Okuldan kaçmasın diye üvey oğlunu okula kadar bırakan, cezalı oldukları halde ‘kuzucuklarına’ gizli kapaklı yemek götürmeye azmeden, her daim sevgisine ve güler yüzüne alışık olduğumuz ancak 14 yaşında kaybettiği evladının yasını bir ömür tutmuş unutulmaz anne figürü Adile Naşit’in oynadığı karakterleri izledik Yeşilçam’da yıllar yılı. Tam aksindeki sert, gaddar, korkunç Aliye Rona karakterlerini de… İzlerken kendi annemizle bağ kurduk; duruma göre mutlu/sinir olduk, neşeyle/nefretle dolduk. Her farklı anne karakteri, farklı bir duygumuza temas etti, her temas iz bıraktı, iz bırakanlar unutulmadı. Fil’m Hafızası yazarları olarak, bu özel günde sinemaya damga vuran anne karakterlerini yazdık. Hayatlarımızda bir iz, bir his bırakacak denli sinemaya ‘anne elini’ değmişlere, cumartesileri ellerinde çiçek, portre ve gözyaşıyla yola düşenlere ve istisnasız tüm annelerimize selam olsun. (Salihcan Sezer)
Aurora (Terms of Endearment, James L. Brooks, 1983)
James L. Brooks’un Terms of Endearment (1983) filmi sinema tarihinin belki de en dobra, en yakın, en özel anne-kız ilişkilerinden birisine sahne olur. Kocası öldüğünden beri erkeklerden uzak durmuş, aşırı kontrollü, bebekliğinden beri kızının üstüne titremiş, kendisine üç tane torun vermiş olsa da kızını hâlâ çocuk gibi görmekten vazgeçmeyen korumacı bir annedir Aurora. Başından beri kızı Emma’nın kocası Flap’ten hoşlanmaz. Kızının onunla evlenerek büyük bir hata yaptığını düşünür. İtiraf etmese de kızını kimseyle paylaşmak istememektedir aslında. Çünkü hayatında Emma’dan başka dertleşeceği, duygularını anlatacağı, içini dökeceği kimsesi yoktur. Emma onun sadece kızı değil, aynı zamanda en iyi arkadaşı ve en büyük sırdaşıdır. Sinema tarihinde sevgilisiyle ilişkisini, problemlerini annesine anlatan, ondan akıl alan, yardım isteyen kız karakterleri defalarca izlemişizdir. Ama erkek arkadaşıyla yaşadıklarını -her gün telefonla arayarak- kızına anlatan anne karakteri pek fazla yoktur. Emma ölüm döşeğinde yatarken bile ona Garrett’tan bahsetmekten kendisini alıkoyamaz Aurora. Evli barklı kızına hâlâ küçük kız muamelesi yaparken, fark etmeden de olsa Emma’nın kızı gibi davranan çoğu kez Aurora olur. 5 Oscar ödüllü Terms of Endearment, tipik anne-kız ilişkisi ezberini bozar ve sinema tarihinin en eşsiz anne-kız ilişkilerinden birisini beyazperdeye taşır. (Burak Acar)
Maddalena (Bellisima, Luchino Visconti, 1951)
İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin öncü isimlerinden Luchino Visconti’nin ilk filmlerinden olan Belissima’nın merkezinde Roma’nın fakir muhitlerinden birinde yaşayan tez canlı Maddalena ile küçük kızı Maria yer alır.
Şeker hastalarına iğne yaparak hayatını kazanan Maddalena’nın en büyük dileği kızının saygın bir oyuncu olarak maddi kaygılardan uzak bir hayat sürmesidir. Ülkenin en ünlü sinema stüdyosu Cinecitta’nın çocuk oyuncu seçmeleri düzenlediği haberini alınca Maria’yı kapıp film şirketinin kapısındaki kuyruğa karışır. Bu uğurda elinde avucunda ne varsa harcamaktan sakınmaz; zira güzel kızının annesinin meyus talihini kıracağına inancı tamdır. Fakat bir süre sonra, çocuğuna daha iyi bir hayat sunabilmek için yaptığı fedakârlıkların kaynağı olan yüce anneliğini, kendi gençlik hayallerine kurban etmek üzere olduğunu; annelik mertebesinin bütün hırslarından daha değerli olduğunu anlar.
