Sokak karanlık… Yağmur damlaları boş kaldırımlara düşüyor. Duyulan tek şey aksayan bir ayak sesi. Koşuyor… İnce topuklu ayakkabılar giymiş bir kadın… Derken nereden geldiği belli olmayan bir polis sireni duyuluyor, masmavi tekdüze dönüp duran bir ışık kaplıyor ortalığı. Mavi ışık dönüyor da dönüyor. Lisa Gerrard’ın La Bas’ı çalmaya başlıyor bu arada. Koşarak bir kovboy geçiyor sokağın başından. Koşmakta olan sarışın, yarıçıplak kadın yüzünü gösteriyor sonunda. Tüm bu tüyler ürpertici sahneye, karanlığa, yağmura, telaşla koşmasına rağmen gülümsüyor.
Aydınlık bir otobandan kırmızı eski model bir araba geçiyor birden hızla. Güneş gözleri kör edercesine parlıyor. Sokağın karşısında birbirine sarılmış liseli gençler gülüşüyorlar. Kızın saçları rüzgarda uçuşup erkeğin yüzüne değiyor. Mutlu bir müzik çalıyor arka fonda. Derken o kara, ıslak boş sokaktan beyaz, ince, güzel bir erkek eli uzanıyor hızla kadına doğru. Serçe parmağında mavi taşlı bir yüzük… La Bas yeniden başlıyor. Kadın sol elini sıkıca tutmuş olan bu elden kurtarmaya çalışıyor kendini, çırpınıyor, ve fakat gülümsemekte hala…
Yaşlı bir kadın, güzel güneşli bir havada keyifle evnin bahçesini suluyor, bir çift çitlerin arkasından gülüşerek geçtiğinde. El sallıyorlar birbirlerine. Adam kırmızı şapkasını çıkararak selam veriyor. Şapkasını tuttuğu elinin serçe parmağında mavi yüzüğü parıldıyor. Aynı yüzüklü el bu kez acımasızca yumruk atıyor bir kadın yüzüne. Adamın gözlerindeki öfke ifade edilemez… Elinde kamerayla dolaşıyor ortalıkta biri. Sarı ceketli şişmanca bir adam geçiyor kapının önünden. Mavi küçük bir kutu yerde yuvarlanıyor. Sonra annem giriyor odaya, elinde bir çay tepsisi, kurabiye kokuları doluyor burnuma. Bir çocuk salıncakta ileri geri sallanıyor, Mussorgsky’nin Night On Bald Mountain’i eşliğinde. Bir adam boynunda bir çember çeviriyor, sol kulağının olduğu yerde kanlı bir bandajla…
Karanlık sokaktaki yağmur hızlanıyor, gök gürültüsü yaklaşıyor. Elinde beyaz şemsiyesiyle lisedeki felsefe öğretmenim koşuyor bana doğru. “Islanacaksın” diye bağırıyor. “Merak etmeyin, bu gerçek değil,” diyorum, “Her şey mümkün ama hiçbir şey gerçek değil…” Cevap olarak bana sadece “Mobius Strip” diyor… Gülüyoruz… Öğrencilerimden biri koşarak yaklaşıyor bana, ben kahverengi bir deri kanepede oturuyorum. Yanımdaki sehpada duran kırmızı abajur aydınlatıyor odayı. “Öğretmenim,” diyor, “rüyan bitene kadar beni iki kere daha göreceksin…”
Ama göremiyorum. Uyanıyorum kan ter içinde. Etrafıma bakıyorum, kendi evimdeyim. Rahat bir nefes alabilirim artık. Ne karanlık yağmurlu sokak, ne hem gülüp hem ağlayan histerik kadın, ne kadınları döven kırmızı şapkalı mavi yüzüklü adam, ne kopan kulaklar… Hiçbiri gerçek değil. Hepsi bilinçaltımın bana bir oyunu. Gülümseyerek yatakta oturuyorum. Çelişiyorum kendimle. Hem kırmızı, hem de mavi sahnelerin ikisini de rüyamda gördüm ama ben şimdi… Gerçek nerede? Hangisi düş? Ben bilinçsizce aslında neye sahip olmak istiyorum? David Lynch’le ilgili bu saplantı da neyin nesi?… Sorular dolaşıyor beynimde. Rüyamın ertesi, oturup yeniden düşünüyorum, yaşıyorum yeniden gördüklerimi…
Tıpkı aslında film bittiğinde başlayan David Lynch sineması gibi…
Çünkü bir David Lynch filmi izliyorsanız, gördüklerinizi bir mantık çerçevesine oturtmaya çalışmamanız gerektiğini bilirsiniz. Birbirinden kopuk sahnelerin ancak ve ancak bütününü gördükten sonra kendinizce bazı çıkarımlara ulaşabileceğinizi, hikayenin ve sahnelerin içinde devamlılık aramanın son derece yanlış bir yaklaşım olacağını kavramışsınızdır. Bir David Lynch filmi izliyorsanız, bu durum çoğu zaman meraktan, ya da yeni bir şeyler deneme isteğinden olmaz. Kendinizi bu “dahi” karanlık sinemacının eline bırakmayı arzulamaktasınızdır. Çünkü tıpkı rüyalarımız gibi, David Lynch filmleri de bizi günlük hayatın biteviyeliğinden uzaklaştırıp, belki de ruh sağlığımızın korunmasına katkıda bulunur. Çünkü David Lynch filmlerini David Lynch’i anlamak için değil, kendinizi sorgulamak için izlersiniz. Her şeyin mümkün, ancak hiçbir şeyin gerçek olmadığı bir evrende, David Lynch bize gördüklerimizi kendi bildiğimiz gibi yorumlama imkanı tanır. Tıpkı rüyalarımız gibi, David Lynch filmlerini de mantığa büründürmeye çalışmak nafiledir.
“…As soon as you put things in words, no one ever sees the film the same way…” (Olanları söze döktüğünüz zaman artık kimse filmi eskisi gibi görmez).
David Lynch daha uzun seneler “asla tamamen anlaşılamayan adam” olarak kalmaya devam edecek benim gözümde. Kendi bireysel tecrübelerinin, hezeyanlarının, düş kırıklığının ve belki de sapkınlığının dışavurumu olan filmlerini, anlamdan ziyade görselliğe dayanan senaryolarını biz yine hayranlıkla izlemeye devam edeceğiz.
Filmlerin simgeselliğine kapılıp, tüm detayları bir matematik denklemini çözer gibi yerlerine yerleştirerek David Lynch’i anladığını sanan izleyicilere ise o yine Lost Highway (1997)’deki Alice karakteri gibi bir başka karakterin ağzından diyecek ki:
“You’ll never have me!”
Not: Rüyada anlatılanlar tamamen yazarın bilinçaltının ürünüdür. Okuduğunuz yazıyı yazmak için debelenme aşamasında bu rüya gerçekten görülmüştür.