1990 Kadıköy doğumlu yazar ve yönetmen Umut Şilan Oğurlu, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema Bölümü’nden mezun oldu. 2011 yılında Kırık (2011) filmi ile 1. Novartis Film Ödülleri’nde En İyi Senaryo ödülünü aldı. Mezuniyet projesi olarak Sen ve O (2013) adlı orta metrajlı bir film yazdı ve yönetti. Ayrıca çeşitli sanatçılar için müzik klipleri yönetti. 2022 yılında İstanbul Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı. Son dönemde ise Dilan Hakkında Konuşmalıyız isimli kısa filmi ile büyük bir başarı elde etti.
Dilan Hakkında Konuşmalıyız, 31. Adana Altın Koza Film Festivali, 25. İzmir Kısa Film Festivali gibi ulusal ve uluslararası pek çok festivalde ödül aldı ve başarı elde etti. Umut Şilan Oğurlu ile Dilan Hakkında Konuşmalıyız üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifli okumalar.
Öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. ‘’Dilan Hakkında Konuşmalıyız’’ aslında hepimizin dertlendiği, sıkıntısını çektiği bir noktadan yaklaşıyor bize . Ama konunun işleniş biçimi o kadar hoş, nahif ve eğlenceli ki bu durum filmi bambaşka bir noktaya taşıyor bence. Senaryoyu kaleme alırken de filmi çekerken de sizi harekete geçiren çıkış noktası tam olarak neydi?
Öncelikle benimle röportaj yapmak istediğiniz için ben teşekkür ederim. Biz bu senaryoya çalışırken açıkçası izleyiciyle bu kadar ortak nokta yakalayabileceğimizi umuyorduk ama izleyicide böylesine bir karşılık bulacağı konusunda film ortaya çıkana kadar emin değildik. Filmin senaryosunun tamamlanması biraz zorlayıcı oldu benim açımdan. Ben kendi yaşantım üzerinden bir hikâye anlatmak istiyordum fakat hikâyeyi somutlaştırmak konusunda zorlanıyordum. Ben de tıpkı hikâyedeki gibi bir şey üretemeyen fakat bunun sebeplerini nerede arayacağımı bilemeyen bir noktadaydım diyebilirim. Fakat alaycı bir karaktere sahip olmam bu arayışımı -benim açımdan- biraz da eğlenceli kılmıştı. Bir de şöyle bir yanlış düşüncem vardı; yaşadıklarımın kendime has olduğu yanılgısına kapılmıştım. Bu sebeple bu kadar kişisel olduğunu düşündüğüm bir hikâyeyi anlatabilmek konusunda çekincelerim vardı. Bu gibi bir süreçte yardım alabilme umuduyla ilk başta Zeynep Dilan Süren ile iletişime geçtim. Onunla yaptığımız görüşmelerin ardından zaten aklımda olan mockumentary türünü denemeye ve bu hikâyeyi bu biçimle anlatmaya kesin karar verdim. Daha sonrasında Mislina Bağrıyanık ile senaryo üzerine çalışmaya başladık ve kendi deneyimimi onun perspektifiyle yeniden değerlendirme şansı bulmuş oldum. Mislina’nın da bana benzer bir mizah anlayışı olması iş birliğimizi çok kolaylaştırdı ve düşündüğüme bu kadar yakın bir yerden yazması da yaşadıklarımın bana özgü olmadığı konusunda düşünmemi sağladı. Senaryonun son aşamasında ise Ceren Ercan’ın danışmanlık yaptığı bir sürece girdik ve Ceren Hoca esasında yaşadığım ve bana özgü olduğunu düşündüğüm bu ruh halinin bir salgına dönüşmüş olduğunu fark etmemi sağladı. Bu noktada artık izleyici ile iletişim kurabileceğimiz konusunda kendime güvenimi oluşturmuş bulundum.
Filmin başında Dilan’ın kendini tanıttığı noktada tıkanması, aslında belki de anlatacak çok şeyi varken ne diyeceğini bilememesi içine düştüğün boşluğu ya da kendine olan yabancılaşmayı mı anlatıyor?