The Rose Tattoo (1955), Mamma Roma (1962) gibi daha birçok yapımda canlandırdığı anne karakterleriyle hafızalara kazınan Anna Magnani yine eşi benzeri olmayan bir anne yorumu sunar bu güzeller güzeli filmde. (Soner Yıldırım)
Cesira (La Ciociara, Vittoria De Sica,1960)
2. Dünya Savaşı sırasında Roma’ya gidiyoruz ve gözlerimizi Cesira’nın (Sophia Loren) “Uyan Loretta, uyan” cümlesiyle açıyoruz. Üzerimize yağan bombalardan Cesira ve on üç yaşındaki kızı Loretta’yla birlikte kaçmaya başlıyoruz. Bu kaçış sırasında, film boyunca işlenen en etkili temanın toplumun kadına bakış açısı olduğunu düşünsek de, film ilerledikçe bir annenin kızını koruma içgüdüsünün daha ağır basmaya başladığını görüyoruz. Genç yaşında dul kalmış güzel bir annenin, savaş sırasında kızına zarar gelmemesi için kendi köyüne -La Ciociara’ya gitme hikâyesini izlerken, savaşın siviller üzerindeki etkilerini de yakından gözlemleyebiliyoruz. 1962 yılında Sophia Loren’e “En İyi Kadın Oyuncu” Oscar’ını getiren filmde savaş dönemi anne-kız ilişkisini bir yol hikayesi ekseninde izleme fırsatına sahip oluyoruz. İtalyan yeni gerçekçiliğinin mimarlarından Vittoria de Sica’nın filminde savaşın ortasında kalan iki kadını, kaybettiklerini ve birbirlerine tutunarak zorlukların üstesinden gelme çabalarını görüyoruz. Alberto Moravia’nın aynı adlı eserinden uyarlanan film, Sophia Loren’i sinemanın en güçlü kadın karakterlerinden biri olarak karşımıza çıkarıyor. (Merve Özveren)
Chantale (J’ai tué ma mère, Xavier Dolan, 2009)
Yönetmenlik koltuğunda ve baş rolünde Xavier Dolan’ın yer aldığı J’ai tué ma mère (2009), anne-oğul arasında bir türlü dengeye kavuşamayan bir ilişkiyi konu ediniyor. İkili arasındaki çatışmayla yolunu çizen filmde, her iki karakterin de filmdeki gerçekliklerini aşmayan ve kendilerine özgü halleri tutarlılıkla aktarılarak izleyicinin bir tarafa yapışıp, diğer tarafa bilenmesi engelleniyor. Film, bu bütünlüklü seyrinin yanında, post rock’ın dingin notalarına eşlik eden görüntüleri ve sahneler arasında yaptığı şiirsel geçişleriyle de dikkat çekiyor.
Başından beri hareketli gidişatını gerek oğul Hubert’in patlamaları, gerekse anne Chantale’nin vurdumduymazlığı ile devam ettiren film, yavaş yavaş yükselen temposu ve biriktirdiği gerilimden boşanarak hakikatli bir patlamayla bekleneni veriyor. Hubert üzerinden gençliğin birtakım sıkıntılarına, huysuzluğuna, alabildiğine ergenliğine ve aynı zamanda haklılığına da şahit olduğumuz filmde, özellikle de yasalar yoluyla bir zorunluluk olarak dayatılan on sekizine kadar umursanmamanın sancıları ziyadesiyle yansıtılıyor. Öte yandan bu durumun karşı tarafında başka dertler çeken anne Chantale’in sorumluluk ve bağlılık anlayışı karşısında yükselen nefret ve kuşak çatışması gibi zorluklarla baş etme sürecine de ışık tutularak, bu çatışmalı ilişki daha da çarpıcı bir hâl alıyor. (Murat Gürgen)
Charlotte (Höstsonaten, Ingmar Bergman, 1978)
