân değişir, istikamet değişir (hatta çoğu zaman belli bile değildir) ancak kedi, öyle ya da böyle mevcuttur.
Hayatındaki kadınların ona sıkça hatırlattığı gibi folk müziğin peşine düşmek yerine Llewyn, babası gibi bir denizci olabilir ve böylece akşam nerede kalacağını, ne yiyeceğini dert etmediği bir yaşam sürebilirdi. Böyle düşünüldüğünde Llewyn, aynı evden kaçan bir kedi gibidir. Belki de bu sebeple görünürde ne kendisine ne de çevresindeki herhangi birine göstermediği özeni kediye gösterir, kaybolduğunda onun için endişelenir. Yine de kediyi ararken, tutunacak bir yer bulma arayışında yeniden kaybolur.
Breakfast at Tiffany’s (Yön. Blake Edwards, 1961)
Endişeli günlerini Tiffany’s isimli mücevher dükkanında geçirmeyi seven Holly Golightly, New York’taki evinde kedisiyle birlikte yaşar. Üst kata yeni komşusu Paul Varjak taşınır ve aralarında dostane olduğu kadar romantik bir ilişki başlar.
New York’un insanı yalnızlaştıran bir atmosferde değil, keyifli bir açıdan resmedildiği filmde tek bir sorun yok gibidir. Çünkü Holly ne tip bir erkekle evlenmek istediğini belirtmiştir ve Paul basitçe o tanıma uymamaktadır. Paul bir öykü yazarıdır, New York’un 50 yaş altı en zengin dokuz adamından birisi değildir.
Holly, sevimli sarman kedisine bile “birbirlerine ait olmadıkları” gerekçesiyle isim vermeyi reddeder. Paul’a kendi ismiyle değil, kardeşine benzediği gerekçesiyle kardeşinin ismiyle hitap eder. Âşık olduğunda, ilişkiyi tanımlamaktan ve duygusal bir bağ kurmaktan kaçar.
Kiki’s Delivery Service (Yön. Hayao Miyazaki, 1989)
Cadılık geleneği gereği, Kiki,13 yaşına geldiğinde büyülü yeteneklerini geliştirmek için tek başına yeni bir şehre taşınmalıdır. Bir dolunay gecesi kararını verir ve kara kedi Jiji ile annesinin verdiği eski süpürgeyi alarak hayallerindeki o okyanus kıyısı şehrini aramaya koyulur.
Kiki hayallerini süsleyen şehirde bir yabancı olarak zorlansa da bir teslimat işi kurar. Kendine özel yeteneklerini kullandığı bu işi kurarken zorlanır fakat sever. Zamanla diğer şehirliler arasında “Kiki” olmanın çekincesini yaşar. Cadı olmak zordur belki ama 13 yaşında tek başına bir şehre taşınmanın daha kolay olduğu söylenemez.
Kiki’ye havada ve karada, tüm yolculuğu boyunca Jiji eşlik eder. Kimseden lafını esirgemeden konuşan bu kara kedi çok sevimlidir. Ancak asıl marifet ne uçan süpürgede ne de konuşan kedidedir. Asıl yetenek süpürgeyle uçabilen, onunla konuşan kediyi anlayabilen Kiki’dedir.
Bell, Book and Candle (Yön. Richard Quine,1958)
Cadılar yıllar boyu masallarda, filmlerde kedilerle ilişkilendirilmişlerdir. Bazısında kedi, gizemli ve bağımsız yapısıyla öne çıkarken, bazı hikâyelerde cadının ruhani dostu ve büyüsünün aracısı olarak anlatılmıştır. Bell, Book and Candle filminde, Pyewacket isimli siyam kedisi bu özelliklerin hemen hemen hepsini beraberinde barındırmasıyla sinema tarihindeki eşsiz kedilerden biri olmuştur.
Büyülü güçlere sahip olmayan insanların iradelerine müdahale etmek istemeyen Gillian, yeni komşusuna aşk büyüsü yapıverir. Aşk büyüsü seyirci için eğlenceli bir romantik komediyi işaret etse de Gillian önemli bir sorunla karşı karşıyadır. Çünkü bu büyü New York’taki cadıların ifşa olmasına neden olması muhtemel bazı gelişmelere yol açmaktadır. Hatta daha da kötüsü, bu büyü, Gillian’ın duygularının da açığa çıkmasına sebep olmaktadır. Söylentiye göre, cadılar âşık olmaz. Âşık olanlarsa, artık cadı değillerdir.
The Long Goodbye (Yön. Robert Altman,1973)
Özel dedektif Philip Marlowe, Hollywood’daki dairesinde kedisiyle yaşar. Marketten markete kediye mama aradığı gecenin sabahında gözaltına alınır. Bir arkadaşının eşini öldürdüğü söylenmektedir ve Marlowe’un bahsi geçen kişinin kaçmasına yardım ettiğinden şüphelenilmektedir.
