Bir bilete iki film
2006 senesinde Quentin Tarantino ve Robert Rodriguez, geçmişin tozlarına gömülmüş Grindhouse filmlerini yeniden gündeme getirmek üzere kolları sıvar. Grindhouse adını taşıyan proje, tıpkı gerçekleri gibi bir bilet fiyatına iki film sunmasının yanı sıra sahte fragmanlarla da Grindhouse ruhunu yansıtmayı hedefler. Rodriguez’in Planet Terror (2007) adlı filmi bilim-kurgu, komedi ve gerilim sularında gezinerek türün sentetik bir benzerine imza atarken Tarantino, Death Proof (2007) ile dublör bir seri katilin hız ve aksiyon dolu hikâyesini anlatır. Dağıtımcı firmaların aldıkları kararlar doğrultusunda bu iki film, Türkiye dâhil birçok ülkede ayrı tarihlerde birbirlerinden bağımsız olarak gösterime girer.
Rodriguez’in aksiyona ve komediye odaklı tavrının aksine Tarantino, Grindhouse filmlerinin köklerine inerek onları anlamaya ve anlatmaya çalışır. Yönetmen bu sinema türünün ruhunu yansıtırken salt bir güzelleme yapmaz, aksine meseleye dışarıdan bakabilen eleştirel bir tutum sergiler. Dolayısıyla Death Proof‘u değerlendirebilmek için öncelikle Grindhouse filmlerinin temel özelliklerine göz atmakta fayda var.
Grindhouse Sinemaları
2. Dünya Savaşı sırasında, New York’un meşhur 42. Caddesi’nde gösterilen Lady of Brulesque (1943) filmiyle birlikte sinema literatürüne girer ‘Grindhouse’ kavramı. Striptiz şovlarının ve ‘grind’ danslarının da sergilendiği 42. Cadde’de izleyiciyle buluşan bir yeraltı sineması doğar. Walt Disney ve diğer majör Hollywood filmlerinin vizyon ağlarını ve sinema salonlarını doldurmasıyla da yeraltında yaşamaya devam eder Grindhouse filmleri.
Aksiyon, korku ve erotizmin içerikli filmlerin yanı sıra Hong Kong’dan gelen dövüş filmleri de gösterilir bu sinemalarda. Bütçeler düşük, prodüksiyonlar ucuz, film şeritleriyse kirli ve bayattır. Kaybolan makaralar, yanan filmler ve makinist hataları neredeyse bu filmlerin bir stili haline gelir. Senaryolar komplike değil, tam aksine fars, yani kaba hatlarla çizilmiş düz bir çizgidedir. Seks ve şiddet ögelerinin uç noktalarda ve yoğunluklu olarak kullanılmasına karşın izleyiciyi eğlendirebilen yönleri de vardır.
‘Hızlı’ arabaların gitgide yaygınlaştığı ve hızın kent insanı tarafından bir eğlence aracı olarak keşfedildiği dönemlerde Drive-in Sinemaları’nda da şansı yaver gitmez. Ancak hızı, araba kovalamaca sahnelerini ve Drive-in Sinemaları’ndaki ‘araba’ vurgusunu içeriğine dâhil etmekten geri durmaz.
Nixon döneminde Vietnam bunalımı yaşayan Amerikalılar, ekonomik açıdan da büyük sıkıntılar yaşar ve bu sinemalar, izleyicilerini ancak kırsalda aramak durumunda kalır. Kent dışına itilen ve bir müddet adeta bir petrol istasyonu muamelesi gören Grindhouse sinemaları en sonunda VHS kasetlerin çıkmasıyla tamamen bir nostaljiye dönüşür.
Tarantino’nun 6. Filmi
Tarantino’nun bu sinema türünü masaya yatırıp incelediği Death Proof filmine tekrar dönelim.
