Güney Koreli yönetmen Lee Chang-dong’un 2010 tarihli filmi Poetry, Cannes Film Festivali’nde aldığı En İyi Senaryo ve Ekümenik Jüri Ödülü’nün ardından ülkemizde 30. İstanbul Film Festivali’nde izleyici ile buluşmuştu. Yönetmenin beşinci filmi olan Poetry, altmış altı yaşındaki bir kadın olan Mija ekseninde dokunaklı bir hikaye anlatıyor. Alzheimer hastalığına yakalanan Mija’nın, bir yandan azimle şiir yazmaya çalışırken öte yandan torunun işlediği bir suçun peşinde sürüklenişini saf bir sinemayla aktarıyor.
Poetry, nehirde sürüklenen bir cesedin görüntüsüyle açılır. Rahatlatıcı bir peyzaj içerisinde aniden beliren bu ceset, filmin de sahip olduğu ruhu açılış sahnesinden itibaren görselleştirmiş olur. Bu açılışın ardından, hoş ve alımlı bir kadın olan Mija ile tanışırız. Kolundaki ağrı sebebiyle doktora giden Mija, doktorla olan sohbeti esnasında yakın zamanda başlayan unutkanlığını dile getirir. Altmışaltı yaşındaki Mija, sonradan öğreneceğimiz üzere Alzheimer hastalığına yakalanmıştır. Yaşlı ve hasta bir adamın bakıcılığını yaparak kıt kanaat geçinmekte ve torunuyla yaşamaktadır. Otobüs durağında gördüğü bir ilan ona unutmuş olduğu bir arzusunu hatırlatır: Şiir. Mija, gördüğü ilan sayesinde bir ay sürecek bir şiir kursuna katılır. Unuttuğu bir dostu anımsar ve şiire sarılır. Elinde not defteri, bazen bir elmaya bazen ise bir ağaca uzun uzun bakacağı, arada notlar alacağı, hissedip görmeye çalışacağı derin bir sürecin içerisine girer.
Filmin yumuşak karnını oluşturan şiir meselesinin dışında ise işler oldukça tatsızdır. Torunu Wook’un okulunda Agnes isimli bir kız intihar etmiş, günlüğüneyse okulundan bazı çocukların ona aylardır tecavüz ettiğini yazmıştır. Bu altı çocuktan biri de Wook’tur. Mija’nın meseleden haberdar oluşu, diğer beş çocuğun babalarının katıldığı bir toplantı ile gerçekleşir. Böylesi acımasız bir durum karşısında tek yaptıkları çocuklarının geleceğini düşünmek olan bu adamlar, belli bir miktar para toplayıp kızın annesini susturarak olayı örtbas etmeye çalışır. Bu olaydan elbette Mija da nasiplenir. Payına düşen beş milyon wonu bir an önce denkleştirmesi gereklidir.
Filmin geri kalanı da çıkışsızlığın içerisindeki Mija’ya odaklanır. Torunun karıştığı bu kan dondurucu olayı her an hissederek, kalbinde intihar eden Agnes’in acısıyla etrafına bakınır Mija. Elinde not defteriyle ilhamı kovalar, şiir dinletilerine katılır. Bakıcılığını yaptığı adamın isteklerine boyun eğmemeye çalışır. Vurdumduymaz torunu Wook’un ve bir sürü bencil adamın arasında kirlenmemeye gayret gösterir. Zaman geçtikçe bu güler yüzlü kadın gitgide hüzünlü bir hal alır, unutmaya başladığı bu dönemde etrafını saran kötülük onu, hayatın acı yönüyle çok sert bir şekilde karşı karşıya getirmiştir.
Mija, eril iktidarın tüm yıkıcılığını kısa süre içinde kaçınılmaz olarak idrak eder. Çevresini sarmalayan ve onu hiç ummadığı durumların içine fırlatan adamlara şiir yazmaya çalışarak karşılık verir. Dramatik bir konuşmanın ortasında mekanı terk ederek çiçeklerin ruhunu görmeye çalışır, içinde açılan yarayı çabucak kapayabilmenin yollarını arar. Çocuklarının neden olduğu felaketle yüzleşmek yerine onları nasıl temize çıkaracağını düşünen babaların onu bataklığa sürüklemesine engel olmak ister. Elbette hayatın acımasızlığı, böylesine ince ruhlu, yaşlı bir kadın için kolayca üstesinden geleceği bir şey değildir. Yine de denemekten çekinmez Mija. En azından zihninin ona izin verdiği kadarıyla, kısa süreliğine oyuna girmeyi dener. Ölen kızın annesini parayı alıp susması için ikna etmeye gider, fakat ne için gittiğini unutup olgunlaşan kayısıların yazgısını anlatır acılı kadına. Başında şapkası ve tüm zarafetiyle tarlaların arasında salınır durur.