İsveç’in iki dev ismi, dünya starı Ingrid Bergman ile usta yönetmen Ingmar Bergman’ın birlikte ilk ve son kez çalışmalarına vesile olan Höstsonaten, kuşkusuz beyazperdedeki en unutulmaz anne karakterlerinden birine sahip. Anne-kız rollerini Ingrid Bergman ve Liv Ullmann’ın paylaştığı yapımda, Bergman’ın canlandırdığı anne karakteri, aktrisin kendi hayatıyla da büyük benzerlikler taşıyor. Dünyaca ünlü bir piyanist olan Charlotte’un başarılı kariyeri dışında her şeyden ve herkesten uzak durma ve kaçma huyundan iki kızı da nasibini almıştır. Yıllar sonra büyük kızı Eva’nın daveti üzerine evine kısa bir tatil niteliğinde ziyaret gerçekleştirir. Söz konusu ziyaret, acı veren hatıralar canlandıkça, anne-kız arasındaki ilişkinin tüm yaşanmışlıklarıyla masaya yatırılmasına ve hesaplaşmasına dönüşünce maskeler biraz olsun düşer. Doğdukları andan itibaren, çok iyi bildiği ‘öğrenilmiş’ sevgi ifadeleri ile kızlarına karşı mesafesini koruyan Charlotte karakteri, Ingrid Bergman’ın mermer gibi yüzünde hayat bulur. Neticede yıllar önce kendi vücudunun içinden kopan yavrularını bile yaşamak istediği hayatın önünde engel olarak görebilen, anne olamayan bir kadındır Charlotte. (Kaan Denk)
Chris (The Exorcist, William Friedkin, 1973)
Ülkemizde ‘Şeytan’ adıyla gösterilen ve tüm zamanların en iyi korku filmleri listesinde her daim başı çeken The Exorcist, bu isim çevirisi sebebiyle bir nebze de olsa yanlış algılanıyor. Filmin adı, Regan isimli adolesan kızın içine saklanan Pazuzu Şeytanı’na değil, onu dışarıya çıkartan kişiye vurgu yapar ve doğru çevrisi ‘Şeytan Çıkaran’ ya da ‘Şeytan Kovan’ olmalıdır. Bu noktanın aydınlatılması bizi Regan’a musallat olan şeytanı kimin kovduğu sorusunu sormaya yöneltir ki ilk verilecek cevabı şüphesiz Peder Merlin olacaktır. Kuzey Irak’taki arkeolojik kazılarda Pazuzu’nun tılsımlı heykelciğini bulan yaşlı peder hem kendisinin, hem de birçok insanın kaderini değiştirir. Fakat Regan’ı kurtarmakta Peder Merlin kadar, annesini kaybetmenin acısıyla boğuşan genç Peder Karras’ın da payı var. Ne var ki filmi dikkatle incelersek Chris MacNeil’in (Ellen Burstyn) bir anne olarak her şeye göğüs gerdiğini, kızını kurtarmak için tek başına savaştığını ve önce bilimsel tedavilere ardından da spiritüel çarelere danıştığını görürüz. Kızının adet döneminin başlamasına, kadınlığını keşfetmesine, erkekleri bir tehdit, kendisini ise bir ‘şey’ olarak görmesine paralel bir zamanda canavarlaşması karşısında bekar bir anne olarak önüne çıkan bütün zorluklarla inatçı bir şekilde savaşır Chris. Eğer filmin isiminde belirtilen Şeytan Çıkaran’ı merak ediyorsak bu kişinin cefakâr ve güçlü bir anne profili çizen Chris olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. Çünkü onun kızına olan sevgisi, inancı olmasaydı Regan, Şeytan’ın elinden asla kurtulamazdı. (Emrah Öztürk)
Cornelia (Pozitia copilului, Calin Peter Netzer, 2013)
Adını, bebeğin ana rahmindeki duruşunu çağrıştıran bir yoga hareketinden alan Pozitia copilului, son yıllarda ciddi bir ivme kazanan Rumen Sineması’nın çıkardığı ödüllü filmlerden biri. Fakat sinemasal değerinin, özellikle içerdiği anne karakteri Cornelia sayesinde, kazandığı Altın Ayı’nın da ötesinde olduğunu söyleyebiliriz.
