Katıldığı festivallerden birçok ödülle dönen ve 25. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali’nde Uluslararası Yarışma kategorisinden En İyi Film ödülünü kazanan Kruste (Kabuk) (2023) kısa filminin yönetmeni Jens Kevin Georg ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli okumalar!
Uyarı: Röportaj, filme dair sürpriz kaçırıcı detaylar içerebilir.
Röportaj: Fatih Tuncay & İrem Yavuzer
İzmir Kısa Film Festivali’nin Uluslararası Yarışması kategorisinde En İyi Film ödülünü kazandığınız için tebrik ederim. Filminizi çok beğendim; filminiz hayattaki bazı zorluklarının ne kadar da evrensel olduğunu düşündürdü. Öncelikle, festival deneyimi nasıldı? Daha önce Türkiye’ye gelmiş miydiniz, İzmir’i beğendiniz mi? Festivalle ilgili genel düşüncelerinizi duymak isterim.
Festival, benim gibi farklı ülkelerden gelen birçok uluslararası sinemacının kaynaşmasını sağladı. Festival sürecinde birkaç gün içinde gerçekten sıkı bir grup hâline geldik. Bu benim Türkiye’ye ilk gelişimdi. İzmir’de harika vakit geçirdim ve artık İzmir’in kalbimde özel bir yeri var.
Kendinizden biraz bahseder misiniz, sizi tanımak ve sinemaya başlama hikâyenizi dinlemek ve bu yolculuk nasıl devam ediyor bunları öğrenmek isterim? Ayrıca Kabuk (2023) sizin için filmografinizde nasıl bir yere sahip bunu da duymak isterim?
Şu anda Batı Almanya’nın kırsal bir bölgesinde, ailemle birlikte yaşıyorum. Film çekmek ne yazık ki hâlâ maddi durumu elverişli insanlar için daha kolay bir eylem. Ben işçi sınıfı bir aileden geliyorum. Katıldığım festivallerin ücretlerini karşılayabilmek ve hayalimdeki projelerimi gerçekleştirebilmek için ailemin yanına geri taşınmak zorunda kaldım. Film çekmek henüz faturalarımı ödemek için yeterli bir bütçe sağlamıyor ve ne yazık ki bu sorunu sadece ben yaşamıyorum. Geçimini sağlamakta zorlanan birçok çalışkan ve zeki genç yetenek var. Kendi durumumdan şikâyet etmekten ziyade sinema dünyasındaki yapısal bir sınıf sorununa dikkat çekmek istiyorum ve kendi yolculuğum da bu sinema camiasındaki ekonomik koşullar için belki farkındalık sağlayabilir.
Çocukluğumda sinema ile ilgilenen bir çevrede büyümedim; ancak film izlemeyi ve filmleri çok seviyordum.Kendimi erken yaşta hayata karşı bir yabancı gibi hissettiğim için, mücadele etmek adına kaçış yolu aradım. Yeni bir dünya yaratmak için kurgusal hikayelere ihtiyaç duydum. Ayrıca o zamanlar Emma Watson’a derin bir aşkla bağlıydım. Neredeyse her gün Harry Potter 3’ü (2004) izliyordum ve dürüst olmak gerekirse, o yaşlarda sinemaya başlamamın sebebi bir gün Emma Watson ile sevgili olabilmekti.
Liseden mezun olduğumda film okullarına başvurabilmek için henüz bir portfolyom yoktu. Bu nedenle Medya Prodüksiyonu bölümünde okumaya karar verdim. Böylelikle film çekebilme şansı yakaladım. Çektiğim filmlerle Babelsberg KONRAD WOLF Film Üniversitesi’ne kabul edildim. Aslında Kabuk benim mezuniyet projemdi. Şimdilerde ise ilk uzun metraj filmim üzerinde çalışıyorum.
Filmin senaryosunun nasıl ortaya çıktığını merak ediyorum. Kişisel deneyimlerinizden mi ilham aldınız, yoksa tamamen kurgu mu?