Dilan’ın tüm film boyunca aslında oldukça yumuşak bir ruh hali var. Şiddetli tepkilerden ziyade daha silik ve daha bezgin bir yerden yaklaşıyor çevresine. Filmin başlangıcı belki Dilan’ın en heyecanlı olduğu anlardan biri olabilir. Aslında o tiratta daha heyecanlı bir yerden başlayıp kendini tanıtabilmek için yeterince cümlesi olmadığını fark ettiği bir ruh haliyle yine düşüşe geçiyor. Bu esnada aslında kendisi de sorunun farkında ama onu direkt ve net bir şekilde ifade etmekten imtina ediyor. Aslında bu boşluklar sürekli zihninde olan fakat ifade etmediği düşünceler ile doluyor denebilir. Fakat bir noktada karar verip filmin en direkt cümlesini söylüyor. Bu sahne aslında Dilan’la ve onun kendini ifade etme sorunuyla bir tanışma gibi.
Dilan’ın odasındaki karmaşa ve bu karmaşanın ortasında, panoda asılı “Başlamak için iyi hissetmen şart değil; ama iyi hissetmen için başlaman şart” cümlesine ekstra dikkat çekiliyor sanki, yanılıyor muyum?
Kesinlikle yanılmıyorsun . Bu motivasyon cümlesi aslında bir yoga stüdyosunun reklam broşüründeydi. Seneler önce yaşadığım dairenin bulunduğu apartmanın girişinde, yere bu broşürlerden birkaç tane atıldığını görmüştüm. Ve ben de bu broşürü saklamıştım çünkü bana o esnada hissettiğim üretim krizi ile ilgili çok anlamlı gelmişti. Neticesinde bu cümlenin kendi üretimim konusunda pek işe yaradığını söyleyemem çünkü bir kitap arasında eskiyip gidiyordu. Fakat filmin ön prodüksiyon aşamasında bir şekilde bu broşür karşıma tekrar çıktı ve filmde daha doğrusu Dilan’ın dünyasında yer vermek istedim. Çünkü bu biçimdeki motivasyon cümleleri ya da sloganlar özellikle sosyal medyada sürekli karşımıza çıkıyor ve açıkçası çok etkileyici görünseler de gündelik yaşamımızda ne kadar etkisi oluyor emin değilim. Bu kullanımda da aslında Dilan’ın kendini motive edebilmek için yatağının başına astığı aslında pek doğru bir anlamı olsa da belli ki Dilan’ın yaşantısına pek de etki edemediği için ironik bir hâle gelen bir aksesuara dönüşüyor. Bu da açıkçası bana komik geliyor.
Dilan; kendini anlatırken bando takımında olduğunu, anaokulu karnelerini hatta kendisine ait olmayan bir madalyayı bile gösteriyor. Bu da aslında ‘ben de varım, bu dünyada ben de yaşıyorum’ demek için çocukluğumuzdan bu yana elde ettiğimiz somut başarıları kanıtlamak zorunda bırakılışımıza bir eleştiri mi?
Öyle de değerlendirebilir. Biraz da kendi tarihini yazmaya çalışması gibi. Çünkü Dilan aslında potansiyeli olduğunu da düşünen bir karakter fakat tek sorunu görüldüğünü düşünmüyor. Bu da aslında bakın diye işaret etmesi gibi. Hani “önemli” insanların biyografilerinde bazı unsurlar olur ya onun öğrenilmişliği gibi. Bir eleştiri de değil aslında. Ben kendi yaşantımda da eleştiriden imtina eden biriyim bu sebeple filme koyduğum tüm unsurlar bir eleştiriden ziyade ifşa etmek üzerine kurulu diyebilirim.
Annesi Dilan’ı anlatırken aslında çocukken başarılı olduğunu, sonradan daha üşengeç bir hâle geldiğini söylerken bir yandan da ”Sinema okumak istedi, ne güzel dedik. Biz cahil cühela insanlar değiliz, baskı yapalım” minvalinde bir cümle kuruyor. Sanırım bu cümleyle ‘sinema’ okuyan herkesin karşılaştığı bir bakış açısını anlatmak istemişsiniz. Yani annesinin tavrı, sinema okumasına bile müsaade ettik der gibi bir tavır. Toplumda ‘sinema’ okumakla ilgili böyle bir yaklaşım ve önyargı var, siz de bu replikle bu duruma mı değinmek istediniz?