Luminita Gheorghiu’nun kusursuza yakın bir performansla ete kemiğe büründürdüğü Cornelia, bir trafik kazasında küçük bir çocuğun ölümüne sebep olan oğlunun bu olaydan yakasını kurtarması için elinden geleni ardına koymaz. 30’lu yaşlarındaki oğlunun hayatı hakkında söz söyleme, karar verme hakkına sahip olduğuna dair en ufak bir şüphesi dahi olmayan, Rumen toplumunun üst sınıfına mensup bir anne Cornelia. Fakat filmin anlatısı dallanıp budaklandıkça sadece kontrol delisi bir anneden daha fazlasına dönüşüp, toplumun üst sınıfının, alt sınıfa mensup bireylerin hayatına da müdahale edebilme hakkını kendinde gören bir tür -sorunlu- kontrol aygıtı haline geliyor. (Güvenç Atsüren)
Elinor (Brave, Marc Andrews/Brenda Chapman, 2012)
Tüm annelerin kızlarından beklentileri aşağı yukarı aynıdır. Kızlarının hanım hanımcık, toplumun istediği şekilde davranmaları ise bunların en başında gelmektedir. Oysa Merida için durum biraz daha farklı. O, ülkesinde yüzyıllardır devam eden tüm geleneklere karşı çıkıyor ve başına buyrukluğuyla birlikte kendi yolunu çizmeye karar veriyor. Ataerkil toplum içerisindeki anne-kız çatışmaları, özgürlük istemleri Merida için sonunda patlama noktasına geliyor ve zarif bir leydi olmasını isteyen annesine karşı çıkarak, babasının kızı olduğunu ispatlama yönünde annesinin değişmesini diliyor. Fakat anne sözünü dinlemeyen çocukların başına kötü şeyler gelir inancını doğrularcasına bu değişim istediği yönde olmuyor ve bu süreçten itibaren annesi üzerindeki kötü büyüyü ortadan kaldırmaya çalışıyor. 2013 yılında En İyi Animasyon Oscar’ını kazanan, Pixar’ın 13. uzun metraj animasyon yapımı olan filmde Merida ve Elinor anne ve kız ilişkilerini baştan keşfederken, bizler de İskoçya’nın yeşilliklerinde Merida ile birlikte nefes alıyoruz. (Merve Özveren)
Eva (We Need To Talk About Kevin, Lynne Ramsay, 2011)
Lynne Ramsay’in We Need To Talk About Kevin’indeki temel çatışma; gençliğinde gezmeye ve yeni kültürler tanımaya kendini adamış, özgür ruhlu Eva ile pek de planlamadığı bir vakitte hamile kaldığı oğlu Kevin arasında örülüyor. Eva’nın annelik deneyimi başlı başına bir yabancılaşma ve tekinsizlik timsali olarak biçimleniyor. Hamileliği süresince bedensel ve örtük bir kendine yabancılaşma olarak tezahür eden bu hal, Kevin’in doğumuyla birlikte görünür hale geliyor ve adeta tekinsizliği de beraberinde getiriyor. Buradaki tekinsizlik, Eva’nın bir çocuğu arzulamamış olmasından da öte, kendisinin dolaylı bir uzvu olarak dünyaya gelen bu çocuğun aslında “kötü” olması ve buluğ çağında babasını, kız kardeşini ve okul arkadaşlarını taammüden öldürmesinden kaynaklanıyor. Eva katliamın yıldönümü yaklaşırken Kevin’in doğumundan, katil olduğu güne kadar “neden?” sorusunun izlerini sürüyor film boyunca. Film, “annelik”, “aile”, “kötülük” gibi normları ve tanımları toplum tarafından belirlenegelen kavram ve yapıların alanlarına cesurca girerek her birini yapıbozuma uğratıyor. (Nükhet Savaş)
Fatma (Boş Beşik, Orhan Elmas, 1969)
Dünyalar güzeli Yörük gelini Fatma’nın öyküsünü anlatır Boş Beşik. Necati Cumalı’nın kaleminden çıkma diğer eserler gibi yaşadığımız toprakların her devrinin öyküsüdür aslında. Kendini adadığı kocasına bir “bebe” verip aile olma isteğiyle yanıp tutuşan bir kadını izleriz film boyunca. Bir evlatları olunca Yörük Beyi’nin soyu sürecek, ailenin-çevrenin baskısına karşı boyunları bükük olmayacaktır karı-koca. Fatma, bebeği olsun olmasın her yönüyle bir annedir. Sanki Anadolu’nun vücut bulmuş halidir. O kadar sevgi doludur ki bir evladı olamasa da tüm obanın evlatlarına yeter anneliği. Bir gün gerçekten anne olur tüm olumsuz düşüncelere inat. Artık, gözünden sakındığı bebeğiyle dünyanın en mutlu kadınıdır. Ancak düzen göçer düzenidir, gelenek bozulamaz. Yörük obası kervanı yola düzülür beşikteki bebekle. Hiç beklenmedik bir felaketle Fatma’nın hayatı, Anadolu kadınının ışığı söner.