On üç yaşındayken en yakın arkadaşlarımdan biriyle buz pateni yapmaya gitmiştim. O gün arkadaşım; kaval kemiğmde delik açmak için harika bir zaman şeklinde bir karar vermiş olmalı ki pateninin bıçağıyla bacağımı tekmelemeye başladı. Aşırı hassas bir çocuk olmama rağmen bacağıma darbe aldığımda hiç ağlamadım; bunun yerine soğuk ve metanetli kaldım. Bu kanlı olaya verdiğim tepki beni oldukça şaşırtmıştı. Tabii bazıları buna “erkekçe” bir davranış diyebilir. O zamanlar verdiğim tepkiyle ben de gurur duymuştum. Ancak yıllar sonra düşündüğümde, fark ettim ki o anda belki de kendisiyle daha iyi bağ kurabilen bir yanımı kaybetmiş olabilirdim. Kabuk filmim ile, kendisinin bir parçasını “erkek” olmak adına bırakmaya razı olan o çocukla bir diyalog başlatmak istedim.
Filmde Bea karakteri, Fabi’nin tam zıttı gibi görünüyor. Aynı zamanda toplumun erkeklere yüklediği tüm görevleri yerine getirebilen bir kız çocuk olarak gösterilmiş. Fabi ise toplumun gözünde “gerçek bir erkek” olabilmek için çok kırılgan bir yapıya sahip. Yaratılan bu zıtlık sayesinde toplumun kadınlara ve erkeklere atadığı rollerle ilgili bir eleştiri olarak değerlendiriyorum. Böyle bir amacınız var mıydı?
Aslında daha önceki taslaklarda, Bea, Basti adında bir oğlandı. Ancak Basti karakteri ile ilgilendiğim temanın evrenselliğini sunamadım. Senaryo hakkındaki tüm tartışmalar bir anda sadece erkeklik yönüne odaklanmış oldu. Çünkü ilk versiyonda tüm karakterler erkekti Bea karakteri, temayı genişletmeme yardımcı oldu. Ve aslında Kabuk’un, anlatmak istediğim temaya sadık kalma ihtiyacı ile uyum sağlama isteğim arasında evrenselliği -hissettiğimiz çatışmayı anlatan bir film olduğunu- ifade etmemi sağlamama yardımcı oldu. Tabii ki film, cinsiyet meselelerini de ele alıyor çünkü hikâyeyi kurarken geçmişte hassas bir çocuk olarak büyüme deneyimlerimden oldukça etkilendim.
Bence hem Bea hem de Fabi karakterleri, cinsiyet beklentilerini kırıyor. Bu ailenin bağlamında Bea, Fabi’nin aksine, kendisi olabiliyor. Ancak eminim ki onun “erkek-fatma” davranışları diğer insan gruplarında bu kadar açık bir şekilde karşılanmazdı. Belki de bu başka bir film için bir konu olabilir!
Fabi narin, tam olgunlaşmamış bir erkek gibi görünse de aslında film boyunca rasyonelliği ve bilimsel aklı temsil ediyor. Zekâ olarak en olgun aile üyesi bizce Fabi. Ailenin “kabul edilme ritüeli” onun için aslında hayati bir önem taşımıyor. Sadece gelenekleri takip etmeye çalışıyor; ancak bu gelenekleri saçma buluyor. Bu bağlamda Fabi ve diğer iki kuşak erkek arasında yoğun olarak atalar kültü’nün hakim olduğunu görüyoruz. Ataya doğal olarak erkeğe tapınma söz konusu. Toksik bir erkeklik ve güç ilişkisi var, öte yandan da filmde hiç kadın karakter yok? Erkek dünyasının doğa-güç ve şiddet korelasyonu üzerinden bir anlatı mı tercih ettiniz?
