İnsan nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın; kendi cehennemini yanında taşıyor. Cehennemimden uzakta geçirdiğim bir günüm yok. Anlar ve şeyler arasında o ateş varlığımı sınıyor, kolluyor ve tamamlıyor. Bilirim hissetmezsem, karanlık ruhuma çökecek ve bana kopkoyu bir Araf bırakacak.
Gerçek yangınlar, dağıtan, dağlayan, yıkan facialar karşısında ‘basit bireysel kaygılar’ olarak tüm bunlar, yazı yazan ellerimi ısındırıyor. Cehennemimden yakınmak hissi bile utandırıyor beni. Oysa on gün öncesine dek bu utanç öylesine derinken, şimdiye azı kalmış. Bir yıl öncesindekiler ise iyice silik… Ateşin düştüğü yer hariç hepimiz her an unutmadayız; güncele ve kendimize boğularak.
Bir Maç Günlüğü (2013) kısa filminde, kapısı kapalı bir kahvehanede herkes maça kilitlenip, milli takımın atacağı gole odaklanırken; sokakta biber gazından zehirlenen ve zehirden kahvehanenin camekanına dayanan insanları fark ederiz. Tezat; coşkuya su kaçırmış, insanda maç keyfi bırakmamıştır. Kelebeğin Rüyası’nda (2013) ise kahramanlarımızdan biri, diğerinin çalışma koşullarını merak ettiğinden ocağa ineriz. Bir tür oyun olarak inilen ocak, hiç de eğlenceli değil; aksine son derece zorlu koşulların bulunduğu bir çilehane, azap kapısıdır. Bitkin, handiyse ölgün, kara ve esir yüzleriyle madenciler görürüz. Durum son derece ‘kritiktir’, zira kahramanlarımız oyunu biraz daha sürdürürse ocakta madenciler gibi çalışacaklardır. Ancak yönetmen gerilimi bir yerde keser ve oyunu açığa çıkaran kurnaz bir çözümle topu taca atar. İtiraf gerekir: Onların madenciler gibi çalışmasını istememiş, oradan kurtulmalarına sevinmişizdir. Kahramanlarımızdan birinin kadın oluşundan, cinsiyeti temel/destek almadan ötürü böyle bir koşullanmanın içerisine girdiğimiz iddiasına karşı; perdelerin sepette olduğunu ve konu-komşu birbirimizin yüzüne baktığımızı hatırlatmak isterim. Tül, gazete, çarşaf… Bahar temizliğinde camlara bir şey asmasak?
Klasik Yeşilçam mantığında olmadığından Maden (1978) televizyonda pek oynamaz. Süresi hayli uzun, şöhretli oyuncularına rağmen reytingi düşük, tarihin derinliklerinde kalabilecek bir filmdi. Hiç izlememiştim. Ümit Kıvanç, çalışmalarını takdir/takip ettiğim bir belgeselci olmasına rağmen 16 Ton (2011) filmini de hakeza. ‘Ayfon ve obezite çağında’ göze bat(ırıl)mamış bu filmler; Soma’daki büyük trajedinin sarsıcılığı nedeniyle hatırlandı, beğenildi, paylaşıldı, yorumlandı ve tüketimleri tamamlandığından tozlu raflarına geri konuldu. Gezi’nin ardından çekilen İstanbul United (2013), Artık Yeter (2013), Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek (2014) gibi filmler birkaç festival dolaştı, biraz alkış aldı, biraz da övgü. Merakla bekleyenlerinin ulaşabileceği yerlerde gösterildi. Az, çok az izlendi.
Bu noktada entelektüel duruşun kanıtı, muhalif yönü ağır basan bir hassasiyetin arzı olmak dışında bu belgesellerin neye yaradığı sorusu sinemanın kendisine de yöneltilebilir ancak sorunun asıl muhataplarının sorumluluğunu azaltmaz. Çabalarını da silmez. Yargı için daha erken, odağını hakkıyla, doğrulukla yansıtacak kitleselliği oluşturabilmesi adına sinemaya zaman elbette verilecek. Zamana rağmen yeni yaraların açıldığını görmek, her şeye yetişmenin imkansızlığı ve gerçeğin; dağ gibi, kurşun, gözyaşı, hıçkırık, kan, hiçlik gibi gerçeğin karşısında sinemanın acziyetini hissetmemek elde değil. Gelgelelim bu hissiyat bizi, sorumluluğu ortadan kaldıran bir rehavete ve hayattaki gayretleri küçümseyen bir gericiliğe itebilir. İterse de tüm bu çekilen filmler, yazılan yazılar; belli bir duyarlığa hizmet eden, heyecanı samimiyetsizce sömüren basit birer entelektüel oyuncak olarak halının üzerine konur. Coşkuyla oynanır, hevesle sağa sola çevrilir, sıktığında yatağın altına fırlatılır, oradan kaybedilir, bahar temizliğinde fark edilir ve verdiğimiz değere göre çöpe ya da sandığa nakledilir. Tıpkı Maden filmi… Belki aldatıcı, belki de anlamsız: Yine de sinemaya, onun ‘cehennem çiçekçisi’ tavrına ve hayatlarımızı değiştirebilme imkanına inanmayı seçmek umutlu şey.