Fatma Girik sinemanın en etkileyici kadın analarından biridir Fatma gelin rolünde. O kadar başarılı bir oyunculuk çıkarır ki, yazgısı tüm kadınlarımızın hissedişi olur. Çünkü anne olmak bir evlada sahip olmaktan öte hayata karşı direnmektir en gözü pek halinle ve Fatma bir annenin kudreti karşısında hiçbir şey duramayacağını gösterir bize. (Aysan Sulu)
Gülseren (Karanlıktakiler, Çağan Irmak, 2009)
Hani balkonuna topumuz kaçar, hani ekmek bıçağıyla topumuzu keser; hani evine girmek istediğimizde kovar da, kapısının önünde bağrışıyoruz diye üzerimize kovayla su döker. Hani… Çocukluğumuzda kalan; sisli manzaralarla, kayıp hatıralar arasında bir Gülseren… Nerede şimdi?
‘Deli’ der, alay eder, tersinden ürker, haline güleriz. Kendisi kadar ihtiyar evinde, zihninin derinlerinde neler yaşar bilmeyiz. Karanlığa yakalanarak karanlıklaşmak zorunda bırakılmış Gülseren ise ruhundan silemedikleriyle bir ömür sürer. Mağlup, mağdur… Ve bir oğulla! ‘‘Ölmek kolaydı ama sen vardın’’ anlamında geçer Gülseren’in ‘cümlesinde’ oğul. Bir annenin soluğunda, amacında, katlanmasındadır. Oğul (Erdem Akakçe) ve anne (Meral Çetinkaya), ruhlarını kemirmiş bir karanlığı paylaşırlar bu hayatta. Sonunda sevgi, sonunda ışık mı kazanır? Çağan Irmak’ın kendi ‘tutunamayanlar’ı olarak görülebilecek Karanlıktakiler, anneyle şık kıyafetler içinde baş başa yenmiş bir yemek, topun balkona kaçmasıyla hissettiğimiz buruk bir gol sevincidir. (Salihcan Sezer)
Mother (Madeo, Joon Ho Bong, 2007)
Oğlu için ölen-öldüren, aşırı korumacı, aşırı sevgi dolu bir anne ile karşı karşıyayız Joon Ho Bong’un Madeo’sunda. Annemiz (film boyunca adını öğrenemiyoruz) hafiften zihinsel engelli oğlu Yoon’a aşırı ve koşulsuz bir sevgiyle ama hastalık derecesinde bağlı. Oğlunun kızlarla ilgilenmesi için ona cinsel gücü arttıran ilaçlar veriyor, bir yandan da geceleri koynunda uyumasına izin veriyor. Çaresizlikten, Yoon beş yaşındayken, ona zehir içirip sonra da kendini de öldürmeyi bile denemiş ama başaramamış. Belki de oğlunun zekasını etkileyen araz bu sebepten. Yaptığı tüm kötülükler ve iyilikler tek bir nedene dayanıyor: Oğluna hissettiği sevgiye. Asla iyi anne olmak veya kötülük yapmak gibi planlı hesaplar içinde değil. Tüm davranışlarını oğluna duyduğu sevgi şekillendiriyor. Ve günün birinde Yoon cinayet zannıyla tutuklandığında, oğlunu kurtarmak için her yolu mubah sayması da bu aşırı sevgiyle birleşen annelik içgüdüsünün eseri. Hye Ja Kim’in hayat verdiği anne, sinema tarihinin “iyi” anne karakterlerinden biri değil kesinlikle. Ancak bir annenin, oğul sevgisinin ne denli büyük boyutlarda olabileceğini ve bu uğurda neler yapabileceğini gösteren çarpıcı ve unutulmaz bir örnek. (Gökhan Kalan)
Margaret (Carrie , Brian De Palma, 1976)