Ben “toksik erkeklik” teriminin büyük bir hayranı değilim. Ancak bu davranışı %100 olumsuz olarak etiketlersek, aslında bu zararlı davranışın kökenine inemeyiz diye düşünüyorum. Çünkü eğer her şey sadece toksikse, erkekler neden sürekli bu davranışı yeniden üretiyor? Kabuk ile bu zehrin içindeki tatlı cazibeyi de araştırmaya çalıştım. Gerçekten de kendi deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki, belirli davranışları yeniden ürettiğinizde ödüllendiriliyorsunuz. Bir grup tarafından kabul edilmek buna örnek olarak gösterilebilir. Fabi de bu cazibeye kapılıyor! Başlangıçta ailesinin geleneklerine oldukça eleştirel olsa da, aynı zamanda çok parçalanmış bir durum içinde. Çünkü filmin büyük bir kısmında ailesine gerçekten uyum sağlamak da istiyor bu yüzden de bu ritüellere önem veriyor. Ancak yine de kendisinden beklenenleri sağlayamadığı için sürekli olarak cezalandırılıyor.
Nihayet ailesinin bir parçası olarak kabul edildiğinde, önce gerçekten keyif alıyor! Ancak sonrasında, kendisini yutan bu çemberi içeriden görmeye başladığında, derin bir sorgulama süreci başlıyor ve kendisini bu zararlı geleneklere karşı konumlandırabiliyor.
Oyuncularla çalışma süreciniz nasıl geçti? Özellikle de iki çocuk oyuncuyla birlikte çalışmak nasıl bir süreçti? Gerçekten keyifle izlenen performanslar sergilediler özel bir hazırlık süreciniz oldu mu? Rolleri için onları yönlendirmek adına neler yaptınız?
Lea Agmon’un büyük yardımıyla harika bir oyuncu seçimi süreci geçirdik. Birlikte, yönetmenlik tarzımı değiştirmek zorunda kalmadan çalışabileceğim ve kendimin en otantik versiyonu olabileceğim çocuk oyuncuları arıyorduk. Philip ve Luise beni hemen anladılar. İnanılmaz derecede zeki ve duyarlılar, bu yüzden sadece kendim olmam yeterli oldu. Ayrıca, onların sette birer profesyonel olarak gördüklerini hissetmelerini istedim. Çocuk olmanın nasıl bir şey olduğunu benden çok daha iyi biliyorlar! Bu yüzden Luise, tüm dublörlük sahnelerini (tabii ki annesinin gözetimi altında) neredeyse tamamen kendi başına koreografi etti.
Philip ile ise biraz hazırlık yaptık, çünkü o Fabi kadar hayalperest biri değil. Philip her zaman çok enerjik ve odaklanmış biri! Philip’ten Fabi’nin, paslı bir çılgınlık dünyasından kaçmak için kendi evrenini yaratmasını istediğimden, onun biraz daha dalgın bir ruh hâli geliştirmesini sağlamak istedim. Bu yüzden birlikte göle gittik ve birkaç dakikalığına hiçbir şey yapmadan durduk. Telefon yok, konuşma yok, birbirimize bakmak yok. Daha sonra Philip’e bu deneyimden ne hissettiğini düşündürdüm. Philip en küçük ve sıradan anlarda bile güzelliği fark edebilecek bir beceriyi hızlıca geliştirdi. Mesela filmde böcek ile kurduğu iletişimi de buna örnek olarak düşünebiliriz.
Bea’nın yaralandığı sahneyi bir lunapark treni üzerinde seçmenizin özel bir nedeni var mıydı? Bu seçimle bir kontrast yaratmaya mı çalıştınız? Ayrıca, duvardaki aile soyağacı çizimi oldukça etkileyiciydi. Bu görsel unsurlar, hikâyenin ana mesajlarını güçlendirmek için nasıl tasarlandı?
Bu, içgüdüsel bir his ile prodüksiyonun sınırlarının bir birleşimiydi. Tabii ki gerçek bir çarpışma gösteremeyeceğimizi biz de biliyorduk. Bu yüzden, o çarpışmanın izleyicinin zihninde gerçekleşmesine izin vermeye karar verdik. İlk turdaki detaylı çekimlerle nelerin ters gidebileceğine dair ipuçları verdik. Bu görüntüler, çarpışma sahnesi kadrajın dışında gerçekleştiğinde izleyicinin hayal gücünü harekete geçirmek için yeterli malzeme sundu.
