Fantastik hikayelere bayılıyorum. Özellikle sinemada…
Çünkü sinemada, olağanüstü ve gerçek yaşamda asla rastlanamayacak bir öykünün başarılı şekilde gözlerimizin önünde cereyan etmesine tanık oluyoruz. Ve açıkçası bu beni oldukça heyecanlandıran bir durum. Ama “fantastik” film deyince birçoğunuzun aklına ilk önce yüksek bütçeli, bol efektli bilimkurgu örnekleri gelir. Oysa ağırlıklı olarak dramatik öğeler barındıran bir film de pekala fantastik özellikler taşıyabilir. İçimizi ısıtacak dramaları, o bildiğimiz olağan dışılıkla bize yaşatabilir. Bu durumu size iki iyi örnekle açıklamak istiyorum. Neden bu iki film, derseniz, ikisini de bu hafta içinde yeniden izlemiş olmamdan başka hiçbir sebebi yok.
Birinci filmim, W.P. Kinsella’nın romanından Phil Alden Robinson tarafından sinemaya uyarlanan, yönetmenliğini de yine senaryo yazarının üstlendiği, başrollerini Kevin Costner, James Earl Jones ve Ray Liotta’nın paylaştığı Field of Dreams (1989). Filmde hayatını Iowa’da ailesiyle birlikte sürdüren, çiftçiliğe yeni adım atmış, fakat 60’ların ruhunu sonuna kadar yaşamış, idealist bir adam olan Ray Kinsella’nın olağanüstü hikayesi anlatılır.
Babasıyla olan anlaşmazlıkları yüzünden genç yaşta evinden ayrılmış olan Ray bir beysbol tutkunudur. Büyük emeklerle ektiği mısırlarıyla dolu tarlasında yürürken duyduğu bir ses nedeniyle, tarlanın ortasına bir beysbol sahası yapmaya karar verir. Herkesin ona deli gözüyle bakmasına aldırmadan, elindeki tüm parayı harcayarak muhteşem bir saha oluşturur. Gençliğinde hayranı olduğu ve artık bir hayli “ölü” olan birçok beysbol oyuncusu bulundukları yerden gelerek Ray’in sahasında beysbol oynamaya başlar. İşin ilginç yanı, bu oyuncuları Ray, eşi ve kızından başka hiç kimsenin göremiyor olmasıdır. İşin daha da ilginci ise, oyuncuların mısır tarlasının ortasındaki bu sahayı “cennet” olarak nitelendirmesidir.
“Burası cennet mi?”
“Hayır, burası Iowa!”
Ray Kinsella’nın ilginçliklerle dolu hikayesi, duyduğu sesin onu bir yazarla ve ardından da eski bir baseball oyuncusuyla göndermesiyle daha da ilginçleşerek devam eder ve sonunda onu babasına karşı olan pişmanlıklarıyla yüzleştirir.
Beyzbol oyununun kuralları, oynanışı, takımları, terimleriyle ilgili hiçbir şey bilmeyen biz “yabancı”ları bile ekran karşısına kilitleyen Field of Dreams, gizliden gizliye bize her ne kadar olağandışı görünseler de inandıklarımızın peşinden gitmemiz ve hayallere inanmamız gerektiği mesajını verir.
“If you do it, he will come”.
***
İkinci film ise başrollerini Will Ferrell, Emma Thompson ve Dustin Hoffman’ın paylaştığı, 2006 yılı yapımı bir Marc Forster filmi olan Stranger Than Fiction.
Filmde birbirinin tıpatıp aynısı günler yaşayan, hayatı inanılmaz bir tekdüzelikten ibaret olan, yaşamının neredeyse tüm kontrolü kol saatinin elinde olan, matematik dehası, sigorta görevlisi Harold Crick’in başına gelen sıra dışı olaylar anlatılır.Harold bir sabah dişlerini fırçalarken duymaya başladığı ve kendi hayatını edebi terimlerle bir “anlatıcı” gibi aktarmakta olan, nereden geldiği belli olmayan o kadın sesi sayesinde kendisinin aslına bir roman kahramanı olduğunu ve başına gelenlerin bir yazar tarafından yazılmakta olduğunu fark eder.
Bir edebiyat profesörünün de yardımıyla kendisinin bir trajedinin mi, yoksa bir komedinin mi içinde olduğunu anlamaya, bu yolla yazara ulaşmaya çalışır. Bunu yaparken de ister istemez şimdiye dek asla yapmadığı şeyleri denemeye, risk almaya, kravat takmayı ya da adımlarını sayarak atmayı unutmaya başlar. Hayatında bazı şeyleri farklı yaptıkça da aslında yaşamının ne kadar farklılaştığına tanık olur. Ama hikayenin asıl heyecan yaratan noktası, Harold’ın romanın sonunda ölecek olmasıdır. Ve Harold bunu bilmektedir. Yapması gereken, romanı yazmakta olan yazarı bulup, ondan kahramanını öldürmemesini istemektir. Acaba olaylar ilerleyip bambaşka şekiller aldığında, Harold kendi hikayesine yaraşır şekilde ölmesi gerektiğini kabul edecek midir? Peki ya yazar? Hayata karşı kendi karmaşalarını çözebilecek, şimdiye dek yazdığı en başarılı kitaptaki en etkileyici karakterin ölmesine razı olacak mıdır?
Stranger Than Fiction, bizi kurabiyeler ve bir bardak süt eşliğinde, sanatı, sanatçıyı, tanrı-kul ilişkisini, kendi hayatımızı ve günlük rutinlerimizi sorgulamak durumunda bırakır, hissettirmeden. Üstelik bunu o kadar şairane bir şekilde yapar ki, filmin hikayesine, kurgusuna hayran kalırsınız. Şimdiye dek okuduğunuz romanlardaki, hayatta kalan ya da kalamayan tüm karakterler aklınızın bir köşesinden mutlaka geçer. Emma Thompson’ın uzun süredir aynı roman üstünde çalışan, takılıp kalmış, deliliğin sınırında yazar karakteri de bu filmin aklınıza kazınmasının önemli sebeplerinden biridir elbette.
***
Fantastik sinemanın bu iki başarılı örneği bana her zaman şunu hatırlatmıştır: Hayal gücü ve yaratıcılığın zaten halihazırda belirlenememiş sınırları, mesele sinema olunca daha da genişler. Olağanüstü hikayeler anlatan filmler, çok renkli, çok hareketli, çok efektli, bol yıldız oyunculu ya da çok heyecanlı olmasalar dahi, bize hayal ettiklerimizi ya da hayal etmek istediklerimizi en çarpıcı şekilde yansıtan tecrübeler olmuşlardır. Bir filmin iyi bir şeyler söyleyebilmesi için her zaman “görkemli” olması gerekmez. Tıpkı birinde bir hayalin peşinden koşan, diğerinde hayali bir dünyada yaratılan ama gerçek dünyaya ucundan kıyısından bulaşmayı başaran Ray ve Harold karakterleri ve onların hikayelerini anlatan bu sakin, durağan, sessiz ama parlak filmler gibi…