Margaret White sinema tarihindeki annelerin belki de en travmatik olanıdır. Geçmişte yaşadıklarını atlatmak için sığındığı inancıyla anneliği arasında sıkışıp kalmış, olağan dışı bir kız çocuğunu kendisine veren Tanrı tarafından cezalandırıldığını düşünmektedir. Bir yandan onu korumak adına regl olacağı gerçeğini bile küçük kızından gizlerken bir yandan da bozulmuş evliliğinin mirası olan evladından ölesiye nefret eder. İster ki kızı da kendisinin yaptığı hatalara düşmesin, tümüyle günahsız biri olarak hayatını sürdürsün. Kendisinin dışlandığı gibi toplum tarafından hakir görülmesin. Aslında Margaret’in Carrie’yi doğurması gel-gitli akıl sağlığının tümüyle kırılma noktasıdır. “Tanrı Huzurunda”, “Toplumun Kabulü” biçiminde evlendiği kocasıyla sevişmeyi “günah” diyerek reddeden Margaret’ın evlendikten sonraki tek yakınlaşmalarında ki bu da “şeytanın alkolü”yle olmuştur, ana rahmine düşen Carrie; elbette ki bir günah tohumudur ve ergen yaşa geldiğinde içindeki şeytanın canlanması kaçınılmazdır. Piper Laurie’nin hayat verdiği Margaret White oldukça inandırıcı bir oyunculukla Sissy Spacek’in canlandırdığı Carrie kadar uçlarda dolaşan bir karakter yaratmış ve daha sonraki bir çok sorunlu anne rolünü etkilemiştir. (Aysan Sulu)
Meryem (Gelin, Lütfi Akad, 1973)
Lütfi Akad imzalı Gelin, 100 yıllık Türk Sinema Tarihi’nin en iyi filmlerinden biridir. Film; göç, töre, aile, kentleşme, zenginleşme ve çözülme üzerine inşa edilmiş olsa da, merkezinde oğlunu yaşatmak için çırpınan bir ananın dramı vardır. Meryem (Hülya Koçyiğit) tası tarağı satıp Yozgat’tan İstanbul’a göç eden bir ailenin gelinidir. Dinin cehaletle, ataerkil yapının töreyle yoğrulduğu bu ailede gelin olmak ancak itaat ile mümkündür. Oysa, Meryem’in hasta oğlu Osman’ı yaşatabilmek için başkaldırması gerekiyordur. Oğlunun hayatı için, önce yalvarır kocasına ve paragöz kayınpederi Hacı İlyas’a. Sonra isyan eder Meryem; feodal düzenden aldıkları ahlaki(!) anlayışla ticarete atılan, kapitalizmin çarkında insanlıklarını gün be gün yitiren aileye karşı. Ama Meryem’in isyanı yine de sessizdir. Mücadelesi de çırpınmadan öteye gidemez. Film boyunca o çaresizliğe, o sessiz çığlığa tanık olursunuz. Meryem, bir Kurban Bayramı sabahı savaşı kaybeder. Koç değil oğlu Osman’dır kurban olan. İşte tam o an çığlığı sese bürünür ve tüm bu düzeni sembolize eden kayınpedere sözleri yankılanır avluda: ”Bayramın mübarek olsun Hacı İlyas… Ağa babası… Kurbanın helal olsun!” (Gökhan Kalan)
Mi-Son (Pieta, Kim Ki-Duk, 2012)
Kim Ki-Duk’un Venedik’ten “Altın Aslan” ödülüyle dönen filmi Pieta, Michelangelo’nun da bir örneğini verdiği “bir esvaba sarılmış olan Meryem Ana’nın kollarında yatan İsa’nın naaşı” figürünü temel alır. Şiddet içindeki bir adamın, otuz sene sonra gelip annesi olduğunu iddia eden bir kadınla ilişkisini ve buna bağlı değişimini “kapitalizm eleştirisi” ekseninde irdeler.