Bu tamamen benim annemden bir alıntı. Dilan’ın ailesinin sosyoekonomik durumunun orta hatta orta alt sınıfa ait olduğunu görüyoruz. Genelde sanat pratikleri de istikrarlı bir iş vadetmediği için aileler tarafından riskli bulunuyor. Sonuçta sanat ve burjuva sınıfı arasında da köklü bir geçmiş var ve benim de ne yazık ki yaşayarak öğrendiğim üzere sanatsal üretim bir ferahlık istiyor ve bu direkt para ile ilintili. Doğal olarak eğitim seviyesi yüksek üst kuşak aile bireyleri çocuklarına daha fazla ekonomik destek sağlayabiliyorlar. Dolayısıyla aslında annenin orada kendini ifade ediş biçimi de kendi çaplarında bu “riskli” karara destek çıkmaları onların Dilan’ı desteklemeleri konusunda bir savunma argümanı.
Filmde başta annesi olmak üzere; dayısı, arkadaşları aslında Dilan’ın yeteneğine ve potansiyeline tam anlamıyla güvenmiyor, destekliyor gibi görünseler de tam anlamıyla desteklemiyorlar da bence. Bu da Dilan’ın ekstra ‘bir şeyler üretmeliyim’ stresiyle boğuşup, bir şey üretememesine sebep oluyor. Bu sıkışmışlığı da anlatmak istediniz sanırım, haksız mıyım?
Bence annesi ve dayısının çok da umurunda olan bir mesele değil. Onlar Dilan’ın potansiyeli üzerine bile düşünmüşler midir emin değilim. Dediğim gibi Dilan’ın büyük bir görünürlük sorunu var ve aslında çevresindeki en yakın insanların bile Dilan’ın yaşadığı şeyi anlamadığını görüyoruz. Tabii ki bu görünürlük krizi Dilan’ın hassasiyetini arttırıyor ve onu daha da sıkıştırıyor ama orada öğrenilmiş bir ihmalkârlık var. Ailesinin nezdinde yetenek ve potansiyel gibi kavramların bir anlamı da yok zaten onlar sadece Dilan’ın “bir şeyler” çekip hayatına devam edebilmesi gerektiğini düşünüyor.
Dikkat çeken diğer bir nokta da Dilan’ın babasının olmayışı ya da hiç kendisinden bahsedilmemesi. Bu özellikle tercih ettiğiniz bir şey mi?
Enteresan bir şekilde babanın olmayışı neredeyse kimsenin dikkatini çekmiyor. Hatta bazı arkadaşlarımla film üzerine konuşurken “aa gerçekten yoktu” gibi sonradan bir farkındalık yaşıyorlar. Galiba hayatta da babaların etrafta olmamasına alışmışız bu yüzden tahmin ettiğim kadar dikkat çekmedi. Dilan’ın babasını senaryo çalışırken aslında düşündük ama bu dünyada yeri olmadığına karar verdik. bu yüzden ona ayrı bir hikâye uzantısı açmak istemedik. Çünkü belli ki ortada olmayan bir karakter ve bir anlam çıkarılacaksa yokluğu üzerinden çıkarılabilir gibi geldi.
Dilan’ın arkadaşıyla oturup, içinde bulunduğu durum üzerine sohbet ederken, aslında ülkemizde filmlerin tek bir formül üzerinden üretildiği, sinemanın durumu ya da film çekmek isteyenlerin karşılaştığı maddi zorluklar üzerine bir konuşma izliyoruz. Bu da aslında ‘film çekmenin sınıfsal olduğu’ ile ilgili bir eleştiri mi?