Sanat departmanımız, bu unsurları seçerken 19. yüzyıl Alman çocuk edebiyatından büyük ölçüde etkilenmişti. O dönemde Alman eğitimi korku ve şiddet temeline dayanıyordu ve bunun kalıntılarını bugün hâlâ hissediyoruz. Bu kitaplar, ‘kötü’ çocukların başına gelen korkunç şeyleri acımasız çizimlerle gösterirlerdi. Sevgili sanat departmanımız da bu fikri temel alarak kendi sanat tarzımızı oluşturmayı başardı.
Filmde yaralanmalar ve kan sıklıkla tekrarlanan motifler. Aslında örtük anlamda bir kurban etme eylemi görmekteyiz. İnsanı güçlü yapan şey aldığı yaralara rağmen yola devam edebilmesidir. Birçok inanışta acı çekmek, yara almak, kendinden bir şey kurban etmek kişisel gelişim açısından oldukça önemli veriler olarak karşımıza çıkıyor. Burada güç kavramını kültürlerarası olarak inceleme şansını da yakalıyoruz. Güçlü olmak bu kadar önemli mi, beklentileri karşılayacak kadar güçlü olamazsak ne olur? Yaşadığımız modern çağda neden sürekli kendimizi kurban etmek zorundayız?
Keşke bu inanç sistemleri ortadan kalksa ve sağlıklı bir farkındalık çağına girsek. Ancak savaşlar yeniden artarken ve sağcı politikalar tüm dünyada etkisini gösterirken, fiziksel fedakârlığın sözde değeri yeniden yaygınlaşıyor. Bu ideoloji, medya aracılığıyla (Evet senden bahsediyorum, Gladyatör!) tekrar tekrar üretildiği için kültürümüze derinden yerleşiyor. Devletler, kendilerini sözde ‘büyük bir amaç’ için feda etmeye istekli insanlara (özellikle genç erkeklere) ihtiyaç duyuyor. Bu yüzden bu inanç sistemini aşmak bu kadar zor.
Kabuk (2023) filmini izlerken çok güldük ancak film geneli itibariyle bizde buruk bir tebessüm bıraktı. Karanlık mizah barındıran bir hikâye anlatımına neden yöneldiniz? Sizi bu tür bir tarza çeken ne oldu? Bu tür üzerinden takip ettiğiniz yönetmenler veya projeler nelerdir?
Mizahın izleyiciyi duygusal olarak açmanın iyi bir yolu olduğuna inanıyorum. Gülmek genellikle anında gerçekleşen fiziksel bir tepkidir. Karşınızda olana tepki vermekten kendinizi alamazsınız. En azından ben filmleri böyle izliyorum. Güldüğümde, duygusal olarak gardımı indiriyorum ve sonra filmin kalbimi kırması çok daha kolay oluyor.
Ayrıca mizahın trajik bir şeyden kaynaklandığını da düşünüyorum ve sonrasında bu travmalar/trajediler oldukça iyileştirici bir hâle evrilebiliyor. Hikâyelerimi genellikle yanlış anlaşıldığımı düşündüğümde ve yalnız hissettiğimde yazıyorum. Sanırım bu yüzden komedim her zaman belli bir acıya dayanıyor. Bu olumsuz duyguları da kahkaha gibi olumlu bir şeye dönüştürmek son derece ödüllendirici.
Bu mizah tarzıma ilham veren sinemacılar Taika Waititi, Wes Anderson, Paul Thomas Anderson, Edgar Wright ve Greta Gerwig. Ve tabii ki Scrubs (2001) da var. Dürüstçe itiraf etmem gerekirse, bu yönüm ergenlik yıllarımda, dini bir ibadetmiş gibi her gün Scrubs izlememden kaynaklanıyor.
Filmin çekim süreçlerinden ve bunların ne kadar zaman aldığından bahsedebilir misiniz? Almanya’da ve okulda bir film çekme deneyimi senin için nasıldı? Senaryonu hazırlama sürecin, filmleri çekme sürecin, prodüksiyon sürecin ve üniversitenin sana desteği bunlar hakkında da bahsedebilir misin? Üniversitesindeki deneyimi de kısaca takipçilerimize anlatabilir misin? Türkiye’den sinemacılara burayı tavsiye eder misin?”