Mi-Son, sinema tarihinin en intikamcı anne karakterlerinden biridir. Öz oğlunun intiharına sebebiyet veren Gang-Do’ya, onu yıllar önce terkeden annesiymiş gibi davranır. Duygusuz, şiddet içindeki ve en önemlisi kendi oğlunun ölümüne sebebiyet veren bir adama anne gibi davranmak, kuşkusuz büyük sinir ve sabır gerektiren, cesaret isteyen bir davranış. Gang-Do’yu annesi olduğuna inandıran, onun içerisindeki tüm duyguları birer birer ortaya çıkaran Mi-Son, birden kaçırılmış süsü verip ortadan kaybolarak ona sert bir darbe vurur. Tüm bu süreçte onu oğlu gibi görmeye başlayıp duygusal etkiye kapılması, öz oğluna ihanet ettiği gerçeğini aklına getirir. Çünkü rol kesmek ve oyun oynamak bir yere kadardır, hiçbir şey ise bir annenin öz evladını kaybetmesi kadar acı verici değildir. Kimileri acısını kalbine gömer, kimileri ise buna sebebiyet verenlerden sert bir şekilde intikam almayı tercih eder. Mi-Son, ikincisini tercih eden annelerden. (Halil İbrahim Sağlam)
Nurcan (Köksüz, Deniz Akçay, 2013)
Deniz Akçay’ın ilk yönetmenlik denemesi olan Köksüz, baba figürünün ölümünün ardından aile içi ilişkilerin ve toplumsal cinsiyet odaklı rollerin kalan fertler arasında yarattığı çatışmaya odaklanan çarpıcı bir film. Her karakterin bir temsili gerçekleştirdiği filmde, bir yandan annenin giderek yalnızlaşan hayatının psikolojik buhranı, diğer yandan bu buhrandan payını alan çocukların savruluşu üzerinde duruluyor.
Kocasının ölümünün ardından, kendini ev içi rollere takıntılı bir şekilde adayan, ekonomik rolleri üstlenmekten kaçan anne Nurcan’ın hüsran hayatının ilk kurbanı, büyük kızı Feride oluyor. Evin maddi yükünü üstlenmek zorunda kalan otuzlu yaşlardaki Feride, geleneksel aile yapısının anne temsiliyle yakasına yapışan ellerinden kurtulmak üzere evliliği bir özgürlük kozu olarak kullanıyor. Annesi kadar çarpıcı bir kadın temsilini gerçekleştirirken, kadınların özgürlüğünün ekonomik kazançla paralel bir ilişkisi olmadığını da ortaya koyuyor. Bu durum, erkekliğinin ve ergenliğinin rollerini üst üste vererek kadınlar üzerinde dilediğince yaptırımda bulunan kendine buyruk kardeş İlker ile destekleniyor. Böylece Köksüz, yarattığı bu aile içi mikro ilişki ağından hareketle otorite, toplumsal cinsiyet, evlilik gibi birtakım makro sosyal olgulara dair düşündürüyor. (Murat Gürgen)
Philomena (Philomena, Stephen Frears, 2013)
Stephen Frears’in yönettiği, gazeteci Martin Sixsmith’in yaşadığı gerçek bir olayı yazdığı The Lost Child of Philomena Lee adlı kitaptan uyarlanan Philomena, elli yıl boyunca çocuğunu arayan bir annenin öyküsünü duygu sömürüsüne kaçmadan mizahi ve dokunaklı biçimde başarıyla anlatıyor.