Dublör Mike (Kurt Russel), arabasına Death Proof (Ölüm Geçirmez) adını vermiştir. Bu araba sayesinde B filmlerinde ve televizyon dizilerinde dublörlük yaparak geçinir. Yüzünde geçmiş kazalardan kalma yara izleriyle sokaklarda bir gölge gibi dolaşır. Sessizce etrafı gözetler. İlgisini çeken kızların fotoğrafını çekip onlara uzun uzun bakar, planlar yapar. Ardından da sinsice onları takip eder. Ve tenhada yakaladığı anda arabasıyla üzerlerinden geçerek kurbanlarını öldürür.
Kim bilir kaç kadını bu şekilde öldürdükten sonra meşhur radyo DJ’i Jungle Julia ve arkadaşlarının peşine düşer. Warren’in Barı’na girip gece boyu gözlerini onların üzerinden ayırmaz. Fakat planladığı gibi gerçekleşen ‘kaza’dan büyük yaralar alır ve yeni bir cinayet işlemek için bir yıl beklemek zorunda kalır. Ancak gözüne kestirdiği yeni kız grubunun başında Avustralyalı dublör Zoe Bell olduğunu bilmediğinden baltayı taşa vurur.
Tarantino, bu öyküyü anlatırken yukarda bahsettiğimiz Grindhouse geleneklerine bire bir uyar. Hatta dijital yöntemlerle filmi eskiterek çok eskilerde çekilmiş olduğu izlenimini verir. Ve her sahnesini, her diyaloğunu birçok detayla doldurur. Ayak fetişinden Big Kahuna Burger’e, bagaj planından uzun ve dolambaçlı diyaloglara, popüler kültürün eleştirisinden birçok filme referans veren pastiş sahnelerine… Yönetmen kendi sinemasının altın ögeleriyle filmi adeta donatır.
Kovboyun Bilgeliği, Dublörün Yalnızlığı
Dublör Mike karakteri için, Kurt Russel’ın uzun bir aradan sonra verdiği en göz dolduran performansı diyebiliriz. Tarantino, bu karakteri soğukkanlı bir katil gibi gösterirken ayrıntılar eşliğinde derin bir fon inşa eder. Mike parasız, dikiş tutturamamış birisidir. Yer aldığı filmlerin hepsi ya düşük bütçeli B filmleridir ya da pek fazla bilinmeyen televizyon programlarıdır. Başarısız kariyerine bakarak parlak bir geleceği olamayacağının, büyük bütçeli filmlerde yer alamayacağının farkına varmıştır. Ki zaten onun ‘kaybeden adam’ olmasının en büyük göstergesi dublör oluşu ve bu mesleğin adına yapışmış olmasıdır. Aktörün kendisi değil, onun dublörü, silik bir gölgesidir. İzleyicinin hiçbir zaman duyup bilmeyeceği, ne gibi tehlikeleri göze alıp nasıl bir yükün altından kalktığını görmeyeceği kişidir.
Bu nokta, Grindhouse filmlerine de bir anahtar izlek durumu oluşturur. Bu sinemalar da ana akım seyircinin hiç dikkatine gelmeyen, ne zorluklarla ayakta durdukları bilinmeyen sinemalardır. Dolayısıyla Mike’ın ‘Ölüm Geçirmez’ dediği arabasına duyduğu sevgi ve tutku, bir anlamda bu sinemaların varoluş sebebini de açıklar.
Mike’ın çevresiyle – özellikle de kızlarla – olan ilişkisine bakacak olursak onun bir katil olmasının zemininin nasıl hazırlandığını da anlayabiliriz: Herkes Mike’ı bilmekte fakat onu gerçekten tanımamakta ve tutkusunu kimse anlamamaktadır. Barda bir grup kıza kendi çalıştığı filmlerden bahsettiğinde kızların yüzünde boş bir ifade belirir. Mike da “Bu söylediğim filmlerden bir tekini bile bilmiyorsunuz, değil mi!” diyerek konuyu kapatır. Bu karşılık bulamama ve içe kapanma durumunun zamanla nefrete dönüştüğü aşikârdır.
Bar sandalyesinden kızlara kur yapan, küçük ve basit heyecanlar peşinde koşan erkeklere öfkeyle bakar. Kendisi ise kız tavlama konusunda aslında oldukça başarılıdır. Arlene’e gelip şiir okuduğu sahnedeki diyaloglar bunun en açık göstergesi. Karşısındaki kızın iç dünyasını çok iyi tahlil edebilen, ikna edici sözler söyleyebilen birisidir o. Fakat çoktan kadın – erkek ilişkilerinden tiksinmiş, romantizme küsmüştür. Bu sebeple bir kızla sevişmek onu hiçbir zaman tatmin etmeyecektir. Onun haz almasını sağlayabilen tek şey arabasıyla onlara çarpmak ve onları tekerlekleri altında çiğneyerek ezmektir. Bu, aslında onun hem sevişme biçiminin bir göstergesi hem de dublörlük mesleğine yönelik isyanıdır. Filmlerde yaptığı sahte kazalarla geçimini sağlayan bir aktör olarak mutluluğu ‘gerçek’ kazalarda, özellikle de varlıklarından nefret ettiği kızları öldürmede bulur. Zira Mike, anlamak değil, anlaşılmak isteyen birisidir.
Tarantino’nun, Grindhouse Sineması ile Dublör Mike arasında kurduğu paralellik bu noktada da kendini gösterir. Yönetmen, “bayağı”, “itici”, “basit” gibi nitelemelerle sürekli yeraltına itilen bu sinemanın da tıpkı Mike gibi anlaşılmaya ihtiyacı olduğu, anlaşılmadığı müddetçe de irrasyonel bir biçimde seks ve şiddet filmleri ürettiği gibi bir yorumda bulunur gibidir.
Kızların Ölüm Geçirmeyen Sohbetleri
Kızların cephesindeyse durum tamamen tersinedir. Mike ne kadar suskunsa onlar o kadar konuşkan, Mike ne kadar gizemli ve anlaşılamayan kişiyse onlar o kadar sırlarını ortaya döken ve kendilerini ifade eden kişilerdir. Tarantino’nun da bu noktada kızların tarafını tuttuğunu ve ona kızların gözünden baktığını söylemek mümkün. Zaten tüm kovalamaca, bu iki kutup arasındaki iletişimsizlikten ve mutsuzluktan doğmaktadır.
Jungle Julia ve arkadaşlarının uzun diyaloglarının yer aldığı filmin ilk bölümünde Tarantino, seyirciyi ters köşeye yatırır. Zira seyirci kendisinden – tıpkı Grindhouse filmlerindeki gibi – aksiyon, adrenalin ve gerilimi hemen beklerken o, bitmek bilmeyen sohbetlerle yaklaşık 45 dakika boyunca seyirciyi yanıltır. Sohbetler arabada başlar, kafede ve barda da devam eder.
Sohbetler akıcı değildir ve belirli bir konuyu anlatmazlar. Tam tersine bu, karakterlerin günlük dertlerini, kaygılarını ve küçük heyecanlarını dile getirir. Tarantino’nun bu seçimi, diyalogların önemli bir işleve sahip olduğu kendi sinemasına bir meydan okuma olarak yorumlanabilir. Tarantino, diyalogları önceki filmlerine göre kat be kat artırır ve daha dağınık, daha doğal bir seyre bırakır. Sohbetlerdeki bu doğallık ve dağınıklık, karakterleri gerçek kişiliklere çevirir adeta. Her bir karakterin kendi öyküsü, kırgınlığı, heyecanı ve öfkesi vardır.
Yine bu sohbetlerde arabaların kulak yırtan egzoz seslerinin yükseldiği bir ‘erkek’ filminin ironik boyutunu görürüz. Bu sohbetler eşliğinde karakterlerin dünyalarına girer ve onlarla birlikte seyahat ederiz. Filmin genel konusunun Dublör Mike’a odaklı olması gerekirken, ki senaryodaki dönemeçlerinin hepsinde aktif olan kişi Mike’dır, yan karakterler olarak kızların çok daha öne çıktığı, başka bir filmde bir iki kelamla es geçilebilecek sohbetlerinin kovalamaca sahnelerinden daha baskın olduğu bir yapı söz konusudur. Kırık kalpleri, buruk sevinçleriyle barda dans eden karakterler, pespembe bir kadın filmine dönüştürür Death Proof’u.
Annemin Ölüm Geçirmez Arabası
Filmdeki tüm kızların ot içip seks hayatlarını anlattığı, mini eteklerle ve kısa şortlarla gezindiği bir durum söz konusudur. Mike belki de sadece, tıpkı Psycho (1963)’daki Norman Bates gibi, ‘anne’ imgesini zedeleyen kadınları öldürmek ister. Bu ince nüans, Arlene’in kendisine arabasından çok korktuğunu itiraf ettiğinde ortaya çıkar. Mike, bu söz üzerine “O benim annemin arabası” diyerek bir Bates Hotel metaforu ortaya koyar. Ayrıca gümüş bir ördek heykeli olan arabanın ucundaki armayı bacaklarının arasına aldığı ve dürbünle kızları izlediği bir sahneyle arabanın fallik işlevinin altı çizilmiş olur.
İkinci yarıdaki Zoe Bell ve çetesiyle olan kovalamacada Mike’ın gözden kaçırdığı bir nokta vardır. Zoe de aslında Mike gibidir. O da bir dublördür. Onun gibi bir hız tutkusu vardır ve o da çevresindeki diğer kızların magazinsel dünyalarından bambaşka bir boyuttadır. Bu iki pozitif kutup yolda bir çekimi değil, bir itimi meydana getirir ve ilk kez Mike, kurbanlarının avı olur.
Filmin açılış sekansındaki yakın plan ayak ve kalça görüntüleriyle çizilen ‘fetiş bir obje olarak kadın’ şemasına tezat bir biçimde sohbetler bize bu karakterlerin sadece etten yapılmadığını, dolayısıyla da dramlarının es geçilemeyeceğini belirtir. Bir diğer deyişle Mike’ın dürbününden gördüğü gibi bu kızların tekdüze olmadıklarının, her birinin apayrı dünyası olduğunun vurgusu yapılır.
Tarantino’nun kendi sinemasını besleyen Grindhouse filmlerine karşı ödediği bir vefa borcu Death Proof. İlk etkilerini Kill Bill 1-2‘de gösteren bu duyarlı hissiyat, bu filmle iyice belirginleşir. Onların yer altında kalmışlıklarını, anlaşılamamışlıklarını ve karanlık bir arabada küskün bir biçimde dolaşarak gezmekte olduklarını resmeder. Yönetmen, Yeni Dalga Sineması’nın etkileriyle şekillendirdiği sınır yıkmaya eğilimli sinemasına farklı bir renk katar bu filmle birlikte. Her sahnesine, her cümlesine ayrı bir detay, ayrı bir referans ekleyerek görüntüleri birer veri deposuna çevirir. Başarılı kaza sahneleri, dublör kullanımları ve enfes müzik seçimleriyle en az orijinalleri kadar izlenmesi keyifli bir Grindhouse sinemasına dönüştürür filmi. Özellikle Warren’in Barı çoktan sinema tarihinin kült mekânlarından birisine dönüşmüş durumda. Dublör Mike gibi naif bir karakterle, çılgın kızlarıyla ve hızın yeni yeni tutku olduğu zamanlarda fırtına koparan arabalarla nevi şahsına münhasır bir dünya sunar. Kendi adıma Death Proof‘un, Pulp Fiction‘dan bu yana izlediğim en başarılı Tarantino filmi olduğunu söyleyebilirim.