Set sürecimiz on üç gün boyunca sürdü. Çocuklarla çalıştığımız için çekim yapabileceğimiz zaman aralığı oldukça sınırlıydı. Almanya’da çocukların çalışma saatleri katı bir şekilde düzenleniyor. Bu süreci hiçbir şekilde aşamıyorsunuz. Dürüst olmak gerekirse, bu sert tutum bizim için de gizli bir lütuftu. Bu sayede daha iyi bir çekim planı yapmak zorunda kaldık. Kaliteli bir zaman yönetimimiz (ve ihtiyacımız!) oldu. Eğer günde on iki saat çekim yapmış olsaydık çok daha yorgun olabilirdik. (çekim yine de stresli olmasına rağmen). Ama bence bu koşullar daha yüksek bir konsantrasyon sağladı. Ayrıca, çocuklarla çekim yaparken, insanlar daha nazik bir şekilde iletişim kurma eğilimindeydi. Genel olarak bu deneyimin tümünden çok keyif aldım ve çocuk oyuncularla tekrar çalışmak isterim.
Almanya’da bir öğrenci filmi çekerken tabii ki birçok ayrıcalık ve engelle karşılaşıyorsunuz. Birincisi, eğitim temelde ücretsiz; bu harika. İkincisi, belirli bir okulda eğitim gördüğümüz için bir TV istasyonu fonuna başvurabilmiştik. Bu ayrıca bizler için çok ödüllendirici bir deneyimdi. Ekipmanlarımızın çoğunu okuldan aldık. Saydığım maddeler ayrıcalıklı yanları. Ancak bir film okulunda işlerin yürüyebilmesi için uymanız gereken çok fazla bürokrasi de var. Mesela çekim ekibinize istediğiniz gibi ödeme yapamazsınız. Daha önce de belirttiğim gibi, Almanya’daki film yapımcıları geçim sıkıntısı çekiyor. Bu yüzden bir ekip kurmakta çok büyük sorunlar yaşadık. Ama genel olarak, bana bu fırsat verildiği için çok minnettarım.
Eğer Türkiye’den bir sinemacıysanız, önerilerim şunlar olabilir: Almanya’da Almanca konuşmanızı gerektiren okullar var. Örneğin, Kabuk’u çektiğim Babelsberg KONRAD WOLF Film Üniversitesi. Ancak Almanya’da büyük bir Türk topluluğu var, bu yüzden size öğrenmenizde yardımcı olabilecek insanları kesinlikle bulabilirsiniz. Şu anda eğitim gördüğüm Köln Medya Sanatları Akademisi’nde İngilizce gayet yeterli. Ama burası klasik bir film okulu değil, film bölümü olan bir sanat okulu.
Filminizin konusunun çok evrensel olduğunu ve her ülkeden izleyicilerin filme dair kendilerinden bir parça bulabileceklerini düşünüyorum. Filminizle hangi ülkelerde festivallere gittiniz ve bu ülkelerden filminize aldığınız tepkilerin farklılıkları nasıl oldu kısaca bahseder misiniz?
Kabuk‘u gösterebildiğimiz ülkeler şunlar:
ABD, Romanya, Çek Cumhuriyeti, Bulgaristan, İspanya, tabii ki Türkiye, Güney Afrika, İngiltere, Kanada, Macaristan, Arnavutluk, Hindistan, Danimarka, Avusturya, Almanya.
Sanırım ABD ve Danimarka’da en gürültülü tepkileri aldık. Türkiye’deki izleyicileri izlemek çok ilginçti çünkü film boyunca oldukça sessiz ve saygılıydılar; ancak aynı zamanda çok yoğun bir şekilde izlediklerini de hissedebiliyordum. Bu yeni ama aynı zamanda oldukça dokunaklı bir deneyimdi.
En çok gurur duyduğum şey, şu ana kadar gittiğimiz her festivalde temalarımızla özdeşleşebilen insanlarla karşılaşmamız oldu. Bunun için ekibime teşekkür etmek istiyorum, çünkü onların dürüst geri bildirimleri sayesinde hikâyenin evrensel özünü gerçekten ortaya çıkarabildim.