Elli yıl önce tanıştığı bir erkekle evlilik dışı cinsel ilişkisinden hamile kalan ve ailesi tarafından çocuğuyla birlikte manastıra adeta hapsedilen Philomena, burada aldığı dini eğitimle inançlı, merhametli ve soğukkanlı bir insan haline gelir.Rahibeler tarafından çocuğu alınıp iyi eğitimli, başka bir aileye para karşılığı evlatlık olarak verilir. Philomena, bir anne olarak bunun acısını asla unutamaz. Çocuğuna ulaşmak için defalarca manastıra gider fakat bir sonuç alamaz. Rahibelerin kendisine söylediği her yalana iyimserliği ve inancı sebebiyle inanır. Fakat gazeteci Martin Sixsmith ile beraber çıktıkları yolculukta olayın iç yüzünü öğrenir. Tek amacı yıllardır göremediği evladını tekrar görebilmek, ona dokunabilmek, sarılabilmek, nasıl bir insan olduğunu öğrenebilmektir. Öğrendiği her şaşırtıcı sonuçta farklı bir iyimserlik bulmayı becerir, çünkü o oğludur, her şeyidir. İnancını, umudunu ve masumiyetini hiçbir zaman kaybetmediği gibi rahibelere karşı da insanlık dersi verir. (Halil İbrahim Sağlam)
Raimunda (Volver, Pedro Almodóvar, 2006)
“Geçmiş bir hayalet gibi peşim sıra takipteyken, gözlerim nasıl yaşlı olmaz?”
Raimunda yanık sesli şarkısında bu hissedişine ve yanaklarından süzülen damlalara karşın gülümsemektedir kızına, kız kardeşine ve annesine. Babasının tecavüzünden doğan kızıyla çalıştıkları, kızına saldırmak üzereyken öldürülmüş kocasını sakladığı, restoranın verandasında dünyanın en çekici ve güçlü kadınlarından biri olarak gönlümüzü fetheder. Volver çıkış noktası itibariyle tam bir “Anneler, Kızlar ve Kız Kardeşler” güzellemesi, Pedro Almadóvar’ın kadına saygı duruşunun bambaşka bir örneğidir. Her şeyin olağan sayıldığı bir coğrafyada birbirinin annesi, kızı ve kız kardeşi olan farklı yaşlardan 6 kadın; ölümcül ihanetlere, dertlere, hastalıklara ve kayıplara -ağlarken de gülmeye ve kahve içmeye, yemek yapmaya devam ederek- karşı dururlar. Hayat akıp gitmektedir, çalışmak-çabalamak gerekir. Önemli olan tek şey, tüm yaşanan acılar bir yana, anneni sevmekten ve evladın için -gerçeğin çok geç farkına varsan da- her şeyi göze almaktan vazgeçmemektir. Penélope Cruz, hem mimikleri hem de tüm bedeniyle yaralı ama dimdik duran bir anneyi o kadar güzel canlandırır ki Raimunda kocasını kesen kapı komşumuz olsa, cesedini yok etmeye gönüllü suç ortağı oluruz. (Aysan Sulu)
Rosemary (Rosemary’s Baby, Roman Polanski, 1968)
Yıllarca beyazperde üzerinde birçok anne karakteri izledik ve neredeyse hiçbiri Rosemary kadar talihsiz değildi. Roman Polanski’nin apartman üçlemesinin ikinci ayağı ve en büyük korku klasiklerinden olan Rosemary’s Baby, kusursuz bir gerilim ortaya koyarken eşine az rastlanır bir samimiyetle annelik hissiyatını tüm incelikleriyle yansıtmayı başarıyor. Filmin başında genç ve hayat dolu Rosemary ile kaynaşan seyirci, film ilerledikçe tek başına kalan Rosemary ile birlikte yalnızlaşıyor. Bu vesileyle anne olma hevesiyle yanıp tutuşan genç kadının sürekli yanında yer alarak anneliğin tüm evrelerini, mutluluğunu, heyecanını ve korkularını yakinen hissedebiliyoruz. Fakat Rosemary’nin hamileliği bildiğimiz türden bir hamilelik değil. Normal hamilelik hâlinin beraberinde getirdiği ruhsal açıdan yalnız hissetme ve şüphecilik dürtüleri, Rosemary’nin hamileliğinde somut gerekçelerle desteklenir bir şekilde var oluyor. Kocasının da dâhil olduğu güruh tarafından etrafında döndürülen kumpaslar, her şeyden bihaber vaziyette karnında şeytanın çocuğunu taşıyan Rosemary’i güvenebileceği hiçbir şeyin kalmadığı bir dünyada tek başına ve biçare bırakırken annelikten aldığı güç, bebeğini güvenli bir limanda doğurabilme çabası için yanında oluyor. (Kaan Denk)
The Blind Side (Kör Nokta) filmindeki Sandra Bullock’ta fazlasıyla anaç bir karakter.