Tüm bu karmaşanın arasında Marlowe’un umursadığı tek şey kedisidir. Onu doyurmak ve beklentilerini karşılamak için görünür bir çaba harcar. Fakat kedi, kedidir işte. Kuru mama seçer ve evden kaçar.
Tür sineması bağlamında düşünüldüğünde, birçok film noir kodu filmde mevcuttur ancak daha rastlantısal bir hâle bürünmüştür. Dedektifin aldığı işlerin birbiriyle alakalı çıkması bile sanki filmin hatırına gibidir. Davaların yanı sıra arkadaşının izini sürse de umursamaz bir hâli vardır. Sonuçta alakalı veya alakasız olsa da çoğu şey anlamsızdır. Tatsız tuzsuz bir kuru mama gibi…
The Godfather (Yön. Francis Ford Coppola, 1972)
Filmin bütünüyle ilişkili olmasa da sinema tarihinde hatırlanan kedi sahnelerinden birisi de The Godfather filminin açılış sahnesidir. Vito Corleone, kızının düğününde görüşme yaptığı sırada kucağında bir türlü sakin durmayan gri bir kedi vardır. Sonradan kedinin temsil ettikleri üzerine çeşitli açımlamalar yapılmışsa da kedinin senaryoda herhangi bir yerinin olmadığı söylenmiştir. Görünüşe göre sette dolaşan bu kedi, Marlon Brando’nun kuçağına zıplayınca Coppola çekimi kediyle yapmaya karar vermiş. Kedinin mırlaması sesi almayı ciddi ölçüde zorlaştırsa da onu sahneden çıkarmamışlardır.
Çeşitli mafya filmlerinde kedinin güç sembolü ve karakteri betimleyen bir motif olarak kullanılmasına rastlanır, From Russia With Love (1963) buna bir örnektir, ancak genelde kedi tüm asaletiyle sakince oturur,sahibine boyun eğercesine. The Godfather’da ise kedi ne yönetmene ne de Corleone’a kulak asar. Sahnenin ağır tonuyla tümüyle zıt, oyuncu bir hâli vardır. Düğünde dans edenler gibi, keyiflidir.
Day for Night (François Truffaut, 1973)
Kısacası, yönetmen olmak zor iştir. İsmini sinematografide kullanılan bir teknikten alan filmde Truffaut, baş rolden kediye herkesin yönetmenin vizyonunu gerçeğe dönüştürmek uğruna nasıl çabaladığını gözler önüne seriyor. Film çekerken bin bir türlü zorlukla karşılaşılıyor, ancak umudunuzu kaybetmezseniz ortaya güzel bir iş çıkma ihtimali de asla kaybolmuyor.
Filmin içindeki filmdeki bir sahne için kedi gerekli ve kedinin basit de olsa bir rolü var: Dışarı konan tepsiyle ilgilenmek ve sütü içmek. Fakat kediseverlerin katılacağı gibi, kedi kendi istediği zaman istediği şeyi yapar. Siz isterseniz asla yapmaz. Day for Night’ta da aynısı oluyor, oynaması için getirilen yavru kedi bir türlü tepsiye yaklaşmıyor. Tepsiye en yakın olduğu anda bile yanından hızla kaçıveriyor. Hâl böyle olunca sahne birçok kez tekrar çekiliyor ve set ekibi umutsuzluğa kapılıyor. Ama o sırada son derece heyecanlı, yeni bir oyuncu getiriliyor. Doğal oyunculuğu sahneye yansıyor, sütü bir türlü bulamıyor, tepsinin etrafında dört dönüyor derken sonunda sütü afiyetle içiyor.
Kedi (Yön. Ceyda Torun, 2016)
Kedi, belgesel olması dışında diğer filmlerden kedi-kent bağlamında daha farklı bir bakış sunmaktadır. Kentsel dönüşümle gelen yıkım ve yenilenme, mahallelerin değişen siması ile şehrin değişen mizacı İstanbul özelinde büyük önem arz eder. İnsanlar için bile kucak açmayan, gri bir atmosfere gömülen şehir kediler için de farklı değildir. Ama her şeye rağmen onlara gözü gibi bakan İstanbullular sayesinde sokak kedileri her köşede kendilerine bir yer bulmuştur. İstanbul’da, sokak kedileri şehre ait oldukları kadar İstanbul da onlara aittir.
Belgesel, İstanbul’un Beyoğlu, Üsküdar, Kadıköy gibi semtlerindeki kediseverlerin anlatımıyla kedileri takip eder. Bazılarının ismi vardır, mahalleli onları isimleriyle tanır. Onlar: Sarı, Bengü, Aslan Parçası, Psikopat, Deniz, Gamsız, Duman. Bazısınınsa huyu vardır mahalleli onları huylarıyla tanır. Kimi balık çalar, kimi kapıyı tıklatır. Hepsi kendisine has, bir kedi diğerine benzemez.