“Beyin olanca gücüyle ilerlerken, cinsel sistemlerin korkunç etkinliği daha uykuda olduğu için çocukluk, hayatımız boyunca özlemle geri dönüp baktığımız masumiyet ve mutluluk dönemi, hayatın cennetidir, kayıp cennet.”
Arthur Schopenhauer
Alice in the Cities (Alice in den Städten, Wim Wenders, 1974)
Philip Winter, hikaye yazması gerekirken tek kelime çıkaramadığı bir kriz dönemindedir. Haftalardır gezmesine rağmen Amerika Birleşik Devletleri’yle ilgili bir makalesini yazamamıştır. Geçirdiği bu tıkanma hali, onu yaşadığı şeyin ne olduğuna dair şüpheye düşmesine neden olur ve bir arayışa girer. Tanıdık yüzlerde teselli bulmaya çalışır ve eski bir arkadaşı olan Angela’nın evine gider. Ancak Angela “eski defterlerin” açılmasına izin vermez.
Tek başına kalan Philip, grevler yüzünden uçuş bulamazken kendisiyle aynı dertten muzdarip olan genç kadın Lisa ve onun küçük kızı Alice’le tanışır. Lisa Alice’e göz kulak olması için Philip’i seçmiştir. Philip başta bu görevi rahatlıka kabul etse de, Alice ile sağlıklı iletişim kurmak biraz zordur. Üstelik ilgilenmesi gereken süre düşündüğünden daha da fazla uzayacaktır.
Yeni Alman Sineması’nın önemli isimlerinden Wim Wenders’ın yol filmleri üçlemesinin ilki olma özelliği taşıyan Alice in the Cities, yetişkin bir adamla küçük kızın ilişkisini başarılı gerilimlerle örüyor. Yazarın sıkıntılı ruh hali şehirlere ve Alice ile olan diyaloglarına yansıyor. Alışma süreci tamamlandıktan sonraysa bu kez kendi arayışını bir kenara bırakıp Alice’in büyükannesini bulmaya çalışıyorlar. Canned Heat, On the Road Again adlı şarkısıyla onlara eşlik ediyor. Sıkıldığımızda edindiğimiz huzursuz ruh halinin bir çocuk ruhuyla birleşerek vücut bulduğu güzel bir yol hikayesi izliyoruz. (Nil Yüce)
Aniki Bóbó (Aniki Bóbó, Manuel de Oliveira, 1942)
105 yaşında olmasına rağmen sinema yapmaktan geri durmayan Portekizli efsane Manuel de Oliveira’nın, yetmiş küsür yıla yayılmış kariyerinin ilk kurmaca filmi olan Aniki Bóbó’yu gönül rahatlığıyla sinemanın erken dönemlerine ait etkileyici çocuk filmlerinden sayabiliriz.
Aniki Bóbó, okul arkadaşı olan birkaç çoçuğun yaşamlarının ota yerine kurulup küçüklüğün heyecanlarını ve kırılganlıklarını peliküle aktarıyor. Çok sade bir olay örgüsüne sahip film, hemen herkesin benzeri deneyimleri yaşadığı ortak paydalardan hareket ediyor. Çocukluğun bitmek bilmeyen rekabetleri, üstünlük kurma çabaları, gruplaşmalar ve tabiki aşk ve aşk için göze alınan şeyler Aniki Bóbó’nun iskeletini oluşturan durumlar olarak ön plana çıkıyor. Manuel de Oliveria, ciddi bir gözlem gücüyle kotardığı ilk filmiyle çocukluğun tüm hınzırlığını, arzularını ve güzelliğini çok sıcak bir atmosfer içerisinde, etkileyici Porto sokaklarında dolaşarak sinemalaştırıyor. Kimi anlarda absürd komediye ait bir dil tutturmayı da başarıyor. (Simon Sağlamoğlu)
Come and See (Idi i Smotri, Elem Klimov, 1985)
Filmin adı aslında niyetini ve derdini çok net bir şekilde açıklıyor: Gel ve gör! 12 yaşındaki Florya da 2. Dünya Savaşı’nın en sert yüzünü gidip görüyor. Bu insanlığın utanç tablosuna, ırkçılığın ve militarizmin yaptığı soykırımlara bakmakla yetinmiyor. Olanı biteni görüyor. Gördükçe ergenleşiyor, gördükçe büyüyor, gördükçe 12 yaşında bir ihtiyar oluyor.
Florya’nın köyünün ve ailesinin kurşuna dizilmesi, düşen bombaların kulakları sağır etmesi, bir kıyametin Rus kırsalında hüküm sürmesi ve de masum köylülerin az önce çorba ikram ettikleri Alman askerleri tarafından en yaşlısından pencerelerden içeriye zorla tıkıştırılan bebeğine kadar herkesin ahırda diri diri yakılması gerçekten çok rahatsız edici. Bu satırları yazmak ve okumak da rahatsız edici. Ancak yönetmen Elem Klimov, tüm bunların yaşandığının altını çizerek rahatsız edici de olsa bir kere daha yaşanmaması için seyircisine filmin adıyla sesleniyor; Gel ve gör! Gör insanın ne kadar vahşi olabileceğini, gör çelik makinelerle kardeşin kardeşi nasıl öldürebileceğini, tarihi nasıl hunhar sayfalarla doldurabileceğini. Gör ki utan, gör ki hatırla, gör ki içinde bir yara olsun, sızlasın, bir kere daha yaşanmasın bunlar. Öte yandan Rus hapishanelerinde ölen, öldürülen Alman esirlerinin de Rus cesetlerinin sayısına denk olduğunu düşünüp ateşin ateşi doğurduğunu unutma.