Yine bir eleştiri değil aslında olan mevcut gerçeklik. Şu an film çekmek gerçekten büyük bir maddi birikim gerektiriyor hatta sadece film çekmek de değil, bir şeyler yazabilmek, yazabilecek vakti yaratmak da aynı şekilde direkt maddiyat ile alakalı bir süreç. Bu sahne de maddi birikime sahip olmayan birinin bu fikre sadece bu gerçeklik yüzünden bile uzaklaşabileceğini gösterdiğimiz bir an. Türkiye’deki bağımsız uzun metraj filmlerin büyük ağırlığı da sosyal gerçekçi ve Dilan bunu formüle edilmiş buluyor, bu alternatif filmler üretmek isteyen birçok gencin kullandığı bir söylem. Zaman zaman ben de bunu düşünüyorum ama kimsenin bir formül üzerinden film ürettiğini düşünmüyorum. Bu sahne aslında biraz da bu fikre yeltenme aşamasındaki standart sohbetler olarak Dilan’ın üretim krizine bir bağlam yaratıyor.
Oyuncu ve mekân seçiminin de çok başarılı olduğunu da söylemem gerekir. Oyunculuklar da mekânlar da çok gerçekçi, çok bizdendi. Bu seçimleri yaparken nasıl bir süreç yaşadınız?
Mekânların çoğu benim vakit geçirdiğim benzer anları yaşarken deneyimlediğim mekânlar. Mesela Dilan’ın evi annemin yaşadığı ev. Tabii ki biz bütün mekânları baştan tasarladık olduğu gibi kullanmadık çünkü bir mekânı deneyimlerken de aslında kendi gerçekliğimizi yaratıyoruz. Onun dışında kullandığımız mekanların büyük çoğunluğunu da sanat yönetmeniz Mecra Yazıcı inanılmaz bir önsezi ile aklımdakine birebir uygun hale getirdi. Tabii birkaç mekânda bunu uygulayamadık maddi sebeplerden ötürü. Bu noktada Yusuf Bahar’a da teşekkür etmek isterim çünkü sınıf öğretmenin evi bizim için bir krize dönüşmüş bir mekândı, zamansal ve maddi sebeplerden, ve bu noktada Yusuf annesinin evini önerdi ve buna inanamadım çünkü benim kendi sınıf öğretmeninim yaşadığı sokağın bir arka sokağındaydı annesinin evi. Ve evi gördüğümde yaşadığım duyguyu tarif etmem çok zor çünkü sanki birebir bizim için tasarlanmış gibiydi. Bu sanırım filmdeki en güzel tesadüf/şanstı benim için.
Son olarak filmi bu bakış açısıyla, belgeselmiş ama değilmiş gibi hem bir o kadar gerçekçi hem bir o kadar eğlenceli çekmek en başından beri planladığınız bir durum muydu? Yani aslında bu konuyu daha dramatik ele almaktansa trajikomik yaklaşmanız, konunun işleniş biçimi filmi çok daha özel kılmış bence. Bu özellikle tercih ettiğiniz bir şey miydi? İzmir Kısa Film Festivali’nde filmi izlerken salonun gösterdiği reaksiyon gerçekten çok güzeldi. Bu konuyla ilgili ekstra olumlu dönüşler aldığınızı tahmin ediyorum. Arada oyuncuların kameraya ya da etrafa attığı boş bakışlar bizi konudan uzaklaştırmak ya da yabancılaştırmak yerine sanki olayın içindeymişiz gibi hissettiriyor. Bunu da özellikle mi tercih ettiniz?
Kesinlikle öyleydi. Çünkü ben yaşamımda bir krizi deneyimlerken de içimde belki de savunma mekanizması olarak geliştirdiğim bir alaycı tavır eşliğinde deneyimliyorum. Kendi perspektifimin olabilmesi için eğlenceli bir yönünün de olması şarttı. Bu şekilde hissetmene de çok sevindim çünkü görüntü yönetmenimiz Tunç Eser Alıcı ile ilk toplantımızda Tunç ben kamerayı da bir oyuncu olarak düşünerek çalışacağım demişti ve öyle de oldu. Bu boşluklar biraz izleyici ile birebir bağ kurma biraz da meselenin kişiselliğinin yarattığı bir boşluk anı gibi. Birinin çok kişisel anlarına tanık oluyoruz ve biz de tam ne yapacağımızı bilemediğimiz bir yerden ifşa oluyoruz gibi. Bunun oyunlu bir tarafı var ve bu bir sürü medya biçiminin bir arada olduğu bir döneme uygun bir anlatım gibi geliyor bana. İzleyicinin artık pasif olmadığı bir dönem gibi.