Poetry’nin şiir ve hayat ile kurduğu ilişkinin ne denli güçlü olduğunu, Mija’nın filmin sonunda Agnes için yazdığı şiirde görebiliriz. Film boyunca etrafına bakınıp ilham gelmesini bekleyen Mija için şiir yazabilmek, ancak tüm bu acı verici olaylardan sonra gerçekleşir. Bunu değerli kılan da, iyi ya da kötü olsun, hayat deneyimleridir. Mija gibi, aslında geçmiş hayatının izlerini okumamız açısında bize pek fazla ipucu vermeyen bir karakterin hayatının son diliminde, kelimelerini yitirmeye başlamışken yazdığı bu şiiri okuyanın da Agnes olması ve filmin açılışına benzer bir sarmal içinde ulaştığımız finali oldukça anlamlıdır. Yazdığı şiiri öğretmeninin masasına bir buket çiçek ile bırakıp giden Mija gözden kaybolur. Öğretmenin okumaya başladığı şiiri Agnes devam ettirir. Birbirlerini hiç tanımamış fakat buna rağmen güçlü bir ruh birliği kurabilen acılı kadınların şiirleri de hayatları da birbirlerini tamamlıyor gibidir.
Poetry her şeyden önce bir direniş filmi, kadınların erkeklere, belleğin kendini yok edişine, vicdanın kötülüğe ve sanatın bastırılmışlığa olan direnişi. Erkek dünyası Mija’yı, torunu sebebiyle dahil olmak zorunda kaldığı çirkin olayın piyonu haline getirmeye çalışıyor. Vicdanen aldığı konumu ile torunun geleceği arasında kalan Mija, kuralları erkeklerin belirlediği bu oyunu oynamaktan elinden geldiğince kaçınıyor, fakat ondan beklenen ve ona dayatılan şeylere tamamen sırt çevirmiyor. Mühim olan nokta ise bu büyük trajedinin dahi yaşlı kadının önceliklerini etkileyememesi. Filmin en özel yanlarından biri bununla ilişkili: Bir çocukluk hevesi olan şiir, bir kurs afişi vasıtasıyla Mija’nın hafızasında aniden hortlayıp yaşama tutunma vesilesi oluyor ve bu durum ne olursa olsun önemini yitirmiyor. Mija, torununu bu işin içinden çıkarmak için erkeklerin ondan üstlenmesini beklediği rolü uyguluyor uygulamasına, hatta bu yüzden birçok ödün de veriyor, fakat kendi iç dünyasını ve arzularını beslemekten kaçınmıyor. Beklentinin aksine, torunu için her şeyinden vazgeçip yaşamını bu trajedinin şekillendirmesini kabullenmiyor, kendi özel dünyasını ve şiirle olan ilişkisini ısrarla hayatının merkezinde tutmaya çalışıyor.
Torunu sebebiyle yaşadığı travma, yaşamın sertliğinin altını çizerken, Mija’nın şiir yazabilmesi de bu olayın etkisiyle gerçekleşebiliyor, kaynağını acıdan karşılıyor. Alzheimer dokunuşuylaysa filmin açtığı alan dokunaklı bir hal kazanıyor. Mija, içinde bulunduğu olay sebebiyle her an gözü açık bir şekilde yaşaması gerekirken belleği zaman zaman ona oyunlar oynuyor, savunmasız kalmasına neden oluyor. Bu savunma eksikliğiyse her şeyden ziyade erkek dünyasına zarar veriyor. Vicdanın bahsi bile geçmeyecek ilişkiler ağının ve paranın örtbas etme gücünün yaşlı bir kadının yitirdiği belleği karşısındaki çaresizliği dengelerin hassaslığına vurgu yapıyor. Tahmin etmeyeceğimiz bir yerden iktidara inen bu darbe elbette vicdanı temsil ediyor.
Yönetmen Lee Chang-dong, bir yandan karakterini bu denli özenli yaratıp klasik beklentilerin dışına çıkarırken bir yandan da filmin şiir ve bellek ile olan organik ilişkisini etkileyici bir şekilde tasarlamayı başarmış. Tecavüz meselesi, kadın mağduriyeti ve bunun toplumsal dışavurumları genel geçer bir film için yeterli malzemeyi sağlayabilecekken, yönetmen filme kattığı diğer katmanlarla birlikte filmini çok daha değerli kılabilmiş. Alzheimer nedeniyle belleğin yitirilişini ve başka ellerde eklenti gibi durabilecek şiir meselesini filme katışı, ve hatta bunları filmin temel meseleleri haline getirip birbirlerini var eden, etkileşime sokan konular olarak ele alışıyla ne kadar yetenekli bir sinemacı olduğunu ispatlamış.
Poetry, hem sinema dünyasına kazandırdığı Mija karakteri hem de sahip olduğu erdemli duruşu ile kalplere hitap etmekte hiç zorlanmıyor. Zamanın fark ettirmemişçesine geçtiği bir hayatın altmış altıncı yılında kelimelerini yitirmeye başlayan Mija, maalesef anılarını da yitirmeye başlayınca bunların yerini alacak bir trajediye sahip oluyor. Kötülük, boşalan hafızayı doldurmakta hiç gecikmiyor.