32. Adana Altın Koza Film Festivali, her yıl olduğu gibi belgesel seçkisine ayrı bir kıymet veriyor. Bu yıl birçok yapım arasından seçilen 10 belgesel finalist, festival boyunca Adana seyircileriyle salonlarda buluşacak. 32. Adana Altın Koza Film Festivali’nin üçüncü gününde bu finalistlerden ikisi daha gösterildi: Melik Kürekçi’nin Manguel’in Türkiye Yolculuğu: Tanpınar’ın İzinde ile İbrahim İzol’un Nikita Tarnıça’nın Ölümü. Böylece finalist belgesellerden ilk dördü seyircilerle perdede buluşmuş oldu.
Manguel’in Türkiye Yolculuğu: Tanpınar’ın İzinde (Yön. Melik Külekçi, 2025)
Arjentinli–Kanadalı yazar Alberto Manguel, Borges’e gençliğinde yüksek sesle okumuş, yıllar sonra Arjantin Ulusal Kütüphanesi’ni yönetmiş bir okurluk kuramcısı; okumayı bizzat tema edinmiş kitaplarıyla biliniyor. Tanpınar’a bakışı da yazar-biyografisinden çok okurun kendi yolculuğu üzerinden şekilleniyor. Bu yolculuğun yazılı ayağı bizde Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir; Ankara, İstanbul, Erzurum, Konya, Bursa ile somutlaşmıştı. Tanpınar’ın Beş Şehir’de açtığı hat, Manguel’de bir okur rehberine dönüşmüştü. Belgesel de bu kitabın izini sürüyor.
Belgeselin siyah-beyaz estetiği, Manguel’in sözlerine zaman dışı bir zarafet katıyor fakat bürokrasi/okul ziyaretleri sahneleri anlatıyı sık sık törpülüyor. Konuşmalar çoğu kez ne söylenmek istendiğinin muhatapta tam karşılık bulmadığı hissini veriyor; bir noktada sahne neredeyse tören fotoğrafına dönüşüyor. Bu çizgi, belgeseldeki okurun düşünsel seyahatini kamusal ritüellere kaptırıyor. Manguel’in Konya ile kurduğu bağ ve Ankara’nın ruhunu yakalayamadığını söylemesi kişisel, dürüst anlar fakat şehirlerin Tanpınar’daki poetik işleviyle (zaman–hafıza–melankoli) bağları film boyunca hep eksik bağlanıyor. Tanpınar’ı zaten tanıyan izleyici için bile “neden bu beş şehir, nasıl bir duyarlığın omurgası?” soruları, yer yer havada kalıyor. Tanpınar’la hiç tanışmamış biri içinse eşik daha da yükseliyor.
Kurguda, Manguel’in “okur” kimliği net ama “iz sürme”nin dramaturjisi gevşek: şehirlerdeki karşılaşmaların çoğu düşünsel bir sıçramaya bağlanmadan bitiyor. Kısa bir bağlam cümlesi (Tanpınar’ın Beş Şehir’inin temel kavramları), bir-iki mekânsal yerleştirme (şehir–metin eşleşmeleri) ve kamusal görüşmelerin yerini daha mahrem mekânların (kütüphane rafı, bir pasaj, bir cami avlusu, ev içi okuma) aldığı sahneler, filmi çok güçlendirebilirdi.
Yine de dışarıdan bir okurun Tanpınar’a yönelmesi, Beş Şehir‘i bugünle konuşturma arzusu ve siyah-beyazın sakinliği filmi değerli kılıyor. Okur tanıklığı çizgisinde duran, biyografik bilgi yığmayan tercihi bilinçli fakat tam da bu nedenle, izleyiciyi içeri alacak iki-üç açıklayıcı eşik (metinden alıntı, kısa başlıklar, görsel haritalama) şart görünüyor. Samimi anlarına rağmen, Manguel’in fikrî güzergâhı ile filmdeki kurumsal karşılaşmalar arasında organik bir köprü kurulamıyor; Tanpınar’ı seveni de hiç tanımayanı da daha fazlasını arayarak salondan çıkarıyor.
Nikita Tanrıçanın Ölümü (Yön. İbrahim İzol, 2025)
Ayvalık’ı kartpostaldan çıkarıp su krizinin sert hakikatiyle yüzleştiren belgesel, güçlü bir mevzuyu öne sürüyor fakat dar tanık havuzu, didaktik üst ses ve ciddi bir ses/miksaj problemi nedeniyle izleyiciyi içeride değil ne yazık ki genellikle dışarıda tutuyor. Belgesel, Ayvalık denince akla gelen dingin sahil imajını ilk dakikada bozuyor. Yeraltı sularının çekildiği, kalan suyun kirletildiği ve “içmek bir yana, hayvana bile içirmenin zulme dönüştüğü” bir tabloyla yüzleşiliyor. Şok etkisi sahici; çünkü anlatılanlar, bölgeye dair yaygın hafızayla çatışıyor.
Anlatı, mübadeleden bugüne uzanan bir aile/toprak hattı üzerinden ilerliyor. Bu hattın içinde bir çiftçinin tanıklığı ve bir iki uzmanın görüşü var fakat böylesi büyük bir mesele, daha geniş bir bilimsel çerçeveye, karşılaştırmalı örneklere ve kurum/otorite muhasebesine ihtiyaç duyuyor. Film, konuyu büyüten verileri ve disiplinlerarası sesi masaya yeterince yığmayınca, iddiası güçlü ama zemini ince kalıyor. Deniz kısmında ise tanıdık bir çıkmaz yeniden seyircinin karşısına çıkıyor: “bilinçsiz avlanma” vurgusu. Oysa tartışma çok daha temel. Mesele avlanmanın kendisi. Film, bu eşiği yeni bir sözle aşmak yerine aşina kalıplara sığınıyor; büyük ağlar, sezon ihlali, ağ bırakma… Bu dil, meseleyi törpülüyor ve radikal soruları dışarıda bırakıyor.
En kritik teknik sorun: ses/miksaj. Neredeyse hiç susmayan bir fon müziği, konuşanların sözlerini sürekli bastırıyor; diyaloglar net seçilmiyor, odak dağılıyor. Müzik, bir an bile geri çekilmediği için (konuşma geldiğinde seviyesini düşürüp yer açmadığı için) sözler boğuluyor. Bu, anlatılanların etkisini kıran ve izleyiciyi filmden uzaklaştıran temel bir bariyer oluyor. En rahatsız edici anlatı tercihi de üst ses. Anlatıcı, görüntülerin ve tanıklıkların kuracağı etkiyi beklemek yerine parmak sallıyor; ton didaktikleşince seyirciyle bağ zayıflıyor. Oysa seçilen konu ve toplanan malzeme, daha açık uçlu bir kurguda kendi kendine konuşabilecek güçte.
Nikita Tanrıçan’ın Ölümü, önemli bir kapıyı aralıyor ama izleyiciyi o kapıdan içeri buyur etmekte zorlanıyor. Araştırma alanını genişleten, uzman çeşitliliğini artıran, yerel–küresel politika eksenini şeffaflaştıran, üst sesi geri çeken ve ses miksajını diyalog lehine yeniden kuran bir yaklaşım; belgeseli bugünkünden çok daha sarsıcı bir düzeye taşıyabilirmiş.