Florya, hiçbir çocuğun büyümemesi gereken bir biçimde büyüyor; göz yaşı, kan ve acıyla. Sonra silahını doğrultup ırkçılığın kalbine ateş ediyor. Askerlere, komutanlara, generallere, Adolph Hitler’e ateş ediyor. Derken gören gözlerinin önünde anneler beliriyor. Ve o annelere ateş edecek gözü dönmüşlüğü kendisinde bulamıyor. Silahını indiriyor. (Emrah Öztürk)
Cría cuervos (Cría cuervos, Carlos Saura, 1976)
Carlos Saura’nın başyapıtı Cría cuervos, anne ve babalarını kaybeden üç küçük kız çocuğu üzerinden çocukluğun sancılı dönemlerine ışık tutuyor.
Ard arda yaşadıkları ölümlerin ardından hayatlarının yeni bir dönemine giren İrene, Maite ve Ana, kendilerini himaye altına alan teyzelerinin otoriter tutumu altında yaşamak zorunda kalırlar. İrene ve Maite için bu tutumu kabullenmek nispeten daha kolay olurken Ana için durum daha farklıdır; zira Ana babasının ölüm anına ve gizlerine, annesinin ise ölümüne sebep olan hastalığının en şiddetli zamanlarına tanık olmuştur. Bu trajik deneyimlerin ardından çocuk, baba figürünü zihninden tamamen çıkarıp hayatındaki tüm boşlukları annesinin hayali ve özlemiyle doldurmaya çalışır. Yaşamın tüm yıpratıcılığıyla küçük yaşta yüzleşmek zorunda kalan Ana git gide ölümü bir saplantı haline getirir; ölüm, günlük yaşamının orta yerine kurulur.
Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasındaki ayrımları ortadan kaldıran bir üslup benimseyen Saura, gerçekliğin ve algının kırılganlığını birbirinden çarpıcı anlarla görünür kılar. Özellikle erkek karakterlerin konumları ve sebep oldukları üzerinden bakıldığında Franco rejiminin alegorik bir eleştirisi olarak da yorumlanabilecek film, dönemin çocuk yıldızı Ana Torrent tarafından canlandırılan Ana eşliğinde sinema tarihine oldukça sağlam bir “ölüm saplantılı çocuk” karakteri armağan etmiştir. (Simon Sağlamoğlu)
E.T. (E.T. the Extra Terrestrial, Steven Spielberg, 1982)
Steven Spielberg’in en sevilen filmlerinden olan E.T., dünyaya ziyarette bulunan bir uzay gemisinin ardından yaşanan duygusal bir hikaye anlatıyor.
İnsanlarca farkedilen gemi hızlıca geri dönüşe geçerken aralarından birini geride bıraktıklarını farketmezler. Bilmediği bir coğrafyada tek başına kalan minik uzaylı ormandan şehre iner ve bir evin deposuna saklanır. Evin küçük oğlu Elliott bu tuhaf yaratığı farkeder ve ailesinden gizli bir şekilde onu evde tutmaya çalışır. Kardeşlerinin de durumu öğrenmesinin akabinde bu yabancının tuhaf güçleri olduğunu ve evine geri dönmek istediğini anlarlar. Uzay gemisinden arda bir yaratığın kalmış olabileceğinden şüphelenen görevlilerde harekete geçmiş ve iz sürmektedir. Elliott ve kardeşleri hızlı davranıp dostlarının eve geri dönmesini sağlamaya çalışır.
Gerilim öğeleriyle başlayıp oldukça sıcak bir dostluk hikayesine bürünen E.T., uzaylı temasını çocukluğun masum ve meraklı dünyasıyla bütünleştirip oldukça ilgi çekici bir ton tutturuyor. Özellikle son bölümünde büyüklerin ortaya çıkışı sebebiyle yaşanan kaosla da çocukların ve büyüklerin dünyaya bakışlarındaki farklılığa vurgu yapıyor. (Simon Sağlamoğlu)
El Sur (Victor Erice, 1983)
Önce küçük bir kız çocuğuyla tanışıyoruz; kocaman açtığı gözleriyle babasını hayran hayran izleyen, onun yetenekleriyle başı dönen Estrella ile. Sonra, yavaş yavaş, onun büyümesine tanık oluyor ve iç dünyasının titrek kapılarını aralıyoruz: Yaş aldıkça etrafında olup bitenleri daha iyi anlamaya, merakının peşinden gitmeye ve daha çok sorgulamaya başlıyor Estrella. Lakin hep kendine soruyor, içinde biriktiriyor aklına takılanları. Babası hakkında öğrendikleri, ilişkilerinde bir dönüm noktası olduğu gibi, Estrella’nın çocukluktan çıkarak olgunlaşmasında da önemli rol oynuyor.
Yönetmen Victor Erice kişilikleri, davranış ve duygularıyla can acıtacak denli gerçekçi olan karakterlerin ilişkileri üzerinden melankolik bir hava yaratırken, arka planda İspanya İç Savaşı’nı hazırlayan etkenlere ve toplumun bakış açısına yönelik ince detaylar da sunuyor.
Forbidden Games (Jeux Interdits, René Clément, 1952)
François Boyer’in aynı isimli romanından René Clément yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan Jeux Interdits, İkinci Dünya Savaşı sırasında anne ve babasının ölümüne şahit olan küçük Paulette’in ölümle kurduğu oyunvari ilişkiye odaklanır. Nehre düşen köpeğini takip ederken ulaştığı bir köyde, kendinden ancak birkaç yaş büyük olan Michel ve onun cana yakın ailesiyle yaşamaya başlayan Paulette, acılarının çözümünü insanlık tarihinin en eski tesellilerinden birinde bulur: Kayıpları metalarla yaşatmak.
Toplumun farklı kesimlerinde yetişmiş iki çocuğun arkadaşlığını, göreceli aşkını anlatan film, Clément’in titiz yönetimiyle, dramatik bir savaş atmosferini önce masumane bir çocukluk öyküsüne ardından yası yüzyıllarca tutulacak bir ayrılık merasimine dönüştürür. (Soner Yıldırım)
Hayat var (Hayat Var, Reha Erdem, 2008)
Suyun üzerinde bir hayat… Dalgalı, köpüklü, tekinsiz, batma ihtimalleriyle dolu, suyun yüzeyinde ayakta durma mücadelesiyle dolu bir hayat var. Karanlık bir dünya var. Ataerkil söylemle beslenen kangren düğümler, ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı, gözü kara ekonomik bir düzen var. Ve bu düzene tutunmak isteyen, suyun üzerinde durmak isteyen denizler gibi öfkeli, uçarı, tuzlu bir varoş kızı var.
Türk sinemasının son yıllarına damga vuran yönetmen Reha Erdem’in beşinci uzun metraj filmi olan Hayat Var, bir büyüme öyküsünü anlatıyor. Fakat avangard ve bildik kalıpları ters yüz ederek. Toplumsal yasaların, tabuların, fanatizmin, arabeskin, erkeklerin bilerek veya bilmeyerek kendi dünyalarından öteledeği, cinsiyet ayrımcılığı yaptığı kadınların, ekonomik eşitsizliğin ve umutsuzluğun rahatsız edici resmini sunuyor izleyiciye. Babası ve dedesiyle deniz kenarındaki bir gecekonduda yaşayan Hayat’ın ergenlik döneminin bunalımlarını ve her ne olursa olsun kazanmak için sıkıca dümene asılma çabalarını sade ve gerçekçi bir portre içinde sunarken adım adım onun bir antikahramana dönüşmesini betimler. Birçok yönüyle François Truffaut’nun The 400 Blows (1952)’unu anımsatan Hayat Var, hayata karşı kin besleyen, öç almak için elinden geleni yapan, kızgın bir kız çocuğunun şiirine dönüşüyor.Ses bandının tasarımı, Florent Henry’nin etkileyici görüntüleri ve Türk sinemasında alışıla gelmedik bir anlatı stiliyle akılda kalıcı, vurucu bir film olarak çoktan yerini almış bulunuyor.
Özellikle kapanış sekansında ekrandan taşacak gibi çarpan köpüklü dalgalar, dev şileplerin gövdelerinde çınlayan boş şişeler ve Mine Koşan’ın “Dert Bende” şarkısının aksak bir ritimle tekrar edişi kolay kolay unutulacak gibi değil. Hayat Var ile Reha Erdem’in her filminde bambaşka bir tarzı denediğini ve filmlerini birbirine benzetmenin mümkün olmadığını seyirci bir kere daha görmüş oluyor. (Emrah Öztürk)
Home Alone (Home Alone, Chris Colombus, 1990)
Artık klasikleşmiş bir aile filmi Home Alone. Her yılbaşı mutlaka televizyonlarda yayınlanan, 7’den 70’e herkesi gülümseten, keyiflendiren bir yapım. Küçük afacan Kevin, sabah uyandığında evde kimseyi bulamaz. Çünkü hayli kalabalık olan ailesi uçağı kaçırma telaşıyla alel acele evden çıkmış ve annesi Kevin’ın yokluğunu ancak bulutların üzerinde noel için planladıkları ülkeye doğru uçarken fark edebilmiştir. Annenin ilk uçağa binip dönmesi noel trafiğinden ötürü birkaç günü bulacaktır ki bu da Kevin’ın bu zamanı evde tek başına geçireceği anlamına gelmektedir. Öte yandan evde sadece bir çocuk yaşadığını anlayan hırsızlar, tereyağından kıl çekercesine bir soygun yapacaklarını zannederler. Ne var ki Kevin, bildikleri çocuklardan değildir.
Kariyerine seyri keyifli Adventures in Babysitting (1989) filmiyle başlayan Chris Colombus’un filmografisindeki en parlak filmin Home Alone olduğunu iddia edebiliriz. Zira 90’lar Amerikan sinemasında izleyiciler kadar eleştirmenleri de memnun etmeyi başaran bir film bu. Macaulay Culkin’le özdeşleşen Kevin karakterininse aile filmlerinin en belirgin temsillerinden birisine dönüştüğünü söylememiz pek abartılı olmayacaktır. Öte yandanRaging Bull (1980), Goodfellas (1990), ve Casino (1995) gibi Martin Scorsese işi mafya filmlerinden tanıdığımız, asabi ve acımasız karakterleri canlandırmasıyla ünlü Joe Pesci’nin minik bir çocuk tarafından yerden yere vurulan beceriksiz bir hırsıza hayat vermesi de filmin en ilgi çekici noktalarından.
Home Alone, final sekasındaki Tom ve Jerry misali evdeki kovalamaca sahneleriyle, ebeveynlerle çocukları arasındaki hasarlı ilişkilere vurgu yapmasıyla ve klasik Amerikan anlatı sinemasının genel hatlarını taşımasıyla çocuk merkezli filmler arasında başı çeken bir yapım, bir çocuk fantazisi. Ve çocukluğunu 90’larda yaşamış olan izleyicilerin en sevdiği filmlerden… (Emrah Öztürk)
Ivan’s Childhood (Ivanovo Detstvo, Andrei Tarkovsky, 1962)
İngmar Bergman ile yapılan bir sohbette yeni yönetmenleri takip edip etmediği sorulur. O da Andrei Tarkovsky adında genç bir sinemacıyı beğendiğini, ilk uzun metrajı Ivan’s Childhood’un gerçekten ilham verici olduğunu ve kendisinin büyük takdirini kazandığını söyler.
İkinci Dünya Savaşı’nda doğu cephesinde casusluk yapmaya soyunan 12 yaşındaki Ivan’ın yaşadığı psikolojik dönüşümü Tarkovsky, kurgu sanatına, görsel dile özgün anlamlar yükleyerek ve kapalı imgelerle yarattığı mistik atmosferle anlatır. Hayatı boyunca çekeceği yedi filmin ilki olan Ivan’s Childhood, yönetmenin kariyeri boyunca çizeceği prizma misali bol katmanlı sinemasının tüm ögelerini içinde barındırır. Öte yandan savaş gibi bir olguyu, genç bir çocuğun erkekleşme, doğaya ve kendisine yabancılaşma metaforları olarak kullanır. Filmi esas ilgi çekici kılan etken ise ‘savaşın hiddetine maruz kalan masum çocuk’ kalıbını kırıp dünya acımasızlaştıkça içten içe bilenen, kötüleşen, öfkelenen çetin bir çocuk karakterini resmetmesi. Ivan’s Childhood’un sinemada çocukları salt masumiyet temsili olarak göstermeyen, olumsuz yanlarıyla daha gerçekçi ve derinlikli bir bakışla ele alan bu tavrı sinemadaki ilk hamlelerden birisi.
Bir savaş filmini aynı zamanda bir büyüme hikayesine dönüştüren Tarkovsky, şairane diliyle lezzetine az rastlanır bir sinema deneyimi sunar izleyicisine. (Emrah Öztürk)
Kes (Kes, Ken Loach, 1969)
Annesi ve üvey ağabeyiyle birlikte İngiltere kırsalında yaşayan Billy Casper, muhitindeki diğer çocuklar gibi yoksul bir hayat sürmektedir. Güçlüklerle karşılaştığında onlardan kaçmayı yeğleyen Billy kaçış imkansız olduğundaysa sonuca giden en kestirme yolu tercih etmektedir: Kayıtsızlık, yalan ve hatta hırsızlık… Hayatında sabır gösterdiği tek şey yavru bir kerkenez olur. Doğancılık eğitimini anlatan bir kitaptan öğrendikleriyle Kes adını verdiği kerkenezini eğitmeye başlar ve zamanla yaşantısındaki en önemli şey bu olur. Öyle ki Kes, evcilleştirilmiş yırtıcı bir kuştan da ötesine vararak Billy’in ortaya çıkmaktan ısrarla kaçınan kişiliğinin saygı duyulası bir parçası halini alır.
Filmlerindeki sosyalist tavrıyla öne çıkan Loach, günlük yaşamdan ve onun sakatlıklarından beslenen filmlerinin en başarılı yaratılarından birine imza atar Kes ile. Yetişme çağındaki bir çocuğun güncesini, “olunması gereken kişi”yi dikta eden egolarla perçinlenmiş bir eğitim sisteminin hedef tahtası olarak sunan yönetmen, hem ard arda gösterdiği karavanalarla filmine kuvvetli bir mizah aşılar hem de zihnimize sapladığı dartlarla canımızı yakar. BFI tarafından İngiliz sinemasının en iyi 10 yapımından biri olarak nişanlanan Kes, çocuk karakter merkezli filmlerin haklı olarak en çok akla gelen ve en nitelikli örneklerindendir. (Soner Yıldırım)
Kikujirō’s Summer (Kikujirō no Natsu, Takeshi Kitano, 1999)
Üzgün olduğunda başını öne eğen, mahçup ve sessiz Masao, doğumundan beri büyük annesiyle yaşamaktadır. Yaz gelip tüm arkadaşları tatile gidince şehirde yalnız kalır. Hiç tanımamış olduğu annesinin yanına gitme yolları ararken öylesine masumdur ki… Eski komşuları Bayan Kitano, yolculuk parasını da üstlenip eşi Kikujirō’yu Masao ‘yla göndererek küçüğe yardım etmek ister.
Masao ‘nun kendinden de çocuk yol arkadaşının başlarına açtığı işler ve türlü maceralarla süren yolculuk, annesinin yeni ailesini görmeleriyle hazin bir sona ulaşmaz, sadece yön değiştirir. Parayı kumarda harcayan, çocuğu yollarda perişan eden o huysuz amca, o dakikadan sonra tüm enerjisini Masao ‘nun mutlu olmasına harcar. Yolda karşılaştıkları bir hippi ve motosiklet tutkunu iki arkadaşla birlikte dört koca adam, iki gün boyunca çeşit çeşit oyunlar yaparak bu yalnız ruhu neşelendirmeye çalışır.
Kikujiro No Natsu ile şu ya da bu nedenle toplumdan dışlanmış; aylak, serseri ya da düzenbaz diye yaftalanan insanların, bir çocuğun mutluluğu sözkonusu olduğunda ne başarılı işler çıkarabileceklerini anlatan ünlü yönetmen, filmde Masao ‘nun yol arkadaşı Kikujiro ‘yu da canlandırıyor. (Büte Kıraşı)
Let the Right One In (Låtten Den Rätte Koma In, Yön: Thomas Alfredson – 2008)
İsveç sinemasından son yıllarda çıkmış en kalburüstü filmlerden olan Let the Right One In, hem sıradışı bir vampir öyküsü hem de bir dostluk güzellemesi.
Oskar, okulda sürekli itilip kakılan, içine kapanık bir çocuktur ve komşusu Eli’ye karşı bir aşk beslemektedir. Eli ise sırlarla doludur. Bu iki çocuk yakınlaşır ve ergenlik döneminin sıkıntılarını birlikte göğüsler. Eli, Oscar’a okuldaki çevresine karşı cesur durmak konusunda güç verir. Fakat işin içinde bir tuhaflık vardır. Eli hiç yemek yemez, su içmez ve davet edilmediği müddetçe hiçbir eve giremez. Oskar, sevdiği kızın bir vampir olduğunu öğrenince her şey daha da düğümlenir, içinden çıkılmaz bir hâl alır.
Thomas Alfredson’un stilize yönetmenliği ile pırıldayan film, karanlık ve soğuk bir atmosfere sahip. Adeta bir gece masalı. Fakat bu masal, hem iki çocuğun masumiyet çağını resmedercesine yürek ısıtan, hem de beklenmedik anlarda fışkıran kanlarla keskinleşen bir masal. Öte yandan vampirliği ergenlik döneminin bir metaforuna dönüştürerek türdeşlerinden kolaylıkla ayrışan özgün bir çalışma Let the Right One In. Çocukluk olgusuna daha önce benzeri görülmemiş bir biçimde yaklaşan film, vampir kültü üzerinden ilkgençlik çağının ölümsüz ve sancılı aşk deneyimlerini, büyüme kavramını ve cinselliğin anlamını yitirdiği derin bir dostluk bağını anlatmasıyla saygıyı hakediyor. (Emrah Öztürk)
Moonrise Kingdom (Wes Anderson, 2012)
Her şeyin kontrolle ve eğitimle yürüdüğü bir ortamda, kendiliğinden gelişen -hatta çakan bir şimşek gibi başlayan- her şey panik yaratır. İşte Moonrise Kingdom tam da bu disiplinin içinde karşı koyuşla filizlenen, çevreleri tarafından itilen iki kayıp ruhun birbirine sıkı sıkıya bağlanışını anlatıyor.
Biri kampından kaçan, arkadaşlarınca pek de sevilmeyen hatta tanınmayan bir izci, diğeriyse ailesine, hayatına öfkeli kuzgun görünümlü bir kuğu… Sam ve Suzy, bir yıl boyunca özenle büyüttükleri aşklarını diledikleri gibi yaşamak için kaçmaya karar verirler. Başta Sam’in izci arkadaşları onları yakalamayı görev bildilerse de, birbirini çok seven iki gencin yollarının ayrılmasına dayanamazlar ve onları saklayabilmek için kolları sıvarlar. Yine de aksilikler çiftin peşini bırakmayacaktır.
1960’lı yıllarda geçen film, aşkın çocuksu halini bize en tatlı haliyle aktarıyor diyebiliriz. Aşırı dramatizasyondan kaçınan, bir kaçışı anlattığı için sürükleyen ve sevmeyi öğrenen iki çocuğun beceriksiz ama naif halleriyle de yer yer güldüren bir hikayeye sahip. Sinema dünyasından tanıdığımız isimler yer almasına rağmen varlıklarını neredeyse hiç hissetmiyoruz.
Moonrise Kingdom, sıcak renkleri ve masalsı atmosferiyle çocukluk aşkını en tatlı haliyle bize sunuyor. (Nil Yüce)
Nobody Knows (Dare Mo Shiranai, Hirokazu Koreeda, 2004)
Hirokazu Koreeda ‘nın sekizinci çalışması, 80 ‘lerin sonunda Japonya ‘da anneleri tarafından terk edilen ve evlerinde yalnız yaşamaya başlayan dört kardeşin gerçek hikayesinden uyarlama. Aynı zamanda belgesel yönetmeni de olan Koreeda’nın bu filmi çok yapraklı bir bitki gibi; naif, sessiz ve gerçek. İlerledikçe yapraklarını dökerken yokluktaki sessizliğe yaklaşıyorsunuz.
Güzel bir kadın ve güzel gözlü 12 yaşında bir çocuk, yeni taşındıkları evin sahipleriyle tanışmaya gittiklerinde letafet ve sevimlilik görüyorsunuz. Sonra ilk kabuklar çıkıyor: İki valiz açılıyor, içinden iki küçük çocuk. Valize sığmayıp trenle gelen bir çocuk daha. Farklı babalardan toplam 4 çocuk, 40 metrekarelik apartmanda. Hiçbiri okula gitmiyor, gidemiyor. 12 yaşındaki Akira, en büyükleri.
Annenin eve sarhoş gelişiyle açılan bir katman daha. Bu çocuklar “aile kurma düşüncesi” nin sonucu değil. Sadece korunmasız geçen dört meşk gecesinin “sonuç” ları, o kadar. Akabinde annenin yeni sevgilisi peşinde evi terk edişi, tüm sorumluluğun Akira’ya kalışı…
Bir kabuk daha. Onlar daha çocuk. Akira daha çocuk. Arkadaşlarıyla oyuna dalıyor, bütçeyi filan unutuyor.
Paranın bitişi, bir yaprak daha. Susuzluk, açlık, sefalet… Anne geri dönmüyor. Bizi ayırırlar korkusuyla korumaya başvurulmuyor. Taçyapraklar bittiğinde elinizde o anneye karşı korkunç bir öfke ve bunun gerçek bir hikaye olduğu düşüncesi kalıyor. (Büte Kıraşı)
Piano Piano Bacaksız (Tunç Başaran, 1990)
İkinci Dünya Savaşı sıralarında bir konaktayız. Hem ayakkabısız hem de “bacaksız” Kemal’in ağzından hikayesini dinliyoruz. Yalın ayak dolaşırken tanıdığı insanları en kırılgan noktalarına kadar anlatıyor bize. Okula gitmiyor, bir işi var: Açıkhava sineması temizlemek.
Konakta kalan hiçbir ailenin durumu kendininkinden daha iyi değil. Çarşıdan küçük gruplar halinde ihtiyaçları olan şeyleri aşırıyorlar. Öyle bir konakla karşı karşıyayız ki, her oda bir mevsim, her aile ayrı bir hava. Ancak çalışırken, fakirlikle boğuşurken tek yumruklar, tek vücutlar. Açgözlülüğe ve hor görülmeye de tahammülleri yok. Giden tavuk olsun, ne olacak ki, “işleri bitince” geri getirecekler. Zora düştüklerinde Hızır imdatlarına yetişir, yeniden mutlu olurlar.
Konak, yalın ayak dolaşan bir çocuğun kalbi kadar temiz, o kadar yokluğa rağmen, sevgi en büyük varlığı oluşturuyor ve binanın her köşesinde dolaşıyor. Bu derin sevginin en güzel sesi de tabii ki Müşfik Kenter, Kemal’in konaktaki sihirli yıldızından hayal kırıklıklarına, sevincinden hüznüne her şeyi anlatıyor bize. Tunç Başaran’ın yönettiği, Kemal Demirel’in Evimizin İnsanları romanından uyarlanan Piano Piano Bacaksız, kötü gün dostlarının hayat mücadelesini bütün yalınlığıyla gözler önüne seriyor. (Nil Yüce)
Mouchette (Robert Bresson, 1967)
Robert Bresson’un etkileyiciliğini üzerinden geçen onca yıla rağmen hiç yitirmeyen filmografisinin en nadide parçalarından olan Mouchette, Fransa taşrasından Mouchette isimli bir genç kızın sefalet ve ilgisizlikten ibaret yaşamını peliküle aktarıyor.
Hasta annesi, henüz bebek olan kardeşi ve alkolik babasıyla fakir bir yaşam süren Mouchette, anne ve babasının işlevsizliğini gidermek için kendini aşan bir fedakarlık göstermek zorunda kalmıştır. Annesine ve kardeşine bakan, babasının arkasını toplayan ve nihayetinde onun içkisine gidecek parayı kazanmak için barda bulaşık yıkayan Mouchette, bir yandan da okumaya çalışır. Maddi yokluk ve düşkünlük içindeki yaşamı ilgi ve sevgi açısından da kupkurudur. Ailesinden başlayan ve içinde bulunduğu toplumda gerek yaşıtları gerekse büyükleri tarafından ezilen ve kullanılan Mouchette, geleceğe dair umut içeren bir yan göremez. Gözardı edilmiş ve değersizleştirilmiş Mouchette, en azından kendi sonunu kendi belirleyebilecektir.
Bresson’un tavizsiz sinematografisi ile iç deşen bir çarpıcılığa erişen Mouchette, en net tabirle yaşamın dayanılmaz ağırlığının ve insanoğlunun yok edemediği kötülüğünün resmidir. Nadine Nortier, kariyerinin tek filmi olan Mouchette ile filmi izleyen hemen herkesin zihninde benzersiz ifadesi ile yer etmiştir. (Simon Sağlamoğlu)
Spirited Away (Hayao Miyazaki, 2001)
Çağdaş Japon sinemasının en önde gelen yönetmenlerinden, aynı zamanda anime ve manga sanatçısı Hayao Miyazaki ‘nin dokuzuncu filmi; küçük bir kız çocuğunun bir bahçede dolaşırken başka bir boyuta geçişi üzerindenAlice Harikalar Diyarında romanı ve filmlerine sıkça benzetilir. Yemek yiyip form değiştirme, gerçeküstü bir dünyada birbirinden değişik yaratıklarla karşılaşma motifleriyle bir çağrışım oluşsa da, Spirited Away feminen vurguları, içerdiği dostluk ve hayatta kalma üzerine mesajları ile aslında oldukça özgün bir yapıya sahip.
On yaşındaki Chihiro, babasının kullandığı arabanın içinden yeni taşındıkları kasabaya isteksiz gözlerle bakarken kendini önce durakladıkları bir bahçede gezintide buluyor, ardından dayanamayıp lezzetli yemeklerin başına oturan anne ve babasını birer domuza dönüşmüş olarak. Küçük ve şaşkın çocuk, içine düştüğü ve hiç aşina olmadığı ağır koşullar altında bir ideale sahip hale geliyor: Annesi ve babasını kurtarıp kendi dünyalarına dönmek. Macerasında kendisine yardım eden Haku üzerindeki büyüyü bozmak da Chihiro için es geçilemez hale geliyor, bu süreçte büyülerin sahibi Cadı Yubaba ile savaşmaktan ziyade bir centilmenlik anlaşması sürecini izliyor. Film, yürekte barınanların kişinin yaşından bağımsız olduğu alt mesajlarıyla sonlanırken izleyicide cesaret üzerine bir söylence dinlemiş duygusu bırakıyor.
2001 ‘den itibaren En İyi Animasyon dalında da verilmeye başlanan Akademi Ödülü ‘ne bu dalda layık görülenler arasında bugüne kadarki tek anime olan Spirited Away, aynı zamanda halen en yüksek uluslararası gişe yapan Japon filmi olma rekorunu elinde bulundurmakta. (Büte Kıraşı)
Stand By Me (Stand By Me, Rob Reiner, 1986)
Daha çok gerilim türündeki romanlarıyla tanınan Stephen King’in The Body isimli uzun öyküsünden sinemaya uyarlanan Stand By Me çocukluk üzerine çekilmiş en güzel filmlerden biridir.
Ergenliğe geçiş dönemindeki dört çocuğun arkadaşlığını merkezine alarak somut bir yol hikayesini tinsel bir büyüme hikayesine terfi ettiren film, çocukluğun saf neşesini, kaybetme duygusunun hüznüyle harmanlarken ele aldığı 50’li yılların “küçük Amerikan kasabası” atmosferinden olabilecek en doğru şekilde yararlanır. Filmin öyle bir tesiri vardır ki nasıl bir çocukluk geçirmiş olursanız olun başta River Pheonix olmak üzere çocuk karakterleri perdeye taşıyan bütün oyuncular hafızalarımızda kendi çocukluk arkadaşlarımızdan ayrıştıramayacağımız kadar sahici bir konuma konuşlanır. (Soner Yıldırım)
The 400 Blows (Les quatre cents coups, François Truffaut, 1959)
Hayatı ölçülere uydurmaya, kalıplara sığdırmaya çalışarak öğrencilerinin yaratıcılığını körelten bir öğretmen; sevgisiz, şefkatsiz bir çift ebeveyn ve tüm bunların ortasında suça itilişini adım adım izlediğimiz bir Truffaut çocuğu: Antoine Doinel. Ailesi ile arasındaki sorunlu ilişkiden, okulun ödül ve cezaya dayanan katı sisteminden bunalan Antoine’nin beklediği aslında sadece biraz sevgidir. Yalan söylemekle, dolandırıcılık yapmakla suçlansa da, ıslahevinde sorguya çekilirken bile çevresindeki tüm yapmacık insanlardan katbekat daha dürüst, daha saftır.
Truffaut, olayları dramatize etmek ve abartılı ifadeler kullanmak yerine sıradan hayatlardaki gündelik olaylardan yola çıkarak yalın, gerçekçi bir anlatımla derin tespit ve analizlerde bulunmayı seçiyor. Yeni Dalga’nın öncüsü olmakla kalmayıp en güzel örneğini de teşkil ettiği rahatlıkla söylenebilecek olan “Les Quatre Cents Coups”un Andre Bazin’in anısına ithaf edildiğini de söylemeden geçmeyelim.
The Bad Seed (The Bad Seed, Mervyn LeRoy, 1956)
Örgülü sarı saçları, muntazam kıyafetleri, sevimli gülümsemesi ve kraliyet ailelerini kıskandıracak ölçülü tavırlarıyla mükemmelliğin bir çocuk üzerindeki en belirgin tasvirini sunan ancak tam da bu sebepten irite edici bir özellik kazanan Rhoda isimli küçük bir kız vardır filmin odağında. Dış görünüşüyle herkesi aldatabilen Rhoda’nın kandıramayacağı tek kişi, kötülüğün ne demek olduğunu bilinçaltının derinliklerinde ziyadesiyle bilen annesidir.The Bad Seed’i bu kadar içinden çıkılması güç ve kan dondurucu yapan şey de tam olarak budur.
Kötülüğün kalıtım yoluyla sonraki nesillere aktarımının mümkün olup olmadığı gibi zor bir meseleyi masaya yatıran filmdeki psikanalitik önermelerin Mervyn LeRoy’un yönetmenlik maharetleriyle birleşimi tek kelimeyle muhteşem bir sonuç verir. Sinema tarihindeki “kötü çocuk” olgusunu gerçek anlamda ortaya koyan ilk film olması bakımdan da oldukça cesur bir filmdir The Bad Seed. (Soner Yıldırım)
The Kid with a Bike (Le gamin au vélo, Jean-Pierre Dardenne & Luc Dardenne, 2011)
Babası tarafından terk edilmiş bir oğlan çocuğunun, Cyril’in hikayesini anlatıyor bu kez Dardenne Kardeşler. Oldukça sade bir dille bir çocuğun kaos dolu ruh dünyasına ışık tutarken, olaylara tarafsız olduğu kadar etkisiz bir bakış açısıyla yaklaşarak yargılamayı da, infazı da seyircinin insafına bırakıyor.
Kendi oğlunu, hiçbir sebep yokken bir kenara atan bir babayı gördüğümüz gibi, çocuğu için suç mahallini değiştirebilecek bir baba da görürüz bu filmde: Biri ebeveyn olmanın getirdiği sorumlulukların, diğeriyse fedakarlıkların sınırını bilememektedir belki de. Dardenne Kardeşler böylece anne babasız büyümenin bir çocuğun gelişiminde yaratacağı etkileri ve ruhunda açacağı yaraları son derece etkili bir şekilde işlerken, birçok etik sorgulamada bulunmamızı da sağlayarak bizi kafamızın içindeki soru imleriyle baş başa bırakıyor.
The Tin Drum (Die Blechtrommel, Volker Schlöndorff, 1979)
Bir çocuk, büyümemeye karar verirse ne olur? Danzig’te Nazi Almanyası’nın şekillenme ve yükselme dönemleri. Orta halli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Oskar Matzerah, evde bir parti esnasında mahzenin merdivenlerinden yuvarlanarak yaralanır. O günden itibaren karar vermiştir: Oskar daima 3 yaşında kalacaktır. Annesi ona üç yaşına geldiğinde bir teneke trampet alacağına söz vermiştir.
Teneke trampet, Oskar’ın bir uzvundan farksızdır. Nazilere karşı gösterilen her türlü boyun eğişte, baş kaldırmayan orta sınıfa ısrarla kulaklarını çınlatarak trampetini çalar. Susturmaya çalışanlaraysa çığlıkla karşılık verir. Öyle bir çığlıktır ki etrafında camdan ne varsa her şey tuzla buz olur. Oskar, susan halkın konuşan sesidir. Ancak dışarıdan bakıldığında üç yaşında bir çocuktur. Kendi ağzından hikayesini dinlerken kurduğu cümleler etrafındaki olgun insanlar tarafından sarfedilmemektedir bile. Ancak büyümeyi reddetmesi, zamanın geçmediği anlamına gelmez. O kadar acımasızca geçer ki, çevresindeki herkes Hitler’in amansız öfkesine ve korkunç ideolojisine gözlerinin önünde bir bir kurban gider. Trampeti hiç susmadan çalar. Tanrının evinde ya da değil, fark etmez. Nazi subayları cenazeyi bekliyor mu? Oskar da protesto etmek için beklemiyor.
Büyümeyen bir çocuğun büyüyen zekasıyla sahneler tersyüz olmaya başlıyor. Neyin normal olup olmayacağına karar veremiyoruz. Büyümeyen Oskar’ın aşık olmasını ya da görüntüsüne göre annesi gibi duran koca kadınlarla birlikte olmasını anlamakta güçlük çekiyoruz. ama Nazi Almanyası’ndaki vahşetin kendisini de anlayabilmek zaten mümkün değil. Dolayısıyla çapraşık ilişkilere sesimizi çıkaramaz hale geliyor, tecavüzde dahi susuyoruz. Sorularımız hikaye ilerledikçe tükeniyor.
Günter Grass’ın aynı adlı romanından uyarlanan The Tin Drum, savaşın ve büyüme(me)nin acısını bize başarıyla yansıtıyor. (Nil Yüce)
Where is the Friend’s Home? (Abbas Kiarostami, Khane-ye doust kodjast?, 1987)
Köker Üçlemesi’nin ilk filmi Where is the Friend’s Home; sınıf arkadaşının defterini yanlışlıkla kendi evine götüren sekiz yaşındaki Ahmed’in hikayesini konu alıyor. Sıradan olaylara odaklanarak hem toplumsal, hem de bireysel bazlı tahliller yapan ve yalın bir işleyişle seyirciye yoğun duygular yansıtmayı her filminde başaran Abbas Kiarostami, Muhammed Rıza’ya defterini ulaştırmaya çalışan Ahmed’in korkularını, tereddütlerini ve karşılaştığı engelleri, filmi izleyeni içine alan bir sürükleyicilikle anlatırken çocukların omuzlarına binen yükleri, ailenin ve toplumun onlardan beklentilerini gözler önüne seriyor. Ahmed’in bir günlük serüveni bizlere İran’ın gündelik yaşamına ilişkin birçok ipucu verdiği gibi; Kiarostami basit diyalogların içine ustalıkla yerleştirdiği işaretlerle ciddi toplumsal eleştirilerde de bulunuyor.
Yolda olmanın, mücadeleyi elden bırakmamanın, arkadaşını kendinden fazla düşünmenin, fedakarlığın hikayesi Where is the Friend’s Home. Ve en çok da, bir defterin arasına iliştirilmiş bir küçük çiçek sekansı ile, günümüz dünyasına diktiğimiz karanlık gözlerimize bir başkaldırı; yılmamaya, engellere boyun eğmemeye, umut